Bilindiği üzere, dış politikada, Nisan ayının en önemli olayı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY), Orta Asya’daki dört Türk devleti (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan) ile bir de Tacikistan tarafından, meşru “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınması ve karşılıklı olarak büyükelçilerin atanmasıdır. GKRY’ni tanıyan ülkelerin, Türkiye’yi Kıbrıs’ta “işgalci” olarak gördüklerini açıklamaları ise, ayrı bir vahamettir.
Eski Sovyetler Birliği (SSCB)’nin, 26 Aralık 1991 tarihinde dağılmasından sonra bağımsızlıklarını ilan eden, yukarıda adları yer alan Türk Devletleri ve Tacikistan, o günden bu yana 35 yıldır, başta Kıbrıs olmak üzere, dış politikalarında Türkiye ile çelişebilecek adımlar atmama konusunda, büyük hassasiyet ve özen gösterdiler. Çünkü, Kıbrıs adasının (jeostratejik konumu sebebiyle) Türkiye için ne derece önemli ve vazgeçilemez olduğu, her türlü tartışmanın ötesinde, herkes tarafından gayet iyi bilinen bir husustur. Adadaki Türk nüfus ise (Türkiye açısından), adanın önemini bir kat daha arttırmaktadır.
Ancak Türkiye’nin, kısaca “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri” olarak adlandırdığımız bu ülkelerin, kendi dış politikaları ile çelişmeme tutumlarının, zamanla elbette bazı maliyetlerinin olacağını düşünmesi gerekiyordu. Ne var ki, bu konuda, Türkiye’nin gerçekçi ve akılcı bir tutum içinde olduğu söylenemez. Halbuki, dış politikada ve ülkeler arası ilişkilerde, “somut çıkarlar”ın, psikolojik faktörlerden çok daha önemli ve öncelikli olduğu, herkes tarafından bilinen ve kabul edilen temel bir husustur. Buna rağmen, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, 30 yılı aşkın bir zamandan beri, dış politikalarında, “Türk olmalarından kaynaklanan” psikolojik faktörleri, somut çıkarların önünde tutmaya olabildiğince devam ettiler. Bunun sebebinin, bahse konu ülkelerin halkları arasındaki kardeşlik bilincini geliştirmek olduğu açıktır.
TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI VE BOP
03 Ekim 2009 tarihinde, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan’ın katılımlarıyla, Nahçıvan’da (Azerbaycan) gerçekleştirilen “Türk Devlet Başkanları Zirvesi”nde imzalanan Nahçıvan Anlaşması’yla “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi”, Kasım-2021’den bu yana “Türk Devletleri Teşkilatı” adıyla anılmaktadır (*). Ne var ki bu oluşum, üye ve gözlemci ülkeler arasındaki ilişkilerin ötesinde, Birleşmiş Milletler nezdinde ve uluslararası alanda pek etkili olamamıştır.
Gerek bir ABD-İsrail-İngiltere projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” kapsamında ve gerekse Ukrayna-Rusya Savaşı bağlamında bölgemizde ve dünyada meydana gelen gelişmeler, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ile ABD, İngiltere ve Rusya arasındaki ilişkilerde hayli önemli değişikliklere sebep olmuştur. 20 yıldır, BOP kapsamında atılan adımlar nedeniyle, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde, önemli ölçüde gücünü yitiren AB ülkelerinin, son 5-6 yıldır ABD, Rusya ve Çin’in rekabet alanlarından biri olan Orta Asya bölgesine yöneldikleri görülüyor. İşte, bugün (Azerbaycan dışında) Orta Asya Türk devletleri tarafından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, “meşru Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınması, Yunanistan’ın talepleri doğrultusunda, AB’nin bölgede attığı adımların önemli sonuçlarından biridir.
Millet olarak biz, Ekrem İmamoğlu operasyonu ile meşgul edildiğimiz sırada, geçtiğimiz 03-04 Nisan günlerinde, Özbekistan’ın Semerkant şehrinde gerçekleştirilen “AB ile Orta Asya Ülkeleri Zirvesi”nden, hiç haberimiz bile olmadı! Zirvenin sonuç bildirisinde, BM Güvenlik Konseyi’nin, KKTC ve Türkiye aleyhine olan kararlarına atıf yapılması, son derece dikkat çekicidir. Atıfta bulunulan BM Güvenlik Konseyi’nin, 18 Kasım 1983 tarihli 541 ve 11 Mayıs 1984 tarihli 550 sayılı kararlarında, “Kıbrıs adasında, bizim GKRY olarak adlandırdığımız yapının dışında kalan herhangi bir hükumetin meşru kabul edilmemesi ve tanınmaması” çağrısı yer alıyor. Semerkant Zirvesi’nden sonraki bir hafta içinde, Türk Devletleri Teşkilatı üyelerinden üçü ve bir gözlemci ülkenin ardı ardına, GKRY’ni (AB’nin “12 milyar Euro destek” vaadi üzerine), meşru Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıdıklarına dair kararları açıklandı ve akabinde de hemen büyükelçi atamaları gerçekleşti.
AB’nin vereceği bu para, çok büyük bir ihtimalle, GKRY’ni tanıyan bu beş devlet tarafından, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, dünyaya ilk kez 2013 yılında açıkladığı, “Orta Kuşak ve Yol” adlı, “Çin’den Avrupa’ya otoyol ve çift taraflı demiryolu” projesi için kullanılacaktır. “Modern İpek Yolu” olarak bilinen ve öngörülen güzergah üzerinde yer alan devletlerin katılmaya çağrıldığı bu proje ile, doğu-batı ekseninde, Rusya üzerinden geçen “Kuzey Koridoru”nu ve İran üzerinden geçen “Güney Koridoru”nu büyük ölçüde işlevsiz kılınarak, Avrupa’yı, Türkiye’yi, tüm Orta Asya ülkelerini ve Azerbaycan’ı, Afganistan ve Pakistan’dan üzerinden, Çin’e bağlanması hedeflenmektedir. Adları geçen bu ülkelerin, Çin’in bu projesine karşı olmadıkları; ancak, proje maliyetleri ile ilgili bazı tereddütlerinin olduğu biliniyor. İşte AB, Semerkant Zirvesi’nde, bu tereddütleri büyük ölçüde ortadan kaldırırken, tüm bu devletleri, Kıbrıs konusunda, Yunanistan ve Rumların tarafına konumlandırmayı başarmıştır.
TÜRKİYE’NİN, BU GELİŞME ÖNCESİNDE HİÇ Mİ HABERİ YOKTU?
Peki, Kıbrıs’la ilgili tüm bu gelişmeler olurken, Türkiye nerededir? Maalesef bu konuda kimsenin, sağlıklı hiçbir bilgisi bulunmuyor! Çünkü, kendi kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde gören ve önünde tutan iktidar mensupları (ve destekçileri), ülkemizin geleceğini ilgilendiren hususlarda, hiçbir zaman halkı bilgilendirme ihtiyacı duymuyorlar. Gayet açıktır ki, dış politikada en önemli manevra alanımız olan Türk Devletleri Teşkilatı’nın 5 üyesinden 3’ü ve gözlemci ülkelerden 1’i, artık Türkiye’yi, Kıbrıs’ta resmen “işgalci” olarak görüyor. Bu durumda, Türk Devletleri Teşkilatı’nın, Türkiye açısından herhangi bir anlamı kalıyor mu? Bu arada, GKRY’ni henüz tanımayan Azerbaycan’ın, bu tutumunu ne zamana kadar sürdürebileceği zannediliyor acaba? Yıllardır Türk halkına “kardeş ülkeler” olarak anlatılmakta olan bu beş Orta Asya ülkesinin, Kıbrıs konusunda attıkları bu adımla ilgili olarak, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, iktidarı ve muhalefeti ile Türkiye’den tek kelime açıklama yapılmaması ve gerekli tepkilerin dile getirilmemesi ne anlama geliyor? İktidarı ve muhalefetiyle, Türk siyaset sahnesini işgal etmekte olan zevat-ı nâ-muhteremenin bu rezil suskunluklarının, bizce tek bir anlamı olabilir: Kıbrıs Türkiye tarafından satılmıştır!
Böylece, BM tarafından ortaya konan ve tüm dünyanın büyük ölçüde destek verdiği, “Uluslararası hukuka göre, Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci ülke olduğu tezi”ne karşı, Türkiye’nin yanında, sadece Azerbaycan kalmıştır. Peki, Kıbrıs’ı kim ve ne karşılığında satmıştır? Bu sorunun cevabının peşine düşmesi gereken muhalefet sesini çıkarmadığına göre, millet bunu nasıl ve ne zaman öğrenecek?
TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKALARI NEDEN BAŞARISIZ?
Bir zamanlar, “Mavi Vatan” ve “Münhasır Ekonomik Bölge” vb. gibi söylemlerle, Doğu ve Orta Akdeniz’de sözde fırtınalar kopartan iktidar, son 5-6 yıldır bu konuda tek kelime etmiyor! Neden acaba? O günlerde, güya Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz araması yaptığı söylenen (ama, o bölgede doğalgaz ve petrol araması yapabilmek için gerekli olan teknik donanıma sahip olmadığını, Türk halkı dışında tüm dünyanın bildiği) o gemiler bugün nerede?
Bilindiği üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştiren Türkiye, yarım asırdır, haklılığını dünyaya anlatamamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin statüsünü ve garantör ülkelerin (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) hak ve yükümlülüklerini belirleyen 1959 Londra ve Zürih Antlaşması’na (antlaşma, 11 Şubat’ta Zürih’te ve 19 Şubat’ta da Londra’da imzalanmıştır) dayanılarak, Türkiye tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı, maalesef, bu antlaşmadaki garantör ülkelerle ilgili maddelerle uyumlu sonuçları vermemiştir. Yarım asırdır Türkiye, Kıbrıs’la ilgili uluslararası toplantılarda ve görüşmelerde, nedense bu gerçeği sürekli görmezden gelmiş ve kendi halkını da, BM’nin ve dünya ülkelerinin, Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili görüşüne karşı olan tutumları konusunda, büyük yanılgılara sevk etmiştir.
“LONDRA VE ZÜRİH ANTLAŞMASI” VE HAREKÂTIN SONUÇLARI?
Bahse konu Londra ve Zürih antlaşmasının garantörlüğü düzenleyen maddelerinin amacının, garantör ülkeler tarafından (birlikte ya da münferiden) “Kıbrıs’ın toprak, siyasî ve toplumsal bütünlüklerinin korunması”dır. Peki Türkiye’nin, Rumların Türklere yönelik kanlı saldırılarını ve 15 Temmuz 1974 tarihinde giriştikleri darbe sebebiyle, darbeden beş gün sonra 20 Temmuz günü gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatı’nın (akan kanın durdurması dışında), anlaşmada öngörülen maksada uygun sonuçlar verdiği söylenebilir mi?
Kıbrıs’ta Türklere karşı girişilen kanlı saldırıların geçmişine bakıldığında, adadaki Rum çetelerinin (EOKA ve EOKA-B), 1963 yılından itibaren Türklere karşı defalarca kanlı saldırılarında dökülen kanların hesabının geretiği gibi sorul(a)madığı görülüyor. Türkiye’nin gündemini yıllarca fevkalade meşgul eden Rum saldırıları halkımızda, güçlü bir “Kıbrıs sevdası”nın oluşmasına yol açmıştır. Adadaki Rum saldırılarına karşı kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı (1958-1976), Yunanistan’ın, adadaki Rum çetelerini fiilen desteklemesi sebebiyle, Türk toplumunu Rum saldırılarına karşı koruma ve adada huzuru sağlama konusunda yetersiz kalmıştır (**).
MAKARİOS’A KARŞI RUM DARBESİ VE KIBRIS BARIŞ HAREKATI
Türkiye, en son 1974 yılında yeniden başlayan ve gün geçtikçe şiddetlenen Rum saldırılarının diplomatik girişimlerle önlenememesi ve dönemin Yunanistan Hükumetinin desteğiyle, Nikos Sampson komutasındaki EOKA-B çeteleri tarafından, Kıbrıs Cumhurbaşkanı III. Makarios’a karşı gerçekleştirilen darbe üzerine, garantör devletlere, “birlikte askerî müdahale” önerisi yapmıştır.
Ancak, zaten vaki olan Rum saldırılarının ve darbesinin destekçisi olan (sözde “garantör”) Yunanistan ile İngiltere, Türkiye’nin tüm ısrarlarına rağmen, askerî müdahaleye karşı çıkmışlardır. İngiltere’den birlikte müdahale konusunda olumlu cevap alamayan Türkiye, ilgili antlaşmalara dayanarak, tek başına askerî müdahale kararı alır ve 20 Temmuz 1974 tarihinde harekatı başlatır. Türkiye’nin, son derece haklı ve meşru olan bu müdahalesi, başta BM, ABD ve İngiltere olmak üzere, pek çok ülke tarafından tepkiyle karşılanmıştır. BM tarafından anında ateşkes kararı alınır; ancak Türk Silahlı Kuvvetleri ateşkese, adadaki konumunu güven altına aldıktan sonra, 22 Temmuz akşamı uyacaktır.
Ateşkesten sonra başlatılan ve yaklaşık üç hafta süren diplomatik görüşmelerin, Rumlara zaman kazandırmaktan başka sonucunun olmadığını gören Türk hükümeti, 18 Ağustos’ta yeniden saldırı emrini verir ve kuzey bölgede, başkent Lefkoşa dahil, adanın %37’sini fiilen kontrol altına alır. Bu noktaya kadar, son derece haklı olduğu halde Türkiye, o dönemde sıcağı sıcağına gerçekleştirilen konuyla ilgili toplantılarda ve BM nezdinde, hedeflediği sonuçları alamamıştır.
TÜRKİYE, LONDRA VE ZÜRİH ANTLAŞMASINA TERS DÜŞTÜ!
Dünyanın bu olumsuz tutumunu aşamayan Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu Liderliği, çözümü, tek taraflı olarak, önce “Kıbrıs Türk Federe Devleti (13 Şubat 1975)”ni, sonra da, bağımsız “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)”ni ilan etmekte bulur. Böylece Türkiye, en başından bu yana, tüm dünyaya karşı, Kıbrıs Barış Harekatı için kendisine “meşru dayanak” olarak gösterdiği 1959 Londra ve Zürih Antlaşması’nı karşısına almış oldu.
Çünkü Türkiye (KKTC’nin de ilan edilmesiyle), 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulan ve “toprak, siyasî ve toplumsal bütünlükleri”nin garantörü olduğu “birlikte iç içe yaşayan iki toplumlu” Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, her üç bakımdan da (hem de, “garantörlük” sıfatını kullanarak), kendisi fiilen ikiye bölmüş oldu. Böylece, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs’ın toprak, siyasî ve toplumsal bütünlüklerinin korunması” amacına dayanan garantörlük hakkını ve yetkisini ihlal konumuna düştü. İşte, Türkiye’nin yarım asırdır, en başta BM, ABD, İngiltere ve Yunanistan olmak üzere, dünya ülkeleri karşısında aşamadığı engel budur.
1974’TE, ADANIN TAMAMI KONTROL ALTINA ALINMALIYDI!
Halbuki Türkiye, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na ilk giriştiğinde, her şeyi göze alıp, adanın tamamını kontrol altına alabilirdi. Bunun için imkanları ve askerî kabiliyeti yeterliydi. Daha sonra, darbeci EOKA-B çetesine karşı yasal takibatlar başlatsaydı ve konuyu bu şekilde BM’ye götürmüş olsaydı, altına imza atılan antlaşmalara ve uluslararası hukuka tamamen uygun bir yol izleme imkanı bulabilir, adil ve sürdürülebilir bir sonuca ulaşabilirdi... Kısacası Türkiye, sonu kestirilemeyecek uzun bir süre daha, Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında yaptığı çok ciddi stratejik hatalarının bedelini ödemeye devam edecektir.
Adanın jeostratejik konumu ve ülkemizin güvenliği sebebiyle, yıllardır bu durumun sebep olduğu bedelleri ödemeye devam ediyoruz; görünen o ki, görünen vadede bu durumun sonlandırılması ve konunun, kalıcı ve sürdürülebilir bir sonuca ulaştırılması mümkün görünmüyor.
Şimdi isterseniz, Orta Asya’daki 4 Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan’ın, geçtiğimiz 03-04 Nisan günlerinde, AB ile gerçekleştirdikleri Semerkant Zirvesi’nden sonra, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, tek ve meşru Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımalarını ve Lefkoşa’ya büyükelçi atamalarını, bu bilgiler ışığında bir kez daha düşünün…
___________
(*) Türk Devletleri Teşkilatı’na Üye Ülkeler: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan. Gözlemci Ülkeler: Macaristan, Türkmenistan, KKTC, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı-ECO (İran, Pakistan ve Türkiye).
(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Mukavemet_Te%C5%9Fkilat%C4%B1
------------------