Hatırlanacağı üzere, daha önceki yazılarımızda, sık sık Türkiye’deki “Siyaset Baronları”ndan ve onların yereldeki “Siyaset Kâhyaları”ndan söz etmiştik. Bu yazıdan itibaren, Türkiye’de devlet yönetimine hakim olan “siyasi oligarşi”yi ve “siyaset oligarkları”nı anlatmaya çalışacağız.
Türkiye’deki siyasi ve toplumsal düzen, 1968-70’lerde, ilk kez Mahir Çayan (THPK-C lideri) tarafından, “oligarşi” olarak tanımlanmıştı. O dönemde, aktif ideolojik faaliyetler dışında olanlar, bu tanıma pek dikkat etmemişlerdi. Ne var ki, Çayan’ın tanımı bilimsel olmasa da, bir gerçeğin ifadesiydi.
Önce, kısaca Türkiye’de 1945’ten sonra meydana gelen gelişmelere bakalım: Bizim kanaatimize göre, Ankara’da, siyasi partilerin genel merkezlerini mekan tutmuş olan birtakım “siyasi oligarşik yapılar” ve bunların il ve ilçelerdeki uzantıları olan, önceki yazılarımızda “Yerel Siyaset Kahyaları” olarak sözünü ettiğimiz, “yerel siyaset oligarkları”nın, yani belli başlı kişilerin ve ailelerin hüküm-fermâ oldukları açıktır.
Şimdi, çok geriye gitmeden, Türkiye’de “çok partili” dönemden itibaren yurt içinde ve dünyada meydana gelen belli başlı bazı olaylara kısaca bir göz atarak, bu siyasi oligarşik yapıların ortaya çıkış süreçlerine göz atalım.
“İKİ KUTUPLU DÜNYA”DA “SOĞUK SAVAŞ” DÖNEMİ
Bilindiği üzere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya, birbirleriyle rekabet ve sürekli çatışma halinde olan iki kutuplu hale geldi. Bir yanda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) öncülüğünde NATO (Kuruluş tarihi: 04.04.1949) ülkeleri (kapitalist blok), diğer yanda ise Sovyetler Birliği (SSCB) liderliğinde Varşova Paktı (Kuruluş Tarihi: 14.05.1955) ülkeleri (komünist blok). Türkiye, “Sovyetlerin toprak talepleri (Kars ve Ardahan)” bahane edilerek, 18.02.1952 tarihinde, NATO’ya üye olacaktır. Bu arada, 14.05.1946 tarihinde ilginç bir şekilde, Celal Bayar ve Adnan Menderes’le birlikte CHP’den ayrılan bir grup milletvekili tarafından, Demokrat Parti (DP) kurulacaktır. Bu tarih, “Türk siyasetinde oligarşik yapıların inşa döneminin başlangıcı” olması bakımından önemlidir. Türkiye’nin ilk siyasi oligarkları, DP içinde ortaya çıkmışlar ve en tepeden tabana kadar bugün de devam etmekte olan, “oligarşik siyasi hiyerarşi”yi vücuda getirmişlerdir.
Başta Çin ve Hindistan olmak üzere, bu iki blok dışında kalan ve “bağlantısızlar” olarak adlandırılan ülkeler ise, konjonktürel şartlara bağlı olarak, dış ticaretlerinde ve dış politikalarında, kâh bir blokun, kâh diğer blokun dümen suyunda davranmaktaydılar. Kapitalist ve komünist bloklar arasında inişli-çıkışlı süregelen “soğuk savaş”, 1991 yılında SSCB’nin ve Varşova paktının dağılması ile sona erdi.
1991’den sonra dünya, adeta “tek kutuplu” bir hale geldi ve “globalleşme” kavramıyla ifade edilen, ancak ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ekonomi politikaları doğrultusunda olmak üzere, “her ülkenin her ülke ile ikili ilişkiler kurabildiği” bir dönem başladı. Tabii bunda, özellikle iletişim teknolojilerinde, 1980’li yıllardan itibaren meydana gelen gelişmelerin, bireysel ve toplumsal hayat üzerindeki etkilerinin de büyük rolü bulunduğu gayet açıktır. 1993 yılından itibaren, bilgisayarların, internetin ve cep telefonlarının yaygın kullanıma girmesiyle de, ne o eski dünya kaldı, ne de o eski insan ilişkilerinden eser.
II. DÜNYA SAVAŞI ve TÜRKİYE
Her ne kadar II. Dünya Savaşı’na girmedi ise de, savaşın devam ettiği (01.09.1939-02.09.1945) altı yıl boyunca, çok kuvvetli bir şekilde, “her an savaşa girme ihtimali”nin çok kuvvetli olması nedeniyle Türkiye, hem iç hem de dış politikada büyük sıkıntılar yaşadı. Ancak Türkiye, savaşın bitimine yaklaşık bir yıl kala, 23.02.1945 tarihinde, Nazi Almanyası’na ve Japonya’ya resmen savaş ilan ederek, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği bloka dahil oldu.
Tüm dünyada yaklaşık 56 milyon insanın hayatını kaybettiği savaştan sonra (1946-47’lerde, CHP döneminde) başlayan Türkiye-ABD ilişkileri, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle belirgin bir şekilde yoğunlaştı ve 1960’lı yıllara gelindiğinde, Türkiye’nin adeta, “ABD’ne bağlı bir ülke haline gelmesi” gibi, halkın tepkisine yol açan bir görüntü ortaya çıktı.
ABD, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden iki yıl sonra, savaşta müttefik olduğu Sovyetler Birliği’ne karşı dış politika izleyeceğini açıkladı. Dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman 1947’de, ABD’nin uluslararası politikasının değiştiğini, “komünizm ve Sovyet karşıtlığı”nın, bu yeni politikanın temel esası olduğunu (Truman Doktrini) ilan etti. ABD, bir yıl sonra, 1948’de savaştan zarar gören ve Sovyet tehdidi ile karşı karşıya olduklarını değerlendirdiği ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke için, “Marshall Yardımı” adı altında, tamamı 12 milyar 731 milyon Dolar hacminde, özel bir ekonomik programı yürürlüğe koydu.
CUMHURİYET TARİHİNDE DIŞARIDAN ALINAN İLK BORÇ
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra hiçbir şekilde dışarıdan borç para almayan Türkiye, 04.07.1948'de ABD ile imzaladığı “Ekonomik İşbirliği Anlaşması”yla, ilk defa 137 milyon Dolar borç almıştır. Bu paranın Türkiye’ye ulaşması ise, 1951 yılını bulmuştur. Beş yıl süreli olarak imzalanan bu ilk anlaşma, daha sonraki yıllarda, farklı amaçlarla defalarca uzatılacak ve ABD’den alınmakta olan ekonomik ve askeri yardımlar, kamuoyunda sürekli eleştiri konusu olacak, o anlaşmaları yapan hükümetler (ve o hükümetleri kuran siyasi partiler) de halkın gözünde “ABD yandaşı” olarak görüleceklerdir.
Türkiye ile imzaladıkları yardım anlaşmaları kapsamında gerçekleştirilen işlerle ilgili hususlarda, ABD’nin sürekli müdahil olması, zamanla Türkiye’de birtakım rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Türkiye’nin DP tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinden uzaklaştırıldığı iddiasıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 27 Mayıs 1960’da ilk askeri darbe gerçekleştirildi.
Ne var ki, darbeden bir yıl sonra 15.10.1061 tarihinde yapılan ilk seçimlerde, 450 sandalyeli TBMM’de, CHP 173 milletvekilliği, DP’nin devamı olduğu kabul edilen, Ragıp Gümüşpala liderliğindeki Adalet Partisi ise, 158 milletvekilliği kazanarak ikinci parti oldu. CHP tek başına hükümet kurmak için TBMM’de gerekli olan 226 sandalyeye sahip olmadığından, İsmet İnönü’nün Başbakanlığında, ilk “AP-CHP Koalisyon Hükümeti” kuruldu.
1960’lı yılların ortalarında, Türkiye’de özellikle üniversite öğrencileri arasında, “ant-emperyalizm” sloganlarıyla ifade edilen, çok ciddi bir ABD karşıtlığı başlamıştı. ABD karşıtlığını dile getiren üniversite gençliğinin sol görüşte olmaları, o gençlerin Sovyetler tarafından desteklendikleri ve organize edilmekte olduklarına dair kanaatlerin doğmasına zemin hazırladı.
1964 yılında yapılan Adalet Partisi Kurultayı’nda Süleyman Demirel’in ve 1972 yılında yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kurultayında da Bülent Ecevit’in partilerinin Genel Başkanlık makamlarına gelmeleri, Türk siyasetinde son derece önemli iki gelişmedir. Böylece, Türkiye siyasetinde 1946’da DP’nin kurulmasıyla başlayan “oligarşik yapıların inşa süreci”, “ortanın sağı”nda konumlanan AP’de ve “ortanın solu”nda konumlanan CHP’de, adeta “paralel” aksiyonlarla devam etmiştir.
RADİKAL SOL İDEOLOJİK YAPILARIN ORTAYA ÇIKIŞI
O yıllarda, üniversitelerde (fakülte ve yüksekokullarda) öğrencilerin üye olabildikleri Fikir Kulüpleri vardı. Ankara Üniversitesi’ne bağlı 10 fakülte ve Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki Fikir Kulüpleri (126 kişi), 12.11.1965 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ortak bir toplantı yaptılar ve “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)”nu kurdular. O tarihten sonra, bu FKF, ülke genelindeki tüm sol ideolojik faaliyetlerin merkezi haline geldi. Ne var ki, NATO üyesi olan ülkelerde, sol ideolojik faaliyetlere izin verilemezdi! Kaldı ki, Sovyetler Birliği de, kendisine komşu olan Türkiye’deki sol ideolojik faaliyetlere ilgisiz kalamazdı. Bu nedenle, tüm diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, sol ideolojik faaliyetlere karşı yaygın bir devlet mücadelesi başlatıldı.
NATO’nun, üye ülkelerdeki sol ideolojik faaliyetlere karşı yürüttüğü mücadelelerde, sadece yasal, adlî ve polisiye tedbirlerle yetinilmiyor, sivil görünümlü bazı anti-Sovyetist ve anti-komünist örgütler de kurduruluyor ve ayrıca, solcu olmayan belli başlı sivil kuruluşlara da doğrudan ya da dolaylı destekler veriliyordu.
DEV-GENÇ KURULUYOR
Yukarıda sözü edilen FKF, 10.10.1969 tarihinde gerçekleştirilen olağanüstü kurultayda yeni bir oluşuma gidecek ve bir yıl önce başlatılan “Milli Demokratik Devrim (MDD)” mücadelesini yürütmek üzere, Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu-TDGF (daha bilinen adıyla “Dev-Genç”) adını alacaktır. O kurultayda, Doğu Perinçek’in grubu ile Ramazan Aktolga ve Mahir Çayan’ın başını çektikleri grup arasında sert tartışmalar olduysa da, ortak bir listede uzlaşmaya varıldı ve Yönetim Kurulu oluşturuldu. Ancak, bu uzun ömürlü olmadı ve kısa bir süre sonra, Doğu Perinçek ve Mihri Belli grupları Dev-Genç’ten ayrıldılar.
Türkiye’de “68 Olayları” olarak bilinen, 1968 yılında başlayıp, 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası ile sona eren döneme kadar, Türkiye’deki sol ideolojik faaliyetlerle ilgili olarak Sovyetlerin doğrudan bir desteği ya da müdahalesinin olduğunu söylemek zordur. Fransa’da, De Gaulle-Georges Pompidou iktidarına karşı, ilk olarak, 03.05.1968 tarihinde Nanterre Üniversitesinde başlayan ve önce Sorbonne Üniversitesi’ne, oradan da diğer pek çok üniversiteye yayılan öğrenci olayları, giderek tüm Avrupa’ya yayılarak, Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye’deki 68 Olayları’nda, Avrupa ülkelerinden hayli farklı olarak (ve daha çok), Latin Amerika’daki komünist silahlı gerilla hareketleri ile oradaki komünist liderler (Che Guavera, Fidel Castro vb) etkili olmuşladır.
TÜRKİYE’NİN İLK SİLAHLI SİYASİ ÖRGÜTLERİ: THKP-C ve THKO
Türkiye’de, “ABD emperyalizminin yerli uzantıları” olarak gördükleri, devlet düzenine ve (başta bankalar olmak üzere) büyük sermaye şirketlerine karşı, “illegal silahlı siyasi mücadele” yürütmek amacı ile ortaya çıkan ilk örgütler, her ikisi de 1970 yılının Aralık ayı içerisinde kurulan, “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C)” ve “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)”dur. THKP-C, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga tarafından, THKO ise, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan tarafından kurulmuşlardır. Her ikisi de, legal bir gençlik derneği statüsünde olan Dev-Genç kökenli ve “komünist” ideolojiyi benimseyen bu örgütler, 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası ile ağır bir şekilde ezilmişler, kurucularının pek çoğu silahlı çatışmalarda öldürülmüşler ya da idam edilmişler, mensuplarının çoğu ise yakalanarak hapse atılmışlardır.
Gelecek hafta, bu konuya, kaldığımız yerden devam etmek ümidiyle şimdilik kalın sağlıcakla…