Yıl 1990… Anavatan Partisi (ANAP) iktidarda… Turgut Özal Cumhurbaşkanı ve Yıldırım Akbulut Başbakan… Anayasamıza ve ilgili sair kanunlarımıza göre, bir “hukuk devleti” olan Türkiye’de radyo ve televizyon yayınları, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun (TRT) tekelinde…
Almanya’dan Türkiye’ye yönelik televizyon yayını yapmak üzere, “Magic Box” adlı bir şirket kuruluyor. Kim tarafından? Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet tarafından! Ve tarih 07 Mayıs: Türkiye’nin ilk “özel TV kanalı” olan, Magic Box şirketinin “InterStar” televizyonunun deneme yayınları başlatılıyor! Radyo-TV yayınlarının TRT tekeline dair Anayasa hükmü duruyor ve ilgili kanunlar yürürlükte… Halbuki, iktidardaki ANAP’ın TBMM’deki sandalye sayısı, bu tekeli kaldıracak Anayasa ve kanun değişikliklerini yapmak için yeterli… Peki, “Özal ailesi”, acaba neden, konuyla ilgili yasal değişiklikler yapılmadan, böyle bir adım attı? Bunun asıl sebebi bilinmiyor; ancak halkta ilk defa, “Anayasa’nın da kanunların da gerekli görüldüğünde çiğnenebileceği” şeklinde bir anlayışın doğmasına yol açtı! TRT’nin radyo-televizyon yayın tekeli, InterStar TV’nin yayına başlamasından 3 yıl sonra, 1993’teki Anayasa değişikliği ile kaldırıldı!
Özal döneminde, ANAP iktidarı tarafından, Anayasa ve kanunlar defalarca çiğnendi, ihlal edildi! Halk tarafından çok daha kolay anlaşılabilir olduğunu düşünerek, radyo-televizyon yayın tekeli konusuna, kısaca örnek olarak değindim. Ama, asıl dikkatinizi çekmek istediğim şey, Özal dönemindeki hukuk ihlalleri değil… Elimden geldiğince, Özal’ın açtığı bu yolda, bugün nerelere geldiğimize işaret etmeye çalışacağım…
TEKNOKRAT (TEKNİK BÜROKRAT) ÖZAL SİYASETE GİRİYOR!
Türkiye’de Atatürk ilke ve inkılapları ile laik Cumhuriyet’e karşı adeta resmî uygulamalar yapan ilk iktidar, 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti hükümetidir. 27 Mayıs 1960 darbesinin etkisiyle, İslam dinini devlete ve millete karşı kullanan kesimlerin, Atatürk ilke ve inkılapları ile laik Cumhuriyet’e karşı faaliyetleri, tamamen yeraltına çekildi. Bu dönem 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar devam etti.
Sözde Atatürkçülerin gerçekleştirdikleri 12 Eylül darbesinden sonra, 1982 Anayasası ile, dini “siyasi malzeme” olarak kullanan politikacıların önü açıldı ve 1983 seçimleriyle, ANAP iktidara getirildi. “Getirildi” diyorum; çünkü, gerek 12 Eylül darbesinin kurgulanması ve gerekse Özal’ın ABD’den getirilerek ANAP’ın kurdurulmasını müteakip, nihayet 1983 seçimlerinin arka planındaki karanlık noktalar büyük ölçüde aydınlanmıştır. Merak edenler, internet ortamında bununla ilgili bol miktarda (hem de hayli sağlam) bilgilere ulaşabilirler.
Ben sadece, kendi bilgim olarak şu kadarını söyleyebilirim: Balıkesir’in ünlü avukatlarından merhum Necat Tunçsiper, ANAP’ın kuruluşundan yaklaşık bir buçuk yıl evvel (ki, T.Özal ve K.Erdem, ABD’ye gideli, henüz birkaç hafta ancak olmuştu(*)), Turgut Özal’ın Amerika’dan döneceğini, bir parti kuracağını ve yapılacak ilk seçimde de “tek başına iktidar” olacağını söyledi. Tabii, o günün şartlarında Tunçsiper’in bu sözlerine inanmak mümkün değildi. Çünkü, Özal’ın o tarihe kadar siyasette hiçbir mesaisi olmamıştı. Yani, Özal, esasen “siyasetçi” değildi! Mamafih, zamanla Türk siyasetindeki her şey, aynen Tunçsiper’in söylediği istikamette gelişti ve 1983’te yapılan seçimlerden sonra, Özal Başbakan oldu.
NE ZAMAN ÖRGÜTLENDİLER?
Gerek Türkiye ve gerekse Türk siyaseti üzerindeki emperyalist manipülasyonlara, daha önceki yazılarımızda da birkaç kez temas ettiğimizi, okuyucularımız hatırlayacaklardır. Bu bilgilerden sonra şimdi, bu yazımızın asıl konusuna dönelim. Öncelikle, 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’de, daha öncekilere hiç benzemeyen yeni bir dönemin başladığını belirtmek gerekiyor.
Atatürk ilke ve inkılapları ile laik Cumhuriyet’e karşı olan tarikatlar ve cemaatler, ANAP’ın tek başına ve koalisyon ortağı olduğu hükümetlerin gölgesi altında, başta siyaset, bürokrasi ve ekonomi (şirketler, holdingler, medya kuruluşları vs.) olmak üzere, hemen her alanda (dernekler, vakıflar, sendikalar vs.) örgütlenmelerini tamamladılar. Onlar için artık, Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) başka, kayda değer engel kalmamıştı. Türkiye’ye çekilecek asıl ve nihai operasyon için seçilen kişinin (2002’de BOP Eşbaşkanı ilan edilen) Recep Tayyip Erdoğan olduğu anlaşılıyor. 1994 Mahalli İdareler Genel Seçimleri’nde, Refah Partili Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına taşımaları, bu kesimin, ilk ve en büyük başarısı oldu. Ancak, Atatürk ilke ve inkılapları ile laik Cumhuriyet’i ve devletin “üniter yapısı”nı korumak gerektiğine inanan toplum kesimleri, başta TSK ve adalet bürokrasisi (yargı) olmak üzere, hâlâ her alanda çok canlı ve güçlüydüler.
28 ŞUBAT SÜRECİNİN GERÇEK AMACI NEYDİ?
Toplum nezdinde askerin itibarını zayıflatmak ve bilhassa üst komuta kademesini itibarsızlaştırmak amacıyla, TSK aleyhine basında görülmemiş bir karalama kampanyası başlattılar. Bu arada, Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında 28.06.1996 tarihinde kurulan RP-DYP Koalisyonu (54. Hükümet) döneminde, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından sonra açıklanan kararlarla, “irtica”ya karşı başlayan (ve daha sonra “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılan) ordu ve bürokrasi merkezli çatışmalar, 30.06.1997 tarihinde, hükümetin istifası ile sonuçlanmıştı. 28 Şubat Süreci’nin, daha önce ordu içine sızdırılmış olan bazı komutanlar marifetiyle, toplum nezdinde askerin itibarını zayıflatma amacı ile gerçekleştirildiğini düşünmek, yanlış olmayacaktır.
Asker ve bürokrasi ile başta siyasetçiler olmak üzere, dinci çevreler arasında alevlenen çatışmalar devam derken, Erdoğan 17 Aralık 1997 tarihinde Siirt’te, Ziya Gökalp’in “Askerin Duası” adlı şiirini, kendince bazı değişiklikler yaparak okudu. Bunun üzerine dava açıldı, Erdoğan İBB Başkanlığı görevinden alındı ve nihayetinde 3,5 ay kadar Kırklareli-Pınarhisar İlçe Cezaevi’nde kaldı. Özellikle bu olay, halk üzerinde çok güçlü bir “haksızlık” duygusu yarattı ve “Erdoğan’ın yok yere mağdur edildiği” kanaati, toplumda genel kabul gördü.
Erdoğan’ın Pınarhisar Cezaevi günlerinden itibaren AK Parti’nin kuruluşuna ve 2002 seçimlerinde iktidara gelişine kadar yaşananlar (özellikle de ABD Merkezi Haberalma Teşkilat’nın (CIA) Milli Haberalma Konseyi Başkan Yardımcısı Graham Fuller’in cezaevi ziyareti ve Erdoğan’ın ABD ve İngiltere’deki ilginç temasları), yaygın tartışmalara konu oldu ve hâlâ da olmaya devam ediyor.
AK PARTİ-FETÖ ORTAKLIĞI
AK Parti’nin iktidara gelmesiyle, daha önce adeta yeraltında varlıklarını sürdüren ülke genelindeki Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı tüm çevreler, daha önce hiç olmadığı kadar, büyük bir birlik oluşturdular. Zamanla, bu çevreler, iktidar nimetlerinden daha fazla pay talep etmeye başladılar. Bunlar içinde Fethullah Gülen cemaati, başta askeri ve yargı bürokrasileri olmak üzere, muhtelif devlet kadroları üzerinde gerçekleştirdiği operasyonlar karşılığında, “iktidar paylaşımı”nı talep edince ipler koptu; neticede, AK Parti ile bu cemaat arasında, 17/25 Aralık 2013 ve 15 Temmuz 2016 olayları yaşandı. Bu nedenle, bu cemaat, “FETÖ” adıyla “terör örgütü” olarak tescillendi. Devlet şimdi, 1984’ten beri sürdürdüğü “PKK ile mücadele”ye benzer şekilde, bir de “FETÖ ile mücadele” sürecine girdi.
HUKUKA RAĞMEN ŞERİAT VE HİLAFET GÖSTERİLERİ
Bu arada, özellikle 2017 Anayasa değişikliğinden itibaren, ülkede, dozu giderek artmakta olan Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı faaliyetlerine karşı, güvenlik kuvvetleri ve yargı tarafından, neredeyse hiçbir müdahale yapılmıyor! AK Parti aslında, 2017 Anayasa referandumunda ve sonrasında yapabileceği yasal düzenlemelerle, pek âlâ “Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyete karşı işlenen fiiller”i suç olmaktan çıkarabilirdi; ama, nedense bunu yapmadı! Mevcut Anayasamıza ve Türk Ceza Kanunu ile diğer bazı kanunlara göre, Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyete karşı işlenen fiiller suçtur ve bazı fiiller için, hayli ağır cezalar öngörülmektedir. Ancak, buna rağmen, özellikle 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri’nden sonra, her vesileyle sokaklarda Atatürk’ün manevi hatırasına ve Cumhuriyete karşı, toplu ya da münferit olarak, akıl almayacak derecede fiiller söz konusudur. Son üç aydır, güya Gazze ve Filistin olayları ile perdelenerek, sokaklarda hilafet ve şeriat gösterilerinin artması; dahası, bu gösterilerin polis koruması altında yapılmaya başlanması, son derece düşündürücüdür.
Görünen ve anlaşılan odur ki, AK Parti ve Erdoğan da, “Anayasa’yı ve tüm diğer yasaları, her işine geldiğinde keyfince çiğneme” konusunda, ANAP’ın ve Turgut Özal’ın yolundan gitmektedir. AK Parti hükümetleri döneminde, ANAP’tan farklı olarak bir de (Türkiye İşçi Partili (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay olayında olduğu gibi), işlerine gelmediğinde, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere “yargı kararlarını uygulamamak” gibi bir uygulama ortaya çıktı.
PKK TERÖRÜ İLE OY KONSOLİDASYONU
Öte yandan, geçen seçimler öncesine (ve bilhassa şu son birkaç aya) kadar, yıllardır silahlı eylem konusunda suskun olan PKK’nın (hem de mevsim kış olmasına rağmen), silahlı eylemlerine başlaması ve saldırıların dozunu giderek arttırması da ilginç bir durumdur. Gayet açıktır ki, PKK saldırıları, en çok AK Parti’ye ve MHP’ye (yani Cumhur İttifakı’na) oy kazandırmaktadır; bunun böyle olduğu, daha önceki seçimlerde de defalarca görülmüştür. PKK’ya karşı, şehit cenazelerinde kınama şovları dışında etkili hiçbir çabası olmayan iktidarın, bu konuyu oy konsolidasyonu amacıyla kullanmaktaki performansı dudak uçuklatıcı düzeydedir.
Kısacası, Osmanlı döneminde, padişahlara kardeşlerini ve öz oğullarını bile boğdurtan “iktidar hırsı”, günümüzde de siyasilere, fakir fukara çocuklarının kanlarına ekmek doğratıyor.
______________
(*) Emekli Oramiral Bülent Ulusu’nun Başbakanlığında, 20 Eylül 1980’de kurulan 12 Eylül Hükümeti’nde, her ikisine de “Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı” olarak görev verilen Turgut Özal ve Kaya Erdem, 14.07.1982 tarihinde birlikte istifa ederek, ABD’ye gitmişlerdi. ANAP 20.05.1983’te kuruldu ve 6 ay sonra yapılan seçimler kazandırılarak, tek başına iktidar yapıldı.