Türkiye’de, 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği referandumu ile “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçilmesi kabul edildi. Ancak, iki ay önce (24 Ağustos 2007’de) TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Abdullah Gül’ün görev süresinin bitimine kadar, Cumhurbaşkanının, siyasi partiler nezdinde “tarafsız” olduğu “Parlamenter Sistem” devam etti. 29 Haziran 2014 tarihinde ise, Türkiye’de ilk kez halk tarafından (aynı zamanda AK Parti Genel Başkanı olan) Recep Tayyip Erdoğan, 5 yıllığına, “partili Cumhurbaşkanı” olarak seçildi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi fiilen yürürlüğe girmiş oldu.
Halkımızın altında ezildiği, ağır ekonomik şartlar ve (iktidar tarafından yarısı saklanmaya çalışılsa da, halkın her an yüz yüze olduğu) %130’ları aşan enflasyondan kaynaklanan sorunlar, hemen tüm medya mecralarında sürekli yazılıp-çiziliyor. O nedenle, biz bu yazımızda, yaşanmakta olan tüm sorunların temel sebebi olarak gördüğümüz, ülkemizdeki siyasi rejimi sorgulamaya çalışacağız.
TÜRK MİLLETİ, SİYASETİN KONTROLÜNÜ NASIL KAYBETTİ?
Erdoğan’ın partili cumhurbaşkanı olarak göreve başladığı günden bu yana, devlet sistemimizde “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ortadan kaldırıldığından, maalesef ülkemiz, devlet icraatları bakımından, giderek demokrasiden ve laiklikten uzaklaşmaya başladı! Çünkü, devleti meydana getiren ve Türk milleti adına birbirleri üzerinde “denetim” fonksiyonları bulunan “Yasama, Yürütme ve Yargı” erkleri, adeta tek başına Erdoğan’ın eline teslim edilmiş oldu! Modern devlet anlayışında, bu durumun hiçbir karşılığı olmadığı gibi, bu durum gerek içerideki işlerin yürütülmesinde ve gerekse dış ilişkilerde karşı karşıya bulunduğumuz sorunların başlıca sebebidir.
Nitekim, Anayasamıza ve yürürlükteki kanunlarımıza göre hâlâ suç olan Atatürk, cumhuriyet ve laiklik karşıtı söylem ve eylemler, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu günden bu yana, pervasızca artmaya devam ediyor! Dahası, tamamı suç olan bu söylem ve eylemlere, iktidarın açıkça destek veriyor olması ise, kabul edilecek bir durum değildir.
TÜRKİYE “CUMHURİYET” Mİ, YOKSA “PARTİ DEVLETİ” Mİ?
Türkiye Cumhuriyeti, maalesef, giderek bir “parti devleti”ne dönüşüyor. AK Parti yönetim kademelerinde alınan kararlar, adeta “devlet uygulamaları” olmaya başladı. Devleti meydana getiren üç erkten sadece “Yürütme”yi teşkil etmesi gereken iktidar partisi, bugün Yasama ve Yargı erklerini de, neredeyse kayıtsız şartsız kontrolü altına almış bulunuyor. Bu ise, vatandaşların, devlete olan güvenlerini ciddi bir şekilde yıpratmaya devam ediyor. Bilhassa yargı sisteminin ve mensuplarının siyasallaşmaları, milletimizin ve ülkemizin geleceği açısından çok büyük bir tehlikedir. Ne pahasına olursa olsun, halkın hukuka sahip çıkması ve bu dejenerasyona müsaade etmemesi gerekiyor.
Bu arada, iktidar cenahında konumlanan ve ülkede, kendilerince güç sahibi olduklarını vehmedenler, işlerine geldiği hallerde,başta Anayasa olmak üzere, “yürürlükteki kanunları çiğneme hakkı”na sahip olduklarını düşünüyorlar. Bizzat Erdoğan (işine gelmediği her durumda), ülkemizdeki “en üst yargı mercii” olan Anayasa Mahkemesi’ni ve kararlarını dahi tanımadığını defalarca ifade etmiştir. “Balık baştan kokar” misali, Erdoğan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımadığını söylediğinde, AK Parti’nin diğer yetkilileri ve görevlileri de, doğal olarak, sair mahkemelerin kararlarına uymama hakkına sahip olduklarını düşünmeye başlıyorlar! Devlet kavramı açısından düşündüğümüzde, bu durum, hiçbir hal ve şart altında kabul edilemez!
İKTİDAR ÜZERİNDE, MİLLET ADINA DENETİM İMKANI YOK!
Bugün gelinen noktada, Türkiye’de iktidarın icraatları üzerinde etkili denetim yapabilecek hiçbir mekanizma kalmamıştır! Şeklen varlıkları devam eden sözde “muhalefet” partilerinin ise, siyasi açıdan, iktidar üzerinde, neredeyse hiçbir denetim fonksiyonları ve güçleri kalmamıştır. On yıldır, Türkiye’yi adeta tek başına yönetmekte olan Erdoğan, kendisinin ve partisinin, neredeyse hiçbir kanunla bağlı olduğunu düşünmüyor gibidir.
Eğer bir ülkede, “Yürütme (yani iktidar)” üzerinde, millet adına etkili denetim mekanizmaları yoksa, içeride toplumsal düzende ortaya çıkacak sorunlar bir yana, o ülkenin dış politikası da, kaçınılmaz bir şekilde iflasa mahkum olur. Çünkü, devletin diğer devletlerle olan ilişkileri, “devletten devlete” ve taraf devletlerin hukuk sistemlerine uygun olmaktan çıkar ve içerideki denetimsiz iktidarların, devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, tüm ilişkileri “hükümetten devlete” şeklini alır. Böyle bir durumda, iktidar, devletin kayıplarını önleyemeyeceği gibi, devletten taviz vererek, kendi çıkarlarını koruma imkanlarına sahip olur.
ÇOK BİLİNEN, ANCAK “KABUL EDİLEMEZ” İKİ ÖRNEK!
Sadece örnek olması bakımından, burada Rahip Bronson’un ABD’ye iade edilmesi ve muhalif Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti konularını hatırlatmak isterim. Erdoğan, kameralar karşısında, her iki konuda da defalarca “olumsuz” ifadeler kullandığı halde, hem Bronson ABD’ye, hem de Kaşıkçı cinayeti ile ilgili orijinal deliller Suudi Arabistan’a verildi ki, her iki durum da yürürlükteki kanunlarımıza aykırıdır. Dahası, Erdoğan, bu ve benzeri olaylarla ilgili 180 derecelik dönüşler yaptığı durumlarda, halka hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymuyor! Ne var ki, halk da muhalefet de bu konuda Erdoğan’ı sorgulamıyor, “Arkadaş, sen dün kesinlikle vermeyeceğini söylüyordun, kanunlarımız da zaten buna imkan vermiyor! Daha sonra ne oldu ve hangi kanuna dayanarak bunları verdin?” diye sormuyor!
Dış politikada ve dış ticarette, halka hiçbir bilgi verilmeden, işlerine geldiği hallerde ise, kanunları hiçe sayarak yapılan işlerin haddi hesabı yok. Bu işleyişte, halk ve devlet sürekli kaybederken, iktidar mensuplarının şahsi servetlerinde ölçüsüz artışlar meydana geliyor; her şey ortada olduğu halde, kimsenin umursadığı da yok sanki! Bu konuda AK Parti iktidarında irili-ufaklı sayısız örnekler vardır ve eminim, birçoğunu, sizler de bizzat biliyorsunuzdur.
KAMYONCULUKTAN TIR FİLOSUNA…
Balıkesir’de çok konuşulan örneklerden birinde ise, AK Parti’de siyaset yapmaya başladığında, sadece tek bir kamyonu olan birinin, bugün büyükçe bir TIR filosu sahibi olduğu iddia ediliyor. Eskiden bu tür bir söylenti nadiren çıkar ve çıktığında da, devletin ilgili birimleri gereğini yapardı; şimdi ise, bu tür konular alelade gündelik muhabbet konuları olarak konuşuluyor ve kimse umursamadığı gibi, devletin ilgili olmaları gereken mercileri de hiçbir işlem yapmıyor! Balıkesir’deki çok yaygın bir diğer söylenti ise, il genelinde, belli bir rakamın üzerinde olan kamu ihalelerinin, bir bakana ait şirkete verilmekte olduğu yönündedir. Bu tür söylentilere konu olan kişilerin, bu iddiaları hiç üzerlerine alınmamaları ve işlerine devam ediyor olmaları ise ayrı bir garabettir.
Geçmiş dönemlerde, önceden AK Parti’li olup el değiştiren (örneğin İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinde) belediyelerde, önceki dönemde yapılmış olan yolsuzluklarla ilgili suç duyurularının, mahkemelerce işleme alınmıyor olması, bir diğer vahamettir. Bu tür olaylar ve söylentilerin, vatandaşlar üzerinde, ülkede yürürlükte olan hukuk ve yargı mercileri bakımından çok ciddi sakıncalar doğuracağını söylemek kehanet değildir. Yani, eğer bu ülkede iktidar yandaşları tarafından yapılan kanuni ihlaller ve yolsuzluklarla ilgili olarak, gerekli işlemlerin yapılmadığı inancı toplumda yaygınlaşırsa, bunun doğuracağı mahzurların altından kalkılamaz!
Hz.ALİ: DEVLETİN DİNİ “ADALET”TİR!
Başta iktidar mensupları ve yandaşları olmak üzere, her kiminle ilgili olursa olsun, topluma yansıyan yasadışı iş ve işlemlerle ilgili söylentilerin, devletin ilgili mercileri tarafından re’sen araştırma konusu yapılması ve halka gerçeğin açıklanması yükümlülüğü, öncelikle iktidar mensuplarına aittir. Maalesef, AK Parti döneminde bu hususlar pek de ciddiye alınmıyor; ancak, kendi aralarında bir hak paylaşımı sorun olduğunda, konular mahkemelere yansıyor gibidir.
Hırsızlık, yolsuzluk, ülkeyi ve devlet mallarını talan iddialarının ayyuka çıktığı bu dönemde, son birkaç yıldır, kamu imkanları ile beslenmekte olan bazı dinci örgütlerin sokaklarda topladıkları bazı sun’î kalabalıklar tarafından, “hilafet ve şeriat” naraları atılıyor. Bu güruhlara göre, devletin dini İslam olmalıymış! Halbuki Hz.Ali (r.a.), “Devletin dini adalettir.” ve Hz.Ömer (r.a.) de, “Adalet mülkün (devletin) temelidir.” demişlerdir. Toplumsal işlerde ölçü, eğer İslam dininden alınacaksa (ki, mevcut yasalarımıza göre bu imkansızdır), İslam tarihinin en büyük iki isminin (yani, 4 halifenin ikisi), devlet ve adalet konularında bu söylediklerine ne diyeceğiz?
HALKIN CEHALETİNİ SERMAYE OLARAK GÖREN EMEVÎ DÜZENİ
Ne var ki, son Halife Hz.Ali’den iktidarı zorla gasp ederek (Hicrî 41/Milâdi 661), “Bizans usûlü hanedan saltanatı(*)” rejimini kuran Muaviye ve oğlu Yezit, İslam toplumu nezdinde karşı karşıya kaldıkları “siyasi meşruiyet sorunu”nu aşmak için, şeytanın bile akıl edemeyeceği, temeli “Arap kavimciliği” olan, iki aşamalı bir yol buldular:
- Eli kalem tutanlara para vererek, işlerine geldiği ifadelerin yer aldığı sahte hadisler yazdırmak. (Yarım asır sonra, Emevilerin son yıllarında, İmam-ı Âzam Ebû Hanife, ilk kez bu sözde hadislere karşı çıkmış ve bedelini hayatı ile ödemiştir.)
- Olabildiğince “büyük camiler” yaptırarak, buralara yerleştirdikleri (imam, müezzin vs.) maaşlı görevlilere, cahil halka, bu sözde hadislere dayalı yeni bir din (aslında “siyasi saltanat ideolojisi”ni) anlattırmak.
Kabul etmek lazım ki, Muaviye ve Yezit, bu konuda akıl almaz bir başarı elde ettiler. Böylece, İslam dünyasında, “halkı cahil bırakarak, saltanat sahipleri tarafından din diye anlattırılan siyasi ideoloji ile ülke yönetme” anlayışı doğmuş oldu. Maalesef, bu anlayış, Emevilerden sonra Abbasilerden itibaren, tüm sözde Müslüman saltanat sahipleri tarafından halka karşı kullanılmış ve hâlâ da birçok ülkede kullanılmaktadır.
“ŞERİAT VE HİLAFET” Mİ, YOKSA “EMEVÎ ARAPÇILIĞI” MI?
İşte, günümüzde sözde “İslami devlet düzeni” istediklerini söyleyenlerin asıl istedikleri, temeli Arap kavimciliği olan ve (Kur’an-ı Kerim’e değil) düzmece hadislere dayandırılan, bir şekilde Osmanlı Devletine kadar devam eden bu Emevi düzenidir.
Maalesef, İslam teolojisi ve felsefesi konularında çalışmakta olan sözde Müslüman bilim adamları bugüne kadar, içinde bulunduğumuz dünyayı dine göre anlatma ve açıklama becerisini ortaya koyamamışlardır. Durum böyle olunca da, halkın cehaletini fırsat bilen birtakım madrabazlar, Kur’an ayetlerini, Muaviye’den kalma sözde hadislere göre halka anlatarak, kendi ölçeklerinde saltanatlar kurabilmektedirler. Şimdi, birileri, bu saltanatı ülke geneline taşıma gayretleri gösteriyor ve maalesef iktidar da bunların önlerini açık tutuyor… Yürürlükteki yasalara rağmen, tarikat ve cemaatler şeklinde örgütlenmiş olan bu sahtekarlara karşı hiçbir işlem yapılmıyor.
Not: Ramazan Bayramınızı kutlar, esenlikler dilerim…
_____________
(*) Buradaki “Bizans usûlü” ifadesi, Hz.Ali (r.a)’nin büyük oğlu Hz. Hasan (r.a.)’a aittir. Hz.Hasan bu ifadeyi, Muaviye’nin, kendisinden sonra, saltanat tahtına oğlu Yezit’in geçmesi hususunda, Medine’ye gönderdiği “Biat Hey’eti”ne karşı söylemiştir. Nitekim, Medine’nin Yezit’e biat etmemesi üzerine, Müslim ibn Ukba komutasında gönderilen ordu tarafından Medine yağmalanmış (Harre Savaşı-27.08.663), Yezit’in askerleri tarafından, tüm kadınlara tecavüz edilmiş; bu tecavüzlerden doğan çocuklara ise “Evlâdü’l Harre” denilmiştir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/harre-savasi)