Bin yılı aşkın bir zamandan bu yana “Müslüman” denen, ancak, 24 Ağustos 610 tarihinde, Mekke’de (Hira dağındaki bir mağarada) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahyin gelmesi ile insanlara tebliğ edilmesine başlanan ve her şeyi ile tamamı Kur’an-ı Kerîm’de kayıt altına alınmış bulunan “İslam dini”yle, gerçekte hiçbir alakası kalmamış olan, günümüzdeki geri kalmış toplumlardan hiçbir halt olmayacağı, şu son Gazze’deki çatışmalarla bir kez daha ortaya çıkmıştır! Görüldüğü üzere, 3 haftayı aşkın bir zamandan beri, toplam nüfusları 1,5 milyarı aşan 57 sözde İslam ülkesi bir araya gelememiş ve Gazze’deki İsrail katliamlarına karşı, ortak bir tavır ortaya koyamamışlardır.
Türkiye’de sosyal ve konvansiyonel medya mecralarında yapılmakta olan “demagoji ve polemik düzeyini aşmayan” yayınların ve paylaşımların da, meselenin çözümüne katkı sağlamaktan uzak olduğu gayet açıktır. Sokaklarda “Mehmetçik Gazze’ye!” diye bağırtılan insanları, kimlerin hangi maksatlarla provoke etmekte oldukları bir yana, haftalardır, konuyla ilgili uluslararası görüşmelerde, Türkiye’nin dışlanmakta olduğu halkın gözlerinden kaçırılıyor!
2012 yılındaki Gazze saldırılarıyla ilgili açıklamasında “İsrail bir terör devletidir” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 25 Ekim Çarşamba günü, partisinin meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada bir kez daha aynı sözleri tekrar etmesi ve tüm dünyanın terör örgütü olarak nitelediği Hamas için ise, “Hamas bir terör örgütü değil, topraklarını ve vatandaşlarını koruma mücadelesi veren bir kurtuluş ve mücahitler grubudur.” demesi, çok ciddi bir durumdur. Bu tür ifadelerin, dış politika konusunda bazı diplomatik sorunlar doğuracağının düşünülmesi gerekiyor.
GEREĞİ YAPILAMAYACAK SÖZLER SÖYLENMEMELİ!
Madem İsrail bir terör devleti, Türkiye’nin, öncelikle BM nezdindeki 24.03.1949 tarihli “tanıma kararı”nı geri alması; ardından da, Tel Aviv Büyükelçiliğini kapatması ve oradaki diplomatik misyon personelini geri çekmesi ve nihayet, İsrail’in Ankara Büyükelçisini ve Konsoloslarını sınır dışı etmesi gerekmez mi? Öte yandan, Erdoğan’ın bu ifadelerine göre Türkiye, Hamas konusunda da, tüm dünyayı karşısına almış olmuyor mu?
Erdoğan bu sözleri söyledikten sonra, Türkiye’nin İsrail’le normal devletlerarası ilişkilerini sürdürmesi, hangi mantıkla izah edilebilir? Dış politikada ve diplomaside, cümleler kırk kere ölçülür, kelimeler defalarca tartılır, öyle söylenir; söylendikten sonra da, o ifadelerin “gereği” her ne ise o yapılır. Eğer söyler de gereğini yapmazsanız, devlet olarak ciddi prestij kaybına uğrarsınız. Daha sonraki zamanlarda da, uluslararası herhangi bir konuda söyleyeceğiniz sözler, hiçbir ülke tarafından kaale alınmaz!
Bu durumda, yıllardır “yalanlara inanmaya alıştırılmış” olan halkın gözünü boyamak için, içeride üfürükten mitingler yapılır; ancak, bu mitinglerin Gazze’de akmakta olan kanın durdurulmasına zerre yararı olmaz! Meydanlarda boş yere bağırtılmakta olan halk, iktidarın işe yarar bir şeyler yaptığını zanneder ve siyasi otoritenin konforuna halel gelmez. Zaten, bu konuda yapabildikleri başka da bir şey yok! Milletin, hükümetin Filistinliler için bir şeyler yaptığını zannetmesi onlara yetiyor!
TÜRKİYE, NEDEN HİÇBİR KONUDA “OYUN KURUCU” OLAMIYOR?
Türkiye, maalesef Atatürk’ün vefatından sonra (birkaç istisna haricinde), hemen hiçbir uluslararası meselede, kendisi bir oyun kurucu olamadığı (kendi oyununu oynayamadığı) gibi, oyun kurucuları arasında da yer alamamaktadır. Böyle olunca, ancak oyun kurucuların verdikleri rolü oynamaktan öte hiçbir dış politika hareketi de yapamıyor! Peki, bu durum neden böyle? Bu durumu, sadece ekonomik ve askerî güçle izah etme imkanı olabilir mi? Bu durumda, askerî ve ekonomik gücümüz dahilinde cereyan eden hadiselerde, neden kendi oyunumuzu oynayamadığımızı ne ile izah edeceğiz?
Türkiye, dış politikada (ve çoğu zaman iç politikada bile), uluslararası oyun kurucuları tarafından, kendisine, âdetâ birer lütuf olarak verilen rolleri oynamaktan başka, kayda değer hiçbir fonksiyona sahip olmadığı halde, iktidar, nasıl oluyor da yıllardır, halkın neredeyse yarısını, bunun tam tersine inandırabiliyor? Bu, başlı başına araştırılması gereken bir husustur. Peki, Türkiye neden kendisi oyun kurucu olamıyor? İsterseniz, bu konuyu biraz açalım…
Dış politikada dünya devletlerinin ve iç politikada da halkının nezdinde kendi oyununu kurabilmek için, kurulacak oyunla ilgili tüm öncüllere hakim olmak gerekiyor. Yani, daha Çarşambadan (ve hatta Salıdan) Perşembenin geleceğini öngörmek ve Perşembeyle ilgili her şeyi, “azami yarar elde edebilecek” şekilde belirleyebilmek gerekiyor. Bunu yapabilmek için ise, evvel emirde hem devlet ve hem de toplum olarak, rakip ülkelerin yönetimleri ile baş edebilecek düzeyde meslekî kariyere, deneyime ve entelektüel birikime sahip olmak gerekiyor. Bu olmayınca ne yeterli “bilgiye ve deneyime”, ne de eldeki bilgi ve deneyimleri fonksiyonel olarak kullanabilecek “beceriye” sahip olunabiliyor! Sadece Türkiye’nin değil, tüm sözde İslam ülkelerinin bin yıllık ortak sorunu temelde budur.
BİLİM YAPABİLMEK İÇİN, “SİSTEMLİ DÜŞÜNMEK” GEREKİYOR!
Burada isterseniz, konuyu biraz daha açıp, teknik bir tahlile tabi tutalım…
Devletin ve toplumun, yeterli düzeyde bilgiye, deneyime sahip olması ve bu ikisini “azami fayda” üretecek şekilde kullanabilme becerisi, önem arz eder. Bizim gibi geri kalmış toplumlarda, “bilgi” ile “malûmat” aynı zannedilir ve çoğu zaman bu iki kelime, hemen herkes tarafından, birbirlerinin yerine, eş anlamlı olarak kullanılır. Halbuki, bunları birbirinden ayırmak lazım. Malumat, çoğu zaman gündelik hayatla ilgili hususların ifadesinde kullanılan, herhangi bir bilimsel tanım ya da matematiksel ispat gerektirmeyen, yere, zamana, kişilere ve durumlara göre mahiyeti farklı olabilen verilerden oluşur. Halbuki “bilgi” yere, zamana, kişilere ve durumlara göre değişmeyen, bilimsel tanımları olan, matematiksel ispat imkanı bulunan mahiyetleri sabit olan verilerden oluşur.
Geri kalmış toplumlar, bilimsel bilgiye göre yapılması gereken işleri de, çoğu zaman gündelik hayattaki malumatlar düzeyindeki verileri kullanarak yaparlar. Böyle olunca da, hiçbir konuda “bilinenden öteye” gidemezler. Bilinenden öteye gidebilmek için, toplumun ve devletin, bilimsel bilgileri kullanabilen ve bilinenden öteye değişimler yaratabilen güçlü entelektüel kadrolara sahip olması gerekir. Ne var ki, geri kalmış toplumlar, kendi içlerinden böyle karakterlerin yetişmelerine imkan tanımazlar; hasbelkader yetişmiş olanları da, işlevsiz kılmakta, son derece güçlü toplumsal reflekslere sahiptirler.
Bu noktada, “bilgi” üzerinde durmak gerekiyor. Hangi konuda olursa olsun bilgi (yani bilmek) çok “önemli”dir; ancak, asla “yeterli” değildir.
Örneğin, kilerimiz, mahiyetlerine vakıf olduğumuz ya da olmadığımız, envaî çeşit gıda maddeleri ile dolu olsa, ama;
- Gıda maddeleri hakkında gerekli ve yeterli,
- Yemek pişirme becerimiz,
- Hazırlanacak olan sofranın amacına uygun menü düzenlemesi ile ilgili,
- Sofrada yemek servisinin nasıl yapılacağına dair,
bilgilerimiz ile bu işler için yeterli birikime ve beceriye sahip personelimiz yoksa, kilerimizin gıda maddeleri ile dolu olmasının ne anlamı kalır? Böyle bir durumda, amaçlarımıza uygun sofralar kurabilir miyiz?
“SİSTEMLİ DÜŞÜNME” KABİLİYETİNE SAHİP KADROLARIMIZ YOK!
Kilerimizi dolduran gıda maddelerini, ham bilimsel “bilgi” olarak örneklersek; bu bilgilerden, istediğimiz sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek (yani, zengin sofralar kurabilmek) için de, öncelikle eldeki bilgileri (ve o bilgilerle ilgili “belge”leri de) belli standartlarda analiz ve tasnif etmesini bilmeye, sonra da “sistemli düşünme” kabiliyetine ihtiyaç vardır.
Maalesef, Türkiye’deki akademik camianın (ve sözde aydınların da) en temel yetersizliklerinden biri budur! Ünlü düşünürlerimizden Cemil Meriç, “Toplumlar birbirleriyle aydınları ve bilim adamları ile rekabet ederler.” diyor. Son 200 yıldır, Türk aydınlarının, günümüz hakim medeniyetinin sahipleri olan batılılara ayak uyduramamalarının ve onlarla herhangi bir şekilde rekabete girememelerinin temel sebebi, “sistemli düşünme”yi (yani yemek pişirmesini ve servis etmesini) bilmiyor olmalarıdır.
Bizde, hâlâ herkes, sadece herhangi bir konuda “bilgi sahibi olma”nın yeterli olduğunu zanneder ve öyle de düşünür. Bunun yeterli olmadığı, görüldüğü halde, insanlar hâlâ böyle düşünmeye ve zannetmeye devam ediyor. Eldeki bilgilerden azami derecede yararlanabilmek ve “bilgilerden yeni bilgiler üretebilmek” için, önce sahip olduğumuz bilgileri doğru tasniflere tabi tutmamız, analiz edebilmemiz (yani, pişireceğimiz yemeğin malzemesini doğru hazırlamamız) ve üzerinde sistemli düşünmeyi öğrenmemiz lazım.
Tüm bunların yanı sıra, önce bizi doğru anlayabilecek ve kritik edebilecek düzeyde bu hususları bilen, yeterli sayıda yetişmiş başka insanların da olmaları gerekiyor. Onlar olmadığında, emeklerimiz kimse tarafından anlaşılamaz ve takdir edilmez. Çevremizde, yanlışlarımızı görüp uyaracak (ve gerektiğinde düzeltecek) kimse olmadığında, bir süre sonra yanlışlara düşmekten kurtulamayız.
BAŞKALARININ KURUP OYNADIKLARI OYUNLARIN SEYİRCİSİ
Nasıl ki “rakamlar”, “sayılar” ve “dört işlem” bilinmeden “matematik” yapılamıyorsa, bilgileri (ve belgeleri) belli standartlarda analiz ve tasnif etmesini, sonra da “sistemli düşünme” usullerini bilmeden de bilim yapılamaz; bilim olmadan ise, ileri toplumlar ve ülkeler karşısında hiçbir şansımız olmaz!
Bunlar olmadan, bilimsel bilgiler, gündelik malûmatlar düzeyinden öteye anlaşılamaz ve kullanılamaz! Gündelik malumatlarla da, sağlam ve sağlıklı sonuçlara ulaşmak mümkün değildir. Maalesef bu durumun temel sebebi, tüm sözde İslam ülkelerinde olduğu gibi, bizde de yaygın olan “toplumsal cehalet”tir. “Cehalet”, günümüzün sözde İslam memleketlerinin, hem “ortak payda”sı, hem de, adeta “kader”leri gibidir!
İşte, bu nedenledir ki, Türkiye gibi geri kalmış ülkeler, uluslararası alanda hiçbir zaman kendi oyunlarını kuramazlar ve oyun kurucular arasında yer alamazlar. Bu ülkeler, çoğu zaman ülke içi konularda bile kendi başlarına kendi oyunlarını kuramazlar, politika belirleyemez ve uygulayamazlar. Oyun kurucu ülkeler, gerekli gördüklerinde, iç politika oyunlarını da kurdukları ülkeleri, hiçbir zaman aralarına almadıkları gibi, çoğu zaman “oyuncu” kadrolarına bile koymazlar!
Halihazırda, dünya gündeminin en sıcak konularından biri olan ve bizi de yakından ilgilendiren Filistin meselesinde de olduğu üzere, Türkiye’ye ancak, başkalarının kurdukları ve oynamakta oldukları oyunun “seyirci”leri arasında, yani tribünde yer verilir.