Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

TÜRKİYE’DE “STK(?!) ve BAĞIMSIZ BASIN TİYATROSU”

Geçen haftaki yazımızda, ülkemizdeki siyasi ve toplumsal muhalefetin yokluğu üzerinde durmuş ve son paragrafta; “Yerel düzeyde siyaset yaptıklarını zanneden “Siyaset Kahyaları” ile muhalif partizanlar ne kadar kabul etmeyecek olsalar da, iktidarı ve sözde muhalefeti ile, Ankara’daki “Siyaset Baronları”nın tamamı, aynı senaryoda rol dağılımına göre oynamakta olan “kadrolu oyuncular”dan başka bir şey değiller! Tabii, cahil halkı bunların istedikleri şekilde sevk ve idare görevini üstlenmiş olan sözde “dini” ve “milli” kuruluşlar var! Bunları da bir başka yazıya bırakalım.” demiştik. “Toplumsal doğal muhalefetin gelişme ve kendini ifade etme” zeminlerini oluşturmaları gereken Sivil Toplum Kuruluşu (STK) denen, sözde “sivil” ama, gerçekte “iktidarın (ülke genelinde “hükümet”in ve yerel düzeyde “belediye”lerin) kemik yalayıcıları” haline dönüşmeden, toplumsal hiçbir etkileri olmayan bu kuruluşlar üzerinde durmak gerekiyor. Barolar ve meslek odaları gibi, yarı resmî kuruluşlar başta olmak üzere, sendikalar, vakıflar, dernekler vb. gibi yasal statüleri bulunan, devlete ve topluma karşı, kendi mensuplarının haklarını savunmaları gereken, batılıların “Non Government Organisations (NGO)” dedikleri, hükümet ve devlet dışı kuruluşlar, bizde, tıpkı sözde muhalefet partileri ile medya kuruluşlarında görüldüğü üzere, tamamen iktidarın güdümü ve kontrolü altına girmiş durumdadırlar. Türkiye’de (tıpkı, tüm diğer geri kalmış ülkelerde de olduğu gibi) , yerel düzeyde ve ülke genelindeki iktidar sahiplerinin güdümleri ve kontrolleri altına girmeyenlerin, kayda değer faaliyetler yapmaları ve amaçları doğrultusunda toplumsal etki yaratabilmeleri, artık neredeyse imkansız gibidir.   TOPLUMSAL DOĞAL MUHALEFET VE STK’LAR Demokratik ülkelerde, iktidarların icraatları ile ilgili olarak, toplumda doğal olarak ortaya çıkan muhalif duygu ve düşüncelerin, sistemli ve organize yapılar haline gelmesinde, medya sektörünün ve sivil toplum teşekküllerinin büyük rolü vardır. Ancak, bunların, hiçbir hal ve şart altında, iktidarlardan nemalanmamaları şarttır. Zira, sivil toplum teşekküllerinin, iktidardan (ya da belediyelerden) nemalanmaya başlamaları halinde, oralarda muhalif duyguların ve düşüncelerin yer bulması ve gelişerek, “alternatif siyasi görüşler” haline gelmesi mümkün olmaz!.. Geri kalmış ülkelerin yöneticilerinin, toplumda ortaya çıkacak doğal muhalif duygu ve düşüncelerin organize yapılar haline dönüşmemesi için izledikleri, çok etkili başlıca iki yol vardır: Bunlardan ilki, ülkedeki “tüm medya organlarının ele geçirilmesi”dir. Fiilen ele geçirilemeyen medya organlarına karşı ise, devlet gücünü kullanırlar ve tıpkı muhalefet partilerine karşı yaptıkları gibi, onları da etkisiz ve itibarsız hale getirmeye çalışırlar. İkinci yol ise, toplumsal doğal muhalif duygu ve düşüncelerin organize olabileceği “sivil toplum teşekküllerinin yönetimlerini ele geçirirler”.   STK’LARIN VE BASININ ELE GEÇİRİLME YÖNTEMLERİ Ülkelerin o dönemde içinde bulundukları şartlara göre farklı yöntemler kullanılsa da, STK’ların ve basının ele geçirilerek, iktidara hizmet eden kuruluşlar haline getirilmeleri için izlenebilecek yolların en önemlisi, onları “kamu kaynakları ile beslemek”tir. Böylece, kendi ilgi ve faaliyet alanları ile sınırlı olmak üzere, “iktidarlara karşı halkın haklarını korumaları gereken” sözde STK’lar ile basın, iktidar tarafından önlerine atılan kemikleri yalayarak, “iktidar karşıtlarına doğru havlayan organize köpekler” haline dönüşürler. Kontrol altına alınamayan kuruluşlar (ve onların yöneticileri) ise, başta yargı ve polis olmak üzere, yine devlet gücü ve imkanları ile yandaş medya kullanılarak yıpratılır ve itibarsızlaştırılır. Böylece, sivil toplum teşekkülleri de etkisiz hale getirildiğinde, toplumsal doğal muhalif görüşlerin halk nezdinde güçlenmesi ve “organize siyasi muhalefet” haline dönüşmesi, çok büyük ölçüde önlenmiş olur. Medyanın ve sivil toplum teşekküllerinin iktidarların eline geçtiği ülkelerde, artık, “iktidarlar üzerinde halk adına siyasi denetim gücü” olabilecek düzeyde siyasi partilerin ortaya çıkabilmesi imkanı iyice zayıflar; her şeye rağmen kurulan siyasi partiler ise halka ulaşamaz, zamanla marjinalleşir ve nihayet, tabela partisine dönüşerek etkisiz hale gelir. Elbette bu durumun temel sebebi, toplumdaki yaygın cehalet ve halkta evrensel uygarlık bilincinin gelişmemiş olmasıdır. Ülkelerle ilgili “geri kalmışlık” denen olgunun temel göstergesi ise, “yaygın toplumsal cehalet”tir. Toplumların, cehalet zemininde etkisini sürdüren kısır döngüden kendilerini kurtarabilmeleri, hiç de kolay bir iş değildir.   MUHALEFET, İKTİDARI DENETLEYEMEZ HALE GELİRSE! Gayet iyi bilinen bir gerçektir ki, geri kalmış toplumlarda, gerçek anlamda demokratik yöntemlerin kullanılması, hiç de kolay değildir. Yöneticileri ve hakim güçler tarafından, sistemli bir şekilde yüzyıllarca cahil bırakılmış olan geri kalmış ülkelerin halklarında, “ilke” ve “kural” kavramları gelişemediğinden; bu gibi ülkelerde insanlar, diğer insanlarla olan kamusal ilişkilerinde, “bizden olan” ve “bizden olmayan” şeklinde, başlıca iki kategoride düşünür ve ona göre davranırlar. Bizden olanlar ile bizden olmayanlar arasında bir sorun olduğunda, ilke ve kural gereği “haklı ve doğru” olanın yanında yer alınması gerekirken, kahir ekseriyetle bu mümkün olmaz; ne kadar yanlış ve haksız da olsa, “bizimki, bizimkidir”; yani, “bizden olan, bizden olmayan karşısında daima haklıdır.”… Böyle bir davranış temeline oturtulan sosyal ve kamusal ilişkiler, siyasi organizasyonlar arasında, “iktidar” ve “muhalefet” ilişkilerinde de benzer şekilde ortaya çıkar. Herhangi bir suçu işleyen eğer bizden ise, bunu görmemek, eğer görmemek kabil değilse tevil yoluyla savunmak; karşı taraf için ise, ağızlarıyla kuş tutsalar, doğrusuna-yanlışına bakmaksızın eleştirmek ve suçlamak, en belirgin davranış biçimleridir. Çok daha vahimi ise, hiçbir şekilde savunulması mümkün olmayan durumlarda, “eğer suçu işleyen parti için önemli bir kişiyse”, ne pahasına olursa olsun savunulmasıdır. Bunun, son yıllardaki en bariz örneği, 2016 yılında ortaya çıkan, Karaman’da, Ensar Vakfı’na ait bir Kur’an Kursu’nda, 2012-2015 yılları arasında, 45 erkek çocuğuna tecavüz eden bir sözde öğretmenle ilgili olarak, devletin üst kademesindeki pek çok kişinin suçluyu, “bir kereden bir şey olmaz” anlayışıyla, cansiperane savundukları olaydır.(*)   DEMOKRASİ, “TOPLUMSAL OLGUNLUK” GEREKTİRİR! Eski Yunan düşünürlerinden Platon (MÖ. 427-348), “Devlet” adlı ünlü eserinde, “olgunlaşmamış toplumlarda demokrasinin yararlı sonuçlar getirmeyeceğini”, detaylı bir şekilde anlatmıştır. Türk toplumunun demokrasiye geçiş çabalarının tarihi, 19. yüzyıl başlarına kadar gidiyor olsa da, bugüne kadar, maalesef kayda değer bir yol alınabildiği söylenemez. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra kurulan yeni Dünya düzeninde, batılı ülkeler arasında yer almak isteyen Türkiye, adeta yangından mal kaçırırcasına, alelacele “çok partili siyasi sistem”e geçiş yaparak, demokrasi yolunda, önemli bir adım atmak istemişse de, aradan geçen 75 yıla yakın bir süredir, bir arpa boyu yol alamamıştır! Bizde, kamusal davranışların temelini, hâlâ “bizden olan” daima “haklı ve doğru”, “bizden olmayan” ise, “daima haksız ve yanlış” anlayışı teşkil eder. Böyle olunca da, bu anlayış, siyasete, “bizim parti daima iyi ve doğru, diğer partiler daima kötü ve yanlış” şeklinde yansıyor. Siyasetteki bu, “bizimki mutlak iyi ve doğru” ile “diğerleri mutlak kötü ve yanlış” anlayışı, iktidar ve muhalefet arasında, aşılmaz engelleri doğuran ve besleyen, son derece marazi bir toplumsal vasat oluşturuyor. Anlayış böyle olunca, taraflar arasında, hiçbir şekilde gerçek mahiyette bir anlaşma zemini oluşturulamıyor! Zaten, mantıksal olarak da, “mutlak iyi ve doğru” olanın (yani, örneğin iktidarın), “mutlak kötü ve yanlış” olarak kabul ettiği kesimle (yani, muhalefetle) konuşacağı ve üzerinde anlaşabileceği ne olabilir ki?   İKTİDAR VE MUHALEFET ARASINDA, “ORTAK GÖRÜŞ” OLUR MU? Her ne kadar, zaman zaman, ülkenin önemli bazı meseleleri söz konusu olduğunda, güya iktidar ve muhalefet partileri birbirleriyle görüşüyorlarsa da, bu görüşmelerde, münhasıran taraflardan birine ait olmayan “ortak” hiçbir görüşün ortaya çıktığı görülmez! Bu görüşmelerde, herkes kendi fikrinde sabit kalır ve karşılıklı çıkar ve görüş pazarlıkları yapılır; mutabakat sağlandığında da, münferiden ortak hareket edilir. Ancak, sonrasında, her iki taraf da, karşı tarafa verdiği tavizi telafi etme derdine düşer ve birlikte hareket edilerek yapılan iş her ne ise, onun, ülkeye yararlı olması ihtimali bertaraf edilir. “Uzlaşma”yı, sadece “karşılıklı taviz pazarlığı” olarak algılayan siyasi partiler arasındaki mücadele, tamamen, nihai olarak “karşı tarafın ezilmesi ve yok edilmesi” gibi, son derece problemli bir amaçla yürütülür. Tabii, taraflar birbirlerini zaman zaman ezseler de, tamamen yok edemezler; ancak, iktidarın iktidarlığından, muhalefetin muhalefetliğinden, ülkeye hiçbir hayır gelmez olur.   İKTİDAR, ÜLKENİN “DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ” OLMASINI İSTER! Neticede, geri kalmış ülkelerde, iktidarlar, devlete ve millete ait tüm güç kaynaklarını kendi lehlerine (hem de, sözde “kamuoyu”na ve “yargı”ya rağmen) kullanma imkanlarına sahip olduklarından, muhalefeti işlevsiz hale getirmekte zorlanmazlar. Muhalefetin, kamuoyu nezdinde, iktidar üzerindeki denetleme etkisi yok edildiğinde, ülke artık, iktidar partisi için “dikensiz gül bahçesi (ya da, daha amiyane bir ifade ile, “köpeksiz köy”)” haline dönüşür. Muhalefetin etkisizleştirildiği (hatta, çok daha kötüsü, bugün Türkiye’de olduğu gibi, “iktidar destekçisi” haline geldiği) durumlarda, meclis ve yargı dahil olmak üzere, devleti meydana getiren erkleri temsil eden tüm kurum ve kuruluşlar, adeta, iktidar partisinin alt şubeleri haline gelirler. Bu tür ülkelerde, halk adına iktidarların denetlenmesi ve demokratik yöntemlerle iktidarın değiştirilmesi mümkün olmayacağından, zamanla toplumsal istikrar bozulur; iç çatışmalar, darbeler ve ihtilâller de kaçınılmaz hale gelir… İktidar güdümünde olmayan güçlü sivil toplum teşekkülleri ve bağımsız medyanın olmadığı ülkelerde, iktidarı murakabe (denetlemek, gözetim altında tutmak, kontrol etmek) edebilecek bir kamuoyundan söz edilemez. Çünkü, herhangi bir konuda ortaya çıkacak toplumsal doğal muhalefet, halk nezdinde, “iktidarı durduracak” düzeyde, “ortak bir güç” haline gelemez! Bunun içindir ki, gelişmiş ülkelerde, sivil topum teşekküllerini ve medyayı koruyan özel kanunlar yürürlüğe konulmuş, bu kanunlara aykırı hareket edenler ile bu kanunların sağladığı imkan ve ayrıcalıkları kötüye kullananlar için, son derece ağır cezalar öngörülmüştür. Bizim gibi ülkelerde de sözde böyle kanunlar olsa da, bu kanunlar, bir şekilde iktidara hizmetten başka hiçbir sonuç getirmez! ______________ (*) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ensar_Vakf%C4%B1_tecav%C3%BCz_skandal%C4%B1
Ekleme Tarihi: 17 Haziran 2024 - Pazartesi

TÜRKİYE’DE “STK(?!) ve BAĞIMSIZ BASIN TİYATROSU”

Geçen haftaki yazımızda, ülkemizdeki siyasi ve toplumsal muhalefetin yokluğu üzerinde durmuş ve son paragrafta;

“Yerel düzeyde siyaset yaptıklarını zanneden “Siyaset Kahyaları” ile muhalif partizanlar ne kadar kabul etmeyecek olsalar da, iktidarı ve sözde muhalefeti ile, Ankara’daki “Siyaset Baronları”nın tamamı, aynı senaryoda rol dağılımına göre oynamakta olan “kadrolu oyuncular”dan başka bir şey değiller! Tabii, cahil halkı bunların istedikleri şekilde sevk ve idare görevini üstlenmiş olan sözde “dini” ve “milli” kuruluşlar var! Bunları da bir başka yazıya bırakalım.” demiştik.

Toplumsal doğal muhalefetin gelişme ve kendini ifade etme” zeminlerini oluşturmaları gereken Sivil Toplum Kuruluşu (STK) denen, sözde “sivil” ama, gerçekte “iktidarın (ülke genelinde “hükümet”in ve yerel düzeyde “belediye”lerin) kemik yalayıcıları” haline dönüşmeden, toplumsal hiçbir etkileri olmayan bu kuruluşlar üzerinde durmak gerekiyor. Barolar ve meslek odaları gibi, yarı resmî kuruluşlar başta olmak üzere, sendikalar, vakıflar, dernekler vb. gibi yasal statüleri bulunan, devlete ve topluma karşı, kendi mensuplarının haklarını savunmaları gereken, batılıların “Non Government Organisations (NGO)” dedikleri, hükümet ve devlet dışı kuruluşlar, bizde, tıpkı sözde muhalefet partileri ile medya kuruluşlarında görüldüğü üzere, tamamen iktidarın güdümü ve kontrolü altına girmiş durumdadırlar. Türkiye’de (tıpkı, tüm diğer geri kalmış ülkelerde de olduğu gibi) , yerel düzeyde ve ülke genelindeki iktidar sahiplerinin güdümleri ve kontrolleri altına girmeyenlerin, kayda değer faaliyetler yapmaları ve amaçları doğrultusunda toplumsal etki yaratabilmeleri, artık neredeyse imkansız gibidir.

 

TOPLUMSAL DOĞAL MUHALEFET VE STK’LAR

Demokratik ülkelerde, iktidarların icraatları ile ilgili olarak, toplumda doğal olarak ortaya çıkan muhalif duygu ve düşüncelerin, sistemli ve organize yapılar haline gelmesinde, medya sektörünün ve sivil toplum teşekküllerinin büyük rolü vardır. Ancak, bunların, hiçbir hal ve şart altında, iktidarlardan nemalanmamaları şarttır. Zira, sivil toplum teşekküllerinin, iktidardan (ya da belediyelerden) nemalanmaya başlamaları halinde, oralarda muhalif duyguların ve düşüncelerin yer bulması ve gelişerek, “alternatif siyasi görüşler” haline gelmesi mümkün olmaz!..

Geri kalmış ülkelerin yöneticilerinin, toplumda ortaya çıkacak doğal muhalif duygu ve düşüncelerin organize yapılar haline dönüşmemesi için izledikleri, çok etkili başlıca iki yol vardır: Bunlardan ilki, ülkedeki “tüm medya organlarının ele geçirilmesi”dir. Fiilen ele geçirilemeyen medya organlarına karşı ise, devlet gücünü kullanırlar ve tıpkı muhalefet partilerine karşı yaptıkları gibi, onları da etkisiz ve itibarsız hale getirmeye çalışırlar. İkinci yol ise, toplumsal doğal muhalif duygu ve düşüncelerin organize olabileceği “sivil toplum teşekküllerinin yönetimlerini ele geçirirler”.

 

STK’LARIN VE BASININ ELE GEÇİRİLME YÖNTEMLERİ

Ülkelerin o dönemde içinde bulundukları şartlara göre farklı yöntemler kullanılsa da, STK’ların ve basının ele geçirilerek, iktidara hizmet eden kuruluşlar haline getirilmeleri için izlenebilecek yolların en önemlisi, onları “kamu kaynakları ile beslemek”tir. Böylece, kendi ilgi ve faaliyet alanları ile sınırlı olmak üzere, “iktidarlara karşı halkın haklarını korumaları gereken” sözde STK’lar ile basın, iktidar tarafından önlerine atılan kemikleri yalayarak, “iktidar karşıtlarına doğru havlayan organize köpekler” haline dönüşürler. Kontrol altına alınamayan kuruluşlar (ve onların yöneticileri) ise, başta yargı ve polis olmak üzere, yine devlet gücü ve imkanları ile yandaş medya kullanılarak yıpratılır ve itibarsızlaştırılır. Böylece, sivil toplum teşekkülleri de etkisiz hale getirildiğinde, toplumsal doğal muhalif görüşlerin halk nezdinde güçlenmesi ve “organize siyasi muhalefet” haline dönüşmesi, çok büyük ölçüde önlenmiş olur.

Medyanın ve sivil toplum teşekküllerinin iktidarların eline geçtiği ülkelerde, artık, “iktidarlar üzerinde halk adına siyasi denetim gücü” olabilecek düzeyde siyasi partilerin ortaya çıkabilmesi imkanı iyice zayıflar; her şeye rağmen kurulan siyasi partiler ise halka ulaşamaz, zamanla marjinalleşir ve nihayet, tabela partisine dönüşerek etkisiz hale gelir.

Elbette bu durumun temel sebebi, toplumdaki yaygın cehalet ve halkta evrensel uygarlık bilincinin gelişmemiş olmasıdır. Ülkelerle ilgili “geri kalmışlık” denen olgunun temel göstergesi ise, “yaygın toplumsal cehalet”tir. Toplumların, cehalet zemininde etkisini sürdüren kısır döngüden kendilerini kurtarabilmeleri, hiç de kolay bir iş değildir.

 

MUHALEFET, İKTİDARI DENETLEYEMEZ HALE GELİRSE!

Gayet iyi bilinen bir gerçektir ki, geri kalmış toplumlarda, gerçek anlamda demokratik yöntemlerin kullanılması, hiç de kolay değildir. Yöneticileri ve hakim güçler tarafından, sistemli bir şekilde yüzyıllarca cahil bırakılmış olan geri kalmış ülkelerin halklarında, “ilke” ve “kural” kavramları gelişemediğinden; bu gibi ülkelerde insanlar, diğer insanlarla olan kamusal ilişkilerinde, “bizden olan” ve “bizden olmayan” şeklinde, başlıca iki kategoride düşünür ve ona göre davranırlar. Bizden olanlar ile bizden olmayanlar arasında bir sorun olduğunda, ilke ve kural gereği “haklı ve doğru” olanın yanında yer alınması gerekirken, kahir ekseriyetle bu mümkün olmaz; ne kadar yanlış ve haksız da olsa, “bizimki, bizimkidir”; yani, “bizden olan, bizden olmayan karşısında daima haklıdır.”…

Böyle bir davranış temeline oturtulan sosyal ve kamusal ilişkiler, siyasi organizasyonlar arasında, “iktidar” ve “muhalefet” ilişkilerinde de benzer şekilde ortaya çıkar. Herhangi bir suçu işleyen eğer bizden ise, bunu görmemek, eğer görmemek kabil değilse tevil yoluyla savunmak; karşı taraf için ise, ağızlarıyla kuş tutsalar, doğrusuna-yanlışına bakmaksızın eleştirmek ve suçlamak, en belirgin davranış biçimleridir. Çok daha vahimi ise, hiçbir şekilde savunulması mümkün olmayan durumlarda, “eğer suçu işleyen parti için önemli bir kişiyse”, ne pahasına olursa olsun savunulmasıdır. Bunun, son yıllardaki en bariz örneği, 2016 yılında ortaya çıkan, Karaman’da, Ensar Vakfı’na ait bir Kur’an Kursu’nda, 2012-2015 yılları arasında, 45 erkek çocuğuna tecavüz eden bir sözde öğretmenle ilgili olarak, devletin üst kademesindeki pek çok kişinin suçluyu, “bir kereden bir şey olmaz” anlayışıyla, cansiperane savundukları olaydır.(*)

 

DEMOKRASİ, “TOPLUMSAL OLGUNLUK” GEREKTİRİR!

Eski Yunan düşünürlerinden Platon (MÖ. 427-348), “Devlet” adlı ünlü eserinde, “olgunlaşmamış toplumlarda demokrasinin yararlı sonuçlar getirmeyeceğini”, detaylı bir şekilde anlatmıştır. Türk toplumunun demokrasiye geçiş çabalarının tarihi, 19. yüzyıl başlarına kadar gidiyor olsa da, bugüne kadar, maalesef kayda değer bir yol alınabildiği söylenemez. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra kurulan yeni Dünya düzeninde, batılı ülkeler arasında yer almak isteyen Türkiye, adeta yangından mal kaçırırcasına, alelacele “çok partili siyasi sistem”e geçiş yaparak, demokrasi yolunda, önemli bir adım atmak istemişse de, aradan geçen 75 yıla yakın bir süredir, bir arpa boyu yol alamamıştır!

Bizde, kamusal davranışların temelini, hâlâ “bizden olan” daima “haklı ve doğru”, “bizden olmayan” ise, “daima haksız ve yanlış” anlayışı teşkil eder. Böyle olunca da, bu anlayış, siyasete, “bizim parti daima iyi ve doğru, diğer partiler daima kötü ve yanlış” şeklinde yansıyor. Siyasetteki bu, “bizimki mutlak iyi ve doğru” ile “diğerleri mutlak kötü ve yanlış” anlayışı, iktidar ve muhalefet arasında, aşılmaz engelleri doğuran ve besleyen, son derece marazi bir toplumsal vasat oluşturuyor. Anlayış böyle olunca, taraflar arasında, hiçbir şekilde gerçek mahiyette bir anlaşma zemini oluşturulamıyor! Zaten, mantıksal olarak da, “mutlak iyi ve doğru” olanın (yani, örneğin iktidarın), “mutlak kötü ve yanlış” olarak kabul ettiği kesimle (yani, muhalefetle) konuşacağı ve üzerinde anlaşabileceği ne olabilir ki?

 

İKTİDAR VE MUHALEFET ARASINDA, “ORTAK GÖRÜŞ” OLUR MU?

Her ne kadar, zaman zaman, ülkenin önemli bazı meseleleri söz konusu olduğunda, güya iktidar ve muhalefet partileri birbirleriyle görüşüyorlarsa da, bu görüşmelerde, münhasıran taraflardan birine ait olmayan “ortak” hiçbir görüşün ortaya çıktığı görülmez! Bu görüşmelerde, herkes kendi fikrinde sabit kalır ve karşılıklı çıkar ve görüş pazarlıkları yapılır; mutabakat sağlandığında da, münferiden ortak hareket edilir.

Ancak, sonrasında, her iki taraf da, karşı tarafa verdiği tavizi telafi etme derdine düşer ve birlikte hareket edilerek yapılan iş her ne ise, onun, ülkeye yararlı olması ihtimali bertaraf edilir. “Uzlaşma”yı, sadece “karşılıklı taviz pazarlığı” olarak algılayan siyasi partiler arasındaki mücadele, tamamen, nihai olarak “karşı tarafın ezilmesi ve yok edilmesi” gibi, son derece problemli bir amaçla yürütülür. Tabii, taraflar birbirlerini zaman zaman ezseler de, tamamen yok edemezler; ancak, iktidarın iktidarlığından, muhalefetin muhalefetliğinden, ülkeye hiçbir hayır gelmez olur.

 

İKTİDAR, ÜLKENİN “DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ” OLMASINI İSTER!

Neticede, geri kalmış ülkelerde, iktidarlar, devlete ve millete ait tüm güç kaynaklarını kendi lehlerine (hem de, sözde “kamuoyu”na ve “yargı”ya rağmen) kullanma imkanlarına sahip olduklarından, muhalefeti işlevsiz hale getirmekte zorlanmazlar. Muhalefetin, kamuoyu nezdinde, iktidar üzerindeki denetleme etkisi yok edildiğinde, ülke artık, iktidar partisi için “dikensiz gül bahçesi (ya da, daha amiyane bir ifade ile, “köpeksiz köy”)” haline dönüşür. Muhalefetin etkisizleştirildiği (hatta, çok daha kötüsü, bugün Türkiye’de olduğu gibi, “iktidar destekçisi” haline geldiği) durumlarda, meclis ve yargı dahil olmak üzere, devleti meydana getiren erkleri temsil eden tüm kurum ve kuruluşlar, adeta, iktidar partisinin alt şubeleri haline gelirler. Bu tür ülkelerde, halk adına iktidarların denetlenmesi ve demokratik yöntemlerle iktidarın değiştirilmesi mümkün olmayacağından, zamanla toplumsal istikrar bozulur; iç çatışmalar, darbeler ve ihtilâller de kaçınılmaz hale gelir…

İktidar güdümünde olmayan güçlü sivil toplum teşekkülleri ve bağımsız medyanın olmadığı ülkelerde, iktidarı murakabe (denetlemek, gözetim altında tutmak, kontrol etmek) edebilecek bir kamuoyundan söz edilemez. Çünkü, herhangi bir konuda ortaya çıkacak toplumsal doğal muhalefet, halk nezdinde, “iktidarı durduracak” düzeyde, “ortak bir güç” haline gelemez! Bunun içindir ki, gelişmiş ülkelerde, sivil topum teşekküllerini ve medyayı koruyan özel kanunlar yürürlüğe konulmuş, bu kanunlara aykırı hareket edenler ile bu kanunların sağladığı imkan ve ayrıcalıkları kötüye kullananlar için, son derece ağır cezalar öngörülmüştür. Bizim gibi ülkelerde de sözde böyle kanunlar olsa da, bu kanunlar, bir şekilde iktidara hizmetten başka hiçbir sonuç getirmez!

______________

(*) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ensar_Vakf%C4%B1_tecav%C3%BCz_skandal%C4%B1

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.