deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

TÜRK SİYASETİNİN OLMAZSA OLMAZLARI: YALAN VE NEFRET

Mevcut iktidarın, güya “eski Türkiye” diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı 2002 öncesini bilmeyenler, son 23 yıldır AK Parti siyaset tarzını matah bir şey zannedebilir. Ancak, o eski Türkiye’yi ve o Türkiye’nin merhum siyasetçilerini hatırlayan nesil henüz hayattadır. Günümüzdeki, fevkalade düşük seviyedeki üsluplarla, ciddiye alınabilecek hiçbir muhtevası bulunmayan, kenar mahalle polemiklerinden ibaret, sözde siyasi mücadele manzaraları, kimi memnun ya da mutlu ediyor bilemiyorum; ama, şahsen beni mutlu etmiyor. Bilhassa şu son 10 yıldır çok daha belirgin olmak üzere, sadece devlet kurumlarını değil, tüm ülkeyi babasının çiftliği gibi ve halkı da bu çiftliğin marabaları (ya da köleleri) gibi gören bir siyasi iktidar anlayışı ile karşı karşıyayız. İktidar cenahının, halka yönelik söylemlerinde hiçbir şekilde, seviyeli bir üslup, kayda değer fikrî içerik ve tutarlılık derdinde olmadığı son derece açıktır. Adamlar, herhangi bir konuda fikir değiştirdiklerinde, bu değişikliğin sebebini halka açıklama ihtiyacı duymuyorlar. Örneğin, geçen Ekim ayına kadar, tüm siyasi eksenini PKK’ya ve bölücü kürt terörüne karşı konumlandıran (ya da öyle zannedilen) MHP’nin Genel Başkanı, bir anda bölücü terörü legal siyasi zemine davet ediyor ve bunu gerçekte hangi sebeple yaptığını, kendi tabanına ve halka açıklama ihtiyacı duymuyor!   ÜLKEMİZİN ÇOK DAHA ÖNEMLİ MESELELERİ GÖZARDI EDİLİYOR! Siyasetçiler, ülkemizdeki istihdam ve üretim kapasitesi, üretimde kalite ve maliyetler, ihracatın ithalatı karşılama oranı, yıllık Gayrisafi Mili Hasıla (GSMH), toplam dış borç bilgileri (faizler, vadeler, ödeme şartları vs.), “yap-işlet-devret” modeli ile “müşteri garantili” olarak gerçekleştirilen (otoyollar, köprüler, hastaneler, hava limanları vs) projeler ve bu projeler için döviz cinsinden yapılmakta olan ödemeler vb. gibi, ülkemizle ilgili gerçek meseleler hakkındaki düşüncelerini ve görüşlerini, istisna kabilinden ve hiçbir ayrıntıya girmeden açıklıyorlar. Siyasetçilerin, sözde birbirlerine karşı olan görüşleri, son derece düzeysiz ve muhtevadan yoksun, saçma-sapan polemiklerden öteye geçmiyor! Aslında, siyasetçilerdeki bu kısırlığın, yetersizliğin ve seviyesizliğin temel kaynağı halkın kendisidir. Gelişmiş batılı ülkelerde, bir siyasetçi, tek bir konuda tutarsız bir davranış sergilediğinde ya da söz (hele hele yalan) söylediğinde, halk bunu asla affetmez, anında faturasını keser. Bizde ise, sabah-akşam siyasetçilerin tutarsızlıklarından geçilmiyor ve ilginç bir şekilde, halkın bu durumu umursadığı yok! İnsanlar, sadece rakip siyasetçinin tutarsızlığını eleştiriyorlar; ama, kendilerinin taraftarı oldukları siyasilerin tutarsızlıklarında keramet arıyorlar. Bu durum, belki birkaç istisna dışında, ülkemizdeki siyasetçilerin tamamı için geçerlidir. Örneğin, Erdoğan’ın, neredeyse her seçim öncesinde, çeşitli illerde yaptığı mitinglerde, o şehirlerle ilgili tutarsız ifadeleri ile, pek çok konuda, daha önce söylediklerinin tam tersi olan ifadeleri toplansa, hatırı sayılır ölçüde büyük bir külliyat ortaya çıkar. Bu durum, halk tarafından gayet iyi bilindiği halde, neden hiç kimse, “Arkadaş, sen bu konuda, dün bu söylediğinin tam tersini söylemiştin!” diye itiraz etmiyor?!.   AKIL DIŞI “YANDAŞ”LIK VE AKILCI “SİYASİ TARAFTAR”LIK Siyasetçilerin, hemen her konuda sergiledikleri irili-ufaklı tutarsızlıklar, nedense kendi seçmenleri tarafından ya görmezden geliniyor, ya da bu tutarsızlıklarda, birtakım kerametler aranıyor! İnsanlar, akılcı yaklaşımlarla “rasyonel taraftar” olmak yerine, tıpkı futbolda olduğu gibi, kendilerini, akılcılıkla alakası olmayan “irrasyonel yandaş” konumuna koyduklarında, kamuoyunun siyasetçiler üzerindeki etkisi zayıflamaya başlar; yani, kamuoyunun siyasetçiye yön vermesi gerekirken, siyasetçi kamuoyunu kendi çıkarı yönünde dizayn etme imkanı bulur! Bu noktada, ister istemez, ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı ve siyaset bilimcisi Maurice Duverger’nin “Her toplum, layık olduğu şekilde idare edilir.” sözü akla geliyor. O bakımdan, bireysel olarak hoşlanmadığımız, ya da beğenmediğimiz bir durum söz konusu olduğunda, siyasetçileri eleştirmenin anlamı kalmıyor. Halk üzerinde son derece büyük travmatik etkileri olan olaylarda, ilgili devlet birimlerinin ve yetkililerinin halka doğru bilgi vermemeleri bizde adet haline gelmiştir.   DEVLET ADINA HALKA YALAN SÖYLEMEK NASIL BİR ŞEY? Burada, herkesin kolaylıkla hatırlayabileceği birkaç konudan, örnek olarak söz edecek olursak; Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), son birkaç yıldır, aylık ve yıllık enflasyon rakamlarını, iktidarın bildirdiği şekilde (neredeyse gerçek enflasyonun yarısı) açıklıyor; birkaç uzman ve muhalif dışında, kimsenin sesi çıkmıyor! Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği helikopter kazası (25.03.2009) ile ilgili resmî açıklamalar, olay yerinde yapılan tespitlerle ve eldeki somut delillerle örtüşmüyor! Olay, aradan geçen 16 yıla rağmen aydınlatılamamış ve sorumluları ortaya çıkarılamamıştır! Benzer şeyler, 15 Temmuz hadisesiyle ilgili olarak da söylenebilir. İktidarın, konuyla ilgili olarak 9 yıldır ortaya koyduğu söylem ve uygulamalar, o geceyle ilgili pek çok gerçekle örtüşmüyor; ama, tutuklamalar, sözde yargılamalar, bu çelişkilere aldırmadan devam ediyor. Eski Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Genel Başkan Yardımcısı (2000-2001) ve AK Parti eski milletvekili Mehmet Metiner’in yıllar önce TGRT’de katıldığı bir programda yaptığı, 15 Temmuz’la ilgili açıklamalar konusunda, bugüne kadar ifadesinin alınmaması, hiçbir yasal işlemin yapılmaması ve muhalefet tarafından bu sözlerin peşine düşülmemesi, hayli düşündürücü bir durumdur(*). Kaldı ki, “15 Temmuz hadisesini gerçekleştirenler arasında iktidar cenahının da yer aldığına dair” açıklamaları konusunda, Metiner tek başına değildir, Binali Yıldırım’ın da benzer minval üzere bir açıklaması olduğu biliniyor.   GELELİM, ŞU BOYKOT KONUSUNDAKİ İKİYÜZLÜLÜĞE! Siyasetçilerin ve devlet yetkililerinin tutarsız söz ve davranışlarını, halkın “problem” olarak görmemesi (ve hatta bu söz ve davranışlarda keramet aranması), totaliter yönetim altında yaşamakta olan geri kalmış toplumların, karakteristik ve tipik özelliğidir. Bu konuda, bölge ülkelerinde, halkımız tarafından da çok iyi bilinmekte olan, sayısız örnekler vardır. Şimdi, 18 Mart tarihinde, İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu tarafından, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi (ki, Üniversite Yönetim Kurullarının, hiçbir şekilde böyle bir yasal yetkisi yoktur) ve ertesi gün de, çeşitli suçlamalarla gözaltına alınmasından bu yana, Türkiye, adeta bu mesele ile yatıyor ve bu mesele ile kalkıyor. Konuyla ilgili olarak, medya ekranları ve sayfaları ile sosyal medya paylaşımlarına yansıyan açıklamalar topluca değerlendirildiğinde, Türkiye’nin, bugünün dünyasında “normal” sayılabilecek bir ülke olduğu söylenemez! Örneğin, herhangi bir konuda ticari boykotu Erdoğan söylediğinde doğru ve yararlı; ancak, bir başka konuda muhalefet söylediğinde yanlış ve zararlı (ve hatta vatana ihanet) olarak değerlendirilmesi, aklın alabileceği bir husus değildir. Bu konuda, efendim işte, “Erdoğan’ın söyledikleri ile CHP’nin söyledikleri farklı” filan diye açıklama yapmanın da hiçbir değeri ve anlamı olamaz! Gayet iyi bilinen bir husustur ki, “tarih, tekerrürden ibarettir”. Ancak, tekerrür eden hadiseler, hiçbir zaman birbirlerinin aynı değildir; temel mantıkları ve davranış şekilleri benzer olan hadiseler, benzer şekilde cereyan eder ve sonuçlanır. Çünkü, hadiseler pek çok bakımdan birbirlerine benziyor olsalar da, mutlaka, zamandan (ve mekandan) kaynaklanan sebeplerle, pek çok farklılıklar söz konusudur.   TÜRKİYE’DE HUKUK: SANA YASAK, BANA YASAL! Eğer bir ülkede hukuk, iktidar tarafından, “sana yasak, bana yasal” eksenine oturtulmuşsa, orada adaletten söz edilemez ve adaleti sağlamak, devletin en önemli görevi ve fonksiyonudur. Hem uluslararası siyaset kültürüne ve sosyolojiye ve hem de dinimize göre, adaleti ihlal eden yönetime karşı gelmek şarttır. Bugün Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sonra, halk nezdindeki “en güvenilmeyen devlet kurumu” adliyedir. Neden acaba? Bugün (iktidarın aksine iddialarına rağmen) hiç kimse bu ülkede, adliyenin sarayın talimatlarına göre çalışmadığını söyleyemez! Böyle bir ortamda, Erdoğan’ın en önemli siyasi rakibi olan Ekrem İmamoğlu’nun böyle alelade bir şekilde ve alabildiğine yaygın şovlar yapılarak gözaltına alınması, hiçbir şekilde adaletle izah edilemez! Hele ki, en başta Melih Gökçek olmak üzere, haklarında pek çok yolsuzluk dosyası İçişleri Bakanlığı’na ve Cumhuriyet Savcılıklarına teslim edilmiş olan AK Partili eski (ve yeni) bazı Belediye Başkanları ile, milletvekillerinin ve eski Bakanların ifadeye bile çağrılmadıkları bir dönemde… Bugün, İmamoğlu’na yönelik tüm suçlamaların gerçekte doğru olması halinde bile, halkın, bu suçlamaları ve tutuklamayı onaylaması imkanı kalmamıştır. Demokratik ülkelerde, halkın onaylamadığı işlerin sürdürülmesi ise imkansızdır. Eğer Türkiye’de insanlar adalete ve yargı sistemine güveniyor olsalardı, zaten bu kadar büyük bir tartışma ortaya çıkmazdı. Bu tartışmalar arasında, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un yaptığı, “Yargı Bağımsızlığı”na dair açıklamalar, sosyal medya mecralarında yapılan mizah paylaşımlarına konu olmazdı!   SİYASETÇİLERİN EN BÜYÜK İKİ SERMAYESİ: YALAN VE NEFRET Hatırlanacağı üzere, burada 17 Mart tarihli yazımızda, toplum olarak, en büyük sermayemizin “yalan” olduğu üzerinde durmuştuk. Siyasetçiler de, elbette, bu toplumsal sermayemizi sonuna kadar kullanıyorlar; ancak, siyasetçilerin bir diğer büyük sermayesi “nefret söylemleri”dir. Böylece, Türk siyasetçilerinin, yalan ve nefret söyleminden ibaret, seviyesiz üslup ve muhtevasız siyaset yapma alışkanlıkları, toplumu dejenere etmeye ve ülkeyi sonu belirsiz tehlikeli mecralara sürüklemeye devam ediyor. Söylem ve eylemlerinde gerçekçi olmayan, tutarlılığı umursamayan iktidarların en önemli siyasi yöntemleri, kendi yandaşları ile kendi yandaşı olmayan toplum kesimlerinin, birbirlerine karşı olabildiğince büyük bir nefret duymalarını sağlamaktır. Bugün Türkiye’de nefret söylemini en ileri düzeyde ve en yoğun olarak kullanan siyasetçinin Erdoğan (ve AK Parti sözcüleri) olduğu gayet açıktır. Nefret ve sevgi söylemleri, muhatapları üzerinde kaçınılamaz bir karşı etki yaratır. Türk siyasetinde sevgi söylemini kullanan, maalesef tek bir kişi yokken, siyasetçilerin kahır ekseriyeti az ya da çok, kamuoyu ile olan ilişkilerini, nefret ve ötekileştirme eksenleri üzerinde yürütüyorlar.   TÜM ÜLKE, CHP’NİN İÇ MESELESİ İLE MEŞGUL Bugün aslında, ağırlıklı olarak CHP’nin bir iç meselesi (ve belki yargı ile ilgili) olması gereken İmamoğlu ile ilgili hususlar, ülkemizin karşı karşıya bulunduğu gerçekler ve sorunlar karşısında, millet olarak pek de üzerinde durmamız gereken bir mesele değildir. 31 Mart 2024 Mahalli İdareler Seçimleri’nden bu yana, ülke genelinde halkın giderek artan ilgisi sebebiyle İmamoğlu, münhasıran Erdoğan’ın (ve AK Parti’nin) meselesidir. Yani, tüm ülke olarak, işi-gücü bırakıp tartışmamız gereken bir mesele değildir. Millet olarak bu tür mevzularla zaman öldürdüğümüzde, yukarıda saydığımız, ülke olarak karşı karşıya bulunduğumuz çok daha önemli sorunlar ve gerçekler, halkın gözünden kaçırılmış olur ki, bu da, çok önemli bir problemdir. Böyle bir ortamda, ülkemizin ve milletimizin geleceği ile ilgili iyimser olmak gerçekçi değildir! Elbette Allah’tan ümit kesilmez; ancak, insan ölçeğinde düşünüldüğünde, içinde bulunduğumuz şartlarda, ülkemizde gelecekte işlerin çok daha iyiye gideceğine dair hiçbir cümle kurulamaz! _____________ (*) https://www.facebook.com/watch/?v=2260057514085919 ------------------- 07 Nisan 2025
Ekleme Tarihi: 07 April 2025 - Monday

TÜRK SİYASETİNİN OLMAZSA OLMAZLARI: YALAN VE NEFRET

Mevcut iktidarın, güya “eski Türkiye” diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı 2002 öncesini bilmeyenler, son 23 yıldır AK Parti siyaset tarzını matah bir şey zannedebilir. Ancak, o eski Türkiye’yi ve o Türkiye’nin merhum siyasetçilerini hatırlayan nesil henüz hayattadır. Günümüzdeki, fevkalade düşük seviyedeki üsluplarla, ciddiye alınabilecek hiçbir muhtevası bulunmayan, kenar mahalle polemiklerinden ibaret, sözde siyasi mücadele manzaraları, kimi memnun ya da mutlu ediyor bilemiyorum; ama, şahsen beni mutlu etmiyor.

Bilhassa şu son 10 yıldır çok daha belirgin olmak üzere, sadece devlet kurumlarını değil, tüm ülkeyi babasının çiftliği gibi ve halkı da bu çiftliğin marabaları (ya da köleleri) gibi gören bir siyasi iktidar anlayışı ile karşı karşıyayız. İktidar cenahının, halka yönelik söylemlerinde hiçbir şekilde, seviyeli bir üslup, kayda değer fikrî içerik ve tutarlılık derdinde olmadığı son derece açıktır. Adamlar, herhangi bir konuda fikir değiştirdiklerinde, bu değişikliğin sebebini halka açıklama ihtiyacı duymuyorlar. Örneğin, geçen Ekim ayına kadar, tüm siyasi eksenini PKK’ya ve bölücü kürt terörüne karşı konumlandıran (ya da öyle zannedilen) MHP’nin Genel Başkanı, bir anda bölücü terörü legal siyasi zemine davet ediyor ve bunu gerçekte hangi sebeple yaptığını, kendi tabanına ve halka açıklama ihtiyacı duymuyor!

 

ÜLKEMİZİN ÇOK DAHA ÖNEMLİ MESELELERİ GÖZARDI EDİLİYOR!

Siyasetçiler, ülkemizdeki istihdam ve üretim kapasitesi, üretimde kalite ve maliyetler, ihracatın ithalatı karşılama oranı, yıllık Gayrisafi Mili Hasıla (GSMH), toplam dış borç bilgileri (faizler, vadeler, ödeme şartları vs.), “yap-işlet-devret” modeli ile “müşteri garantili” olarak gerçekleştirilen (otoyollar, köprüler, hastaneler, hava limanları vs) projeler ve bu projeler için döviz cinsinden yapılmakta olan ödemeler vb. gibi, ülkemizle ilgili gerçek meseleler hakkındaki düşüncelerini ve görüşlerini, istisna kabilinden ve hiçbir ayrıntıya girmeden açıklıyorlar. Siyasetçilerin, sözde birbirlerine karşı olan görüşleri, son derece düzeysiz ve muhtevadan yoksun, saçma-sapan polemiklerden öteye geçmiyor!

Aslında, siyasetçilerdeki bu kısırlığın, yetersizliğin ve seviyesizliğin temel kaynağı halkın kendisidir. Gelişmiş batılı ülkelerde, bir siyasetçi, tek bir konuda tutarsız bir davranış sergilediğinde ya da söz (hele hele yalan) söylediğinde, halk bunu asla affetmez, anında faturasını keser. Bizde ise, sabah-akşam siyasetçilerin tutarsızlıklarından geçilmiyor ve ilginç bir şekilde, halkın bu durumu umursadığı yok! İnsanlar, sadece rakip siyasetçinin tutarsızlığını eleştiriyorlar; ama, kendilerinin taraftarı oldukları siyasilerin tutarsızlıklarında keramet arıyorlar. Bu durum, belki birkaç istisna dışında, ülkemizdeki siyasetçilerin tamamı için geçerlidir. Örneğin, Erdoğan’ın, neredeyse her seçim öncesinde, çeşitli illerde yaptığı mitinglerde, o şehirlerle ilgili tutarsız ifadeleri ile, pek çok konuda, daha önce söylediklerinin tam tersi olan ifadeleri toplansa, hatırı sayılır ölçüde büyük bir külliyat ortaya çıkar. Bu durum, halk tarafından gayet iyi bilindiği halde, neden hiç kimse, “Arkadaş, sen bu konuda, dün bu söylediğinin tam tersini söylemiştin!” diye itiraz etmiyor?!.

 

AKIL DIŞI “YANDAŞ”LIK VE AKILCI “SİYASİ TARAFTAR”LIK

Siyasetçilerin, hemen her konuda sergiledikleri irili-ufaklı tutarsızlıklar, nedense kendi seçmenleri tarafından ya görmezden geliniyor, ya da bu tutarsızlıklarda, birtakım kerametler aranıyor! İnsanlar, akılcı yaklaşımlarla “rasyonel taraftar” olmak yerine, tıpkı futbolda olduğu gibi, kendilerini, akılcılıkla alakası olmayan “irrasyonel yandaş” konumuna koyduklarında, kamuoyunun siyasetçiler üzerindeki etkisi zayıflamaya başlar; yani, kamuoyunun siyasetçiye yön vermesi gerekirken, siyasetçi kamuoyunu kendi çıkarı yönünde dizayn etme imkanı bulur!

Bu noktada, ister istemez, ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı ve siyaset bilimcisi Maurice Duverger’nin “Her toplum, layık olduğu şekilde idare edilir.” sözü akla geliyor. O bakımdan, bireysel olarak hoşlanmadığımız, ya da beğenmediğimiz bir durum söz konusu olduğunda, siyasetçileri eleştirmenin anlamı kalmıyor. Halk üzerinde son derece büyük travmatik etkileri olan olaylarda, ilgili devlet birimlerinin ve yetkililerinin halka doğru bilgi vermemeleri bizde adet haline gelmiştir.

 

DEVLET ADINA HALKA YALAN SÖYLEMEK NASIL BİR ŞEY?

Burada, herkesin kolaylıkla hatırlayabileceği birkaç konudan, örnek olarak söz edecek olursak; Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), son birkaç yıldır, aylık ve yıllık enflasyon rakamlarını, iktidarın bildirdiği şekilde (neredeyse gerçek enflasyonun yarısı) açıklıyor; birkaç uzman ve muhalif dışında, kimsenin sesi çıkmıyor! Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği helikopter kazası (25.03.2009) ile ilgili resmî açıklamalar, olay yerinde yapılan tespitlerle ve eldeki somut delillerle örtüşmüyor! Olay, aradan geçen 16 yıla rağmen aydınlatılamamış ve sorumluları ortaya çıkarılamamıştır!

Benzer şeyler, 15 Temmuz hadisesiyle ilgili olarak da söylenebilir. İktidarın, konuyla ilgili olarak 9 yıldır ortaya koyduğu söylem ve uygulamalar, o geceyle ilgili pek çok gerçekle örtüşmüyor; ama, tutuklamalar, sözde yargılamalar, bu çelişkilere aldırmadan devam ediyor. Eski Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Genel Başkan Yardımcısı (2000-2001) ve AK Parti eski milletvekili Mehmet Metiner’in yıllar önce TGRT’de katıldığı bir programda yaptığı, 15 Temmuz’la ilgili açıklamalar konusunda, bugüne kadar ifadesinin alınmaması, hiçbir yasal işlemin yapılmaması ve muhalefet tarafından bu sözlerin peşine düşülmemesi, hayli düşündürücü bir durumdur(*). Kaldı ki, “15 Temmuz hadisesini gerçekleştirenler arasında iktidar cenahının da yer aldığına dair” açıklamaları konusunda, Metiner tek başına değildir, Binali Yıldırım’ın da benzer minval üzere bir açıklaması olduğu biliniyor.

 

GELELİM, ŞU BOYKOT KONUSUNDAKİ İKİYÜZLÜLÜĞE!

Siyasetçilerin ve devlet yetkililerinin tutarsız söz ve davranışlarını, halkın “problem” olarak görmemesi (ve hatta bu söz ve davranışlarda keramet aranması), totaliter yönetim altında yaşamakta olan geri kalmış toplumların, karakteristik ve tipik özelliğidir. Bu konuda, bölge ülkelerinde, halkımız tarafından da çok iyi bilinmekte olan, sayısız örnekler vardır.

Şimdi, 18 Mart tarihinde, İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu tarafından, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi (ki, Üniversite Yönetim Kurullarının, hiçbir şekilde böyle bir yasal yetkisi yoktur) ve ertesi gün de, çeşitli suçlamalarla gözaltına alınmasından bu yana, Türkiye, adeta bu mesele ile yatıyor ve bu mesele ile kalkıyor. Konuyla ilgili olarak, medya ekranları ve sayfaları ile sosyal medya paylaşımlarına yansıyan açıklamalar topluca değerlendirildiğinde, Türkiye’nin, bugünün dünyasında “normal” sayılabilecek bir ülke olduğu söylenemez! Örneğin, herhangi bir konuda ticari boykotu Erdoğan söylediğinde doğru ve yararlı; ancak, bir başka konuda muhalefet söylediğinde yanlış ve zararlı (ve hatta vatana ihanet) olarak değerlendirilmesi, aklın alabileceği bir husus değildir. Bu konuda, efendim işte, “Erdoğan’ın söyledikleri ile CHP’nin söyledikleri farklı” filan diye açıklama yapmanın da hiçbir değeri ve anlamı olamaz!

Gayet iyi bilinen bir husustur ki, “tarih, tekerrürden ibarettir”. Ancak, tekerrür eden hadiseler, hiçbir zaman birbirlerinin aynı değildir; temel mantıkları ve davranış şekilleri benzer olan hadiseler, benzer şekilde cereyan eder ve sonuçlanır. Çünkü, hadiseler pek çok bakımdan birbirlerine benziyor olsalar da, mutlaka, zamandan (ve mekandan) kaynaklanan sebeplerle, pek çok farklılıklar söz konusudur.

 

TÜRKİYE’DE HUKUK: SANA YASAK, BANA YASAL!

Eğer bir ülkede hukuk, iktidar tarafından, “sana yasak, bana yasal” eksenine oturtulmuşsa, orada adaletten söz edilemez ve adaleti sağlamak, devletin en önemli görevi ve fonksiyonudur. Hem uluslararası siyaset kültürüne ve sosyolojiye ve hem de dinimize göre, adaleti ihlal eden yönetime karşı gelmek şarttır. Bugün Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sonra, halk nezdindeki “en güvenilmeyen devlet kurumu” adliyedir. Neden acaba? Bugün (iktidarın aksine iddialarına rağmen) hiç kimse bu ülkede, adliyenin sarayın talimatlarına göre çalışmadığını söyleyemez!

Böyle bir ortamda, Erdoğan’ın en önemli siyasi rakibi olan Ekrem İmamoğlu’nun böyle alelade bir şekilde ve alabildiğine yaygın şovlar yapılarak gözaltına alınması, hiçbir şekilde adaletle izah edilemez! Hele ki, en başta Melih Gökçek olmak üzere, haklarında pek çok yolsuzluk dosyası İçişleri Bakanlığı’na ve Cumhuriyet Savcılıklarına teslim edilmiş olan AK Partili eski (ve yeni) bazı Belediye Başkanları ile, milletvekillerinin ve eski Bakanların ifadeye bile çağrılmadıkları bir dönemde… Bugün, İmamoğlu’na yönelik tüm suçlamaların gerçekte doğru olması halinde bile, halkın, bu suçlamaları ve tutuklamayı onaylaması imkanı kalmamıştır. Demokratik ülkelerde, halkın onaylamadığı işlerin sürdürülmesi ise imkansızdır. Eğer Türkiye’de insanlar adalete ve yargı sistemine güveniyor olsalardı, zaten bu kadar büyük bir tartışma ortaya çıkmazdı. Bu tartışmalar arasında, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un yaptığı, “Yargı Bağımsızlığı”na dair açıklamalar, sosyal medya mecralarında yapılan mizah paylaşımlarına konu olmazdı!

 

SİYASETÇİLERİN EN BÜYÜK İKİ SERMAYESİ: YALAN VE NEFRET

Hatırlanacağı üzere, burada 17 Mart tarihli yazımızda, toplum olarak, en büyük sermayemizin “yalan” olduğu üzerinde durmuştuk. Siyasetçiler de, elbette, bu toplumsal sermayemizi sonuna kadar kullanıyorlar; ancak, siyasetçilerin bir diğer büyük sermayesi “nefret söylemleri”dir. Böylece, Türk siyasetçilerinin, yalan ve nefret söyleminden ibaret, seviyesiz üslup ve muhtevasız siyaset yapma alışkanlıkları, toplumu dejenere etmeye ve ülkeyi sonu belirsiz tehlikeli mecralara sürüklemeye devam ediyor.

Söylem ve eylemlerinde gerçekçi olmayan, tutarlılığı umursamayan iktidarların en önemli siyasi yöntemleri, kendi yandaşları ile kendi yandaşı olmayan toplum kesimlerinin, birbirlerine karşı olabildiğince büyük bir nefret duymalarını sağlamaktır. Bugün Türkiye’de nefret söylemini en ileri düzeyde ve en yoğun olarak kullanan siyasetçinin Erdoğan (ve AK Parti sözcüleri) olduğu gayet açıktır. Nefret ve sevgi söylemleri, muhatapları üzerinde kaçınılamaz bir karşı etki yaratır. Türk siyasetinde sevgi söylemini kullanan, maalesef tek bir kişi yokken, siyasetçilerin kahır ekseriyeti az ya da çok, kamuoyu ile olan ilişkilerini, nefret ve ötekileştirme eksenleri üzerinde yürütüyorlar.

 

TÜM ÜLKE, CHP’NİN İÇ MESELESİ İLE MEŞGUL

Bugün aslında, ağırlıklı olarak CHP’nin bir iç meselesi (ve belki yargı ile ilgili) olması gereken İmamoğlu ile ilgili hususlar, ülkemizin karşı karşıya bulunduğu gerçekler ve sorunlar karşısında, millet olarak pek de üzerinde durmamız gereken bir mesele değildir. 31 Mart 2024 Mahalli İdareler Seçimleri’nden bu yana, ülke genelinde halkın giderek artan ilgisi sebebiyle İmamoğlu, münhasıran Erdoğan’ın (ve AK Parti’nin) meselesidir. Yani, tüm ülke olarak, işi-gücü bırakıp tartışmamız gereken bir mesele değildir. Millet olarak bu tür mevzularla zaman öldürdüğümüzde, yukarıda saydığımız, ülke olarak karşı karşıya bulunduğumuz çok daha önemli sorunlar ve gerçekler, halkın gözünden kaçırılmış olur ki, bu da, çok önemli bir problemdir.

Böyle bir ortamda, ülkemizin ve milletimizin geleceği ile ilgili iyimser olmak gerçekçi değildir! Elbette Allah’tan ümit kesilmez; ancak, insan ölçeğinde düşünüldüğünde, içinde bulunduğumuz şartlarda, ülkemizde gelecekte işlerin çok daha iyiye gideceğine dair hiçbir cümle kurulamaz!

_____________

(*) https://www.facebook.com/watch/?v=2260057514085919

-------------------

07 Nisan 2025

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.