Eski Yunan filozoflarından Platon (MÖ 428-348), Anadolu’da ve Yunanistan’da şehir devletlerinin yaygın olduğu o yıllarda, “Atina demokrasisi”ni eleştirirken, “toplumsal bilincin yeterince gelişmediği durumlarda, devlet yöneticilerinin, halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden, en cahil ve en aptal kesimler tarafından belirleneceğini”, uzun uzun anlatmıştır. 19. yüzyılda bu konu üzerinde kafa yoran ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzsche (1844-1900) de, modern toplumlardaki sosyal dinamiklerden hareketle, Platon’u destekleyen açıklamalar yapmıştır.
DOĞULU (MÜSLÜMAN) VE BATILI (HRİSTİYAN) TOPLUMLAR
Başta Türkler ve Araplar olmak üzere, kendilerini “Müslüman” olarak niteleyen “doğulu” toplumlar, 12. yüzyıldan bu yana, İmam-ı Gazzali’nin (1058-1111) etkisiyle, felsefe ile olan ilişkilerini kestiklerinden, bu toplumlarda “sistemli düşünme” kabiliyeti gelişmemiştir. Dolayısı ile, Müslümanlar arasında 900 yıldır, Endülüs’te (İspanya ve Portekiz) Ebü’l Velid Muhammed ibn Rüşd (1126-1198) ve Muhyiddin ibn Arabî (1165-1198) ile kuzey Afrika’da İbn-i Haldun (1332-1406) dışında, evrensel düzeyde bilim insanı yetişmemiştir. Tarihinde, “toplumsal aydınlanma” anlamında hiçbir sistemli sürecin yaşanmadığı Türklerde, maalesef, bugüne kadar, demokrasinin gerektirdiği olgunlaşma sağlanamamıştır.
Rönesans’tan (14. ve 17. yüzyıllar arası) itibaren, üzerlerindeki Kilise hegemonyasını kırmaya başlayan “Hıristiyan”, yani “batılı (Avrupalı)” milletler, Müslüman Endülüs kütüphanelerinden elde ettikleri Arapça ve Farsça kitaplardan, Yunan medeniyetini ve o medeniyetin filozoflarını, bilim adamlarını ve sanatçılarını keşfettiler. Avrupalılar böylece, sistemli düşünmeyi öğrenmeye başladılar. O dönemlerde, batılı ülkeler nezdinde İslam dünyasını temsil eden Osmanlı devletinin ise, siyasî ve askerî bakımlardan, dünyanın en güçlü ülkesi olmasına rağmen, toplumsal aydınlanma anlamında hiçbir sistemli yapılaşması yoktu.
O yılların Avrupalı devletleri ise, Osmanlı’ya kıyasla hem küçük ve güçsüz, hem de zaten kendi aralarında (20 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları vb. gibi) bitmez-tükenmez kavgalar ve savaşlar içindeydiler. Dolayısı ile Osmanlı Devleti karşısında dayanabilecek şansları pek olmuyordu!
“İMPARATORLUK” DÖNEMİNİN SONU VE “MİLLİ DEVLETLER”
Ancak, Avrupa toplumlarında, bilime ve felsefeye olan merak giderek güçlenmeye ve ortaya somut sonuçlar konmaya başlanmıştı. İlk ve en önemli gelişme, okyanus aşırı gemi seyahatlerinin mümkün hale gelmiş olmasıdır. O dönemlerde, Akdeniz ve Karadeniz dışında deniz bilmeyen, Hint Okyanusu’nda ise, “kıyı gemiciliği”nden öteye geçemeyen Türk denizciliği, dünya denizlerinde üstünlüğü Avrupalılara kaptırmakta olduğunu yüzyıllar boyunca fark etmemiştir bile. Aynı şekilde, 18. ve 19. yüzyıllarda, Avrupa ülkelerinde meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler de, Osmanlı aydınları ve devlet ricali tarafından yeterince algılanamamıştır!
Avrupalılar 18. yüzyıldan itibaren, 1789 Fransız İhtilali’nin de etkisiyle, kendi milli devletlerini kurmaya başladılar. Bilhassa 18. yüzyıl ortalarından itibaren, artık “imparatorluklar çağı”nın sona ermekte olduğu o yıllarda Osmanlı devleti, başta ekonomi olmak üzere, hemen her bakımdan çöküş dönemine girmekteydi. Bunun farkında olan padişahlar ve devlet ricalinin düşünebildikleri tüm tedbirler, “imparatorluğun sürdürülmesi”ne matuftu.
Nitekim, 19. yüzyıl sonlarında, ülkedeki yüzlerce yabancı okullarda yetiştirilen gayri Müslim ve gayri Türk gençler, kendi etnik milliyetçilik hareketlerini başlattıklarında, Osmanlı aydınları ve sarayı bu duruma, “Ümmetçilik” ve “Osmanlıcılık” fikirleri ile karşılık vermeye çalıştılar. Başka türlüsünü de yapamazlardı; çünkü, “imparatorluğun devamı” için, “milliyetçilik” uygun bir fikir olarak görünmüyordu. Hem, topraklarında 72 buçuk milletin yaşadığı bir ülkede, hangi etnik kökene dayalı milliyetçilik yapılabilirdi?
Evet, belki 13. yüzyıl sonlarında (1299’da) devleti kuran Türklerdi; ancak, 19. yüzyıla gelindiğinde, ülkedeki Türkler, “Etrak-ı bî-idrak (Aptal Türkler)” denilen, üstelik Anadolu’da sürekli olarak, irili-ufaklı isyanlar çıkaran, “zararlı” insanlardı(!) Ne var ki, imparatorluk bünyesindeki diğer milletler, ardı ardına Osmanlı Sarayı’na isyan etmeye ve imparatorluktan topraklar kopartarak (Yunanistan, Bulgaristan vb. gibi) kendi milli devletlerini kurmaya başlamışlardı.
OSMANLI DEVLETİ, AVRUPA’DAKİ BİLİMSEL GELİŞMELERİ FARK EDİYOR!
Bu arada, Avrupa ülkelerindeki bilim ve teknolojiyi ülkeye getirebilmek için, padişah II. Mahmut (saltanatı: 1808-1839) döneminde, çoğu Fransa’ya olmak üzere, Avrupa ülkelerine öğrenci gönderilmeye başlandı. Ne var ki, Avrupa’yı hiç görmemiş olan devlet ve saray ricali, Avrupa ülkelerine gönderilen bu gençlerdeki değişimi doğru değerlendirememişler ve bu gençlerle kavgaya tutuşmuşlardı.
Ancak, bir kere ok yaydan çıkmıştı ve bu öğrenciler, Avrupa’daki özgürlüğün ve medeniyetin tadını almışlardı! “Jön Türkler” olarak adlandırılan bu gençler hızla örgütlendiler ve mücadeleye başladılar. Saray, elindeki devlet imkanları ile bu gençleri ezmeye ve sindirmeye çalıştı; tabii, başarılı olamadı. Sarayın baskıları arttıkça bu gençler daha da radikalleşiyor ve saraya düşman hale geliyorlardı.
“İTTİHAT VE TERAKKİ”NİN ORTAYA ÇIKIŞI VE İKTİDARA GELİŞİ
Önceleri sadece sosyal ve kültürel alanda kendilerine alan açmaya çalışan bu gençler, zamanla radikalleştiler ve 1889’da, “Türk milliyetçiliği” düşüncesine dayalı olarak, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”ni kurarak, mücadelelerini siyasî alana taşıdılar. Daha sonra “İttihat ve Terakki Fırkası” adı ile siyasete giren ve 1908’de, Meclis-i Mebusan’ın desteğiyle II.Abdülhamit’i devirerek, ülkede iktidarı ele geçiren bu gençler, maalesef, kendilerine ideal olarak seçtikleri istikamette başarı gösteremediler. Çünkü, hepsi çok genç ve “devlet yönetmek” için gerekli olan yeterli düzeyde bilgiye ve deneyime sahip değillerdi.
Osmanlı Devleti, 1854’ten beri (8’i Rotschildlerden olmak üzere, toplam 15 kez) yabancı ülkelerden aldığı borçları ödeyemediğinden, 1875’te “moratoryum (iflas)” ilan etmişti ve 1881’de ülkenin tüm gelirleri, “Duyûn-ı Umûmiye” denilen, “alacaklı ülkelerin komiserlerinden oluşan” bir idarenin elindeydi. Neticede 1914 yılında I. Dünya Savaşı çıktı ve Osmanlı Devleti’nin savaştığı cephelerle ilgili olarak, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihat ve Terakki Fırkası (partisi) tamamen dağıldı. Devamında Yunan, İngiliz, Fransız ve İtalyan (13 Kasım 1918’de İngilizler İstanbul’u ve 16 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’i) işgalleri geldi.
Osmanlı Sarayı ile Ümmetçiler ve Osmanlıcılar bu işgalleri kabullenerek, kendilerine, İngiltere himayesinde bir gelecek hayalleri kurmaya başladılar. Ancak Anadolu’da, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yaktıkları bağımsızlık ateşi, onların bu hayallerinin sonunu getirdi. Bu arada imzalanan Sevr Antlaşması (10.08.1920) da, “Mîsak-ı Millî” ile belirlenen ve ilan edilen sınırları esas alarak, “Anadolu Türklüğü’nün bağımsızlığı” davası ile ortaya çıkan Türk Kuva-yı Milliye’si tarafından çöpe atıldı.
1918’DE BAŞLAYAN KAVGA DEVAM EDİYOR
I. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, Osmanlı Devleti içerisinde, bir tarafta, işgalcilerle ve sarayla işbirliği yapan “Osmanlıcı ve Ümmetçi (Mandacılar)” kesimler ile diğer tarafta Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının önderliğindeki “Türk milliyetçileri” arasında 1919 yılında başlayan asırlık kavga, maalesef bugün de devam etmektedir. Dönemsel şartlara bağlı olarak, taraflarda bazı farklılaşmalar söz konusu olsa da, kavganın ana dinamikleri tamamen aynıdır, değişmemiştir. Yine bir tarafta, İsrail-ABD ortak projesi BOP’un Eşbaşkanı ve avanesi, diğer tarafta ise, Türk milliyetçileri…
Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanıp, Cumhuriyet’in kurulması ile, ülkedeki mandacıların sesleri-solukları kesildi. Ancak, 4-5 yıl sonra, Cumhuriyet’e karşı dini argümanlar ileri sürerek, örtülü mücadelelere başladılar. Elbette, evveliyatları çok iyi bilinen bu mandacılar, Cumhuriyet’in kurucuları tarafından kolaylıkla bertaraf edildiler. Atatürk’ün vefatından 9 ay sonra (01.09.1939’da) çıkan II.Dünya Savaşı’nın ülkemiz üzerindeki olumsuz etkileri karşısında, İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyetçi kadro çok büyük zorluklar çekti.
Bu süreçte, CHP içinde ortaya çıkan bazı gruplar, popülist söylemlerle, sanki dünyada her şey güllük gülistanlıkmış da, sadece Türkiye’de zorluklar varmış gibi, halkı İnönü ve ekibine karşı kışkırtıyorlardı! Savaşın bitiminden sonra, TBMM’de, “toprak reformu” ile ilgili kanun tasarısının görüşüldüğü günlerde, İnönü muhalifi olan bu grup, verdikleri “Dörtlü Takrir (07.07.1945)” denen bir protesto uyarısı ile partiden ayrılarak, 7 ay sonra (07.01.1946’da) Celal Bayar ve Adnan Menderes öncülüğünde Demokrat Parti (DP)’yi kurdular. Böylece, eskinin mandacıları, kendisi de aslında Kuva-yı Milliyeci ve İstiklal Savaşı kahramanlarından olan Celal Bayar’ın liderliğinde (23 yıl sonra), ilginç bir şekilde, Türk siyasetinde yeniden ortaya çıkmış oldular.
Bundan sonraki gelişmeleri, birkaç hafta önceki “Oligarşik Partilerle ‘Demokrasi’ olur mu?” başlıklı yazılarımızda detayları ile anlatmıştık!
BU KAVGA, GELECEKTE DE AYNI ŞEKİLDE DEVAM EDECEKTİR!
Türkiye, gerek jeopolitik konumu ve gerekse tarihsel mirası sebebiyle, başta ABD ve diğer batılı ülkeler olmak üzere, dünyanın belli başlı ülkeleri ile sert mücadelelerden kurtulamaz! O nedenle, gerek toplumsal ve gerekse siyasi yapısını, “milli kimlik” üzerine ve devletini de “milli egemenlik (üniterlik)” ilkesine göre kurmak zorundadır. Tarihsel ve dönemsel çıkarları, doğrudan ya da dolaylı olarak, Türkiye’nin yer aldığı konumla ilişkili olduğu durumlarda, her ülke, Türkiye’ye karşı “rakip (ya da düşman)” olmak zorundadır. Ne diyordu İbn-i Haldun, dünya tarihini kapsamlı olarak kaleme aldığı 7 ciltlik Kitâbu’l İber adlı eserinin ilk cildi olan Mukaddime’de: Coğrafya kaderdir!
Biz, millet olarak, bu kaderden kurtulamayacağımıza göre, bu gerçeği de asla aklımızdan çıkaramayız ve çıkarmamalıyız da! Geçmişte olduğu gibi, bugün ve yarın da, daima Türk milliyetçileri ile (dönem dönem farklı ad ve şekillerde de olsalar) mandacılar, bu ülkede hep kavga halinde olacaklardır. Siyasi parti taraftarı olmak, herhangi bir futbol kulübü taraftarı olmaktan farklıdır. Türkiye’deki siyasi partiler her ne kadar kendilerini farklı söylemlerle ifade etseler de, bunların hangilerinin “milli egemenlik”, hangilerinin “mandacılık” taraftarı olduklarını ayırt etmek, bizler için hiç de zor olmamalıdır.
1919-23 yıllarının Kuva-yı Milliyeci ailelerinden gelenlerin torunlarına, mandacı partilerin taraftarlığı yakışmaz! Cumhuriyet’i kuran dedelerimizin torunları olarak, bizler de, Celal Bayar gibi (maalesef, İnönü ile olan rekabeti, Bayar’ın mandacılara katılmasına sebep olmuştur), mandacılarla aynı yollarda yürüyemeyiz ve yürümemeliyiz de!..