deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

“TÜM YETKİLERİ TEK BİR KİŞİYE VERME” APTALLIĞI!

Bilindiği üzere, Adolf Hitler, 1939 yılına gelindiğinde, tüm dünyaya kafa tutabilecek güçte olduğuna inandı ve 01 Eylül 1939 tarihinde, doğu komşusu Polonya’ya saldırarak, 6 yıl sürecek ve savaşan/savaşa maruz kalan ülkelerde, toplam 75 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği, dünya çapında büyük bir faciaya (II. Dünya Savaşı) sebep oldu(*). Savaştan sonra, mağlup olan Almanya, “Federal (Batı) Almanya” ve “Demokratik (Doğu) Almanya” şeklinde ikiye bölündü. Konrad Adenauer (1876-1967), 1949’da, 73 yaşındayken, savaşın bitiminden 3 yıl sonra, Federal Almanya’nın ilk şansölyesi (Başbakan) oldu ve ülkeyi 1963 yılına kadar, 14 yıl boyunca yönetti… II. Dünya Savaşı’nda tamamen harabeye dönen Almanya’da, savaşın bitiminden sonraki 10-15 yıl boyunca, halk dehşetli bir açlık dönemi yaşamıştır. İşte Adenauer, yukarıda zikredilen sözü 1949 yılında, yıkıntılar arasında buldukları hayvan ölülerinin etlerini yemeye çalışan insanları gördüğünde söylemiştir. Aslında, o yılların dünyasında, oldukça gelişmiş bir toplum olan Almanların, geri kalmış toplumlar gibi, başlarına bir diktatörü geçirmemeleri gerekirdi… Ne var ki, daha önce I. Dünya Savaşı’nda kaybettiklerini telafi etme ihtirası toplumsal histeri haline gelince, esasen kayda değer, pek öyle bir özelliği bulunmayan birine ülkeyi teslim ettiler ve sadece kendi tarihlerinin en büyük yıkımını yaşamakla kalmadılar, insanlık tarihinin de en büyük felaketlerinden birinin yaşanmasına neden oldular. Almanya’da Hitler dönemi, tarihte pek çok örneği bilinen karakteristik “tek adam” yönetimleri arasında, kayda değer en çarpıcı örneklerden biridir. Adenauer’ın, “Umarım, bir daha İsa (Hz.İsa Peygamber) bile gelse, tüm yetkiyi tek bir kişiye verecek kadar aptal olmayız!” şeklinde, çok bilinen ve her zaman dile getirilen ünlü bir sözü vardır…   İSTESEYDİ, KENDİSİ “PADİŞAH” OLAMAZ MIYDI? Tarih bize, sadece geçmişin hikayelerini anlatmakla kalmaz; asıl, toplum ve devlet hayatı için nelerin “doğru” ve nelerin “yanlış” olduğunu anlatır. Ne var ki, insanlar, tarihin doğrular ve yanlışlar konusunda verdiği dersleri anlamayı pek akıl etmezler; o nedenle de, tarihte sık görülen toplumsal ve siyasal yanlışlar devam eder gider. Yani, “tarih tekerrür eder”… Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadro, aynı zamanda, 600 yıllık devasa bir imparatorluğun nasıl yıkıldığına da tanık olan, o yıkılışta çekilen acıların ve yıkımın bedelinin bu millete nasıl ödetildiğini gören ve bizzat yaşayan insanlardı. Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırdıktan sonra, yeni devleti kurarken, pekâlâ, onlar da, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı bir siyasi rejime karar verebilir ve hatta, Mustafa Kemal Paşa’yı “Padişah” olarak da ilan edebilirlerdi! Bu konuda, önlerinde herhangi bir engelin olmaması bir yana, halkta da, bir ölçüde böyle bir beklenti ve talep söz konusuydu. Ancak, askerlik hayatında, yönettiği hiçbir savaşı kaybetmeyen ve daima muzaffer olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, devlet idaresini “millî irade”ye dayandırma konusunda, son derece sağlam bir görüşe ve inanca sahipti. Gerek Millî Mücadele’de ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken birlikte çalıştığı insanlarla, aşağı yukarı aynı okullarda okuyan ve aynı hocalardan eğitim alan Atatürk, “çok fazla kitap okuması” ile, o dönemdeki tüm mesai arkadaşlarından farklı olarak, toplum ve devlet hayatına dair, “çağlar ötesi evrensel geçerliliği olan” sağlam bir fikrî yapıya sahipti.   OKUMAK, OKUMAK VE OKUMAK… 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başlarında yaşayan Atatürk’ün, o dönemin şartlarında, bugün bile ulaşılması hayli zor olan sayıda ve çeşitte kitabı nasıl temin ettiğini ve okuduğunu anlamak mümkün değil. Atatürk’ün okuduğu bilinen ve tamamı elde olan (pek çoğu Fransızca, Arapça, Farsça, Almanca ve muhtelif Türk lehçelerinde) 3 bin 997 kitabın sayfalarında altını çizdiği satırlar ve sayfa kenarlarına düştüğü notlar, Recep Cengiz yönetiminde Anıtkabir Derneği tarafından, “Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar” adı ile 24 ciltlik bir külliyat halinde 2001 yılında yayınlandı. Bu külliyatın tamamına (PDF belgesi şeklinde), yazının altında linki verilen, Anıtkabir Derneği’nin resmî sitesinden ulaşılabiliyor(**). Üniversite öğrencilik yıllarımda ve daha sonraki muhtelif gidişlerimde, Anıtkabir’de sergilenmekte olan o kitapların 40-50 kadarına bizzat bakabilme imkânım oluyordu. Çeşitli zamanlarda Anıtkabir’e yaptığım ziyaretlerde, raflardan rastgele çekip göz attığım kitaplar içinde, satırların altlarının çizilmediği ve sayfa kenarlarına notların yazılı olmadığı tek bir kitap görmedim. İşte, Atatürk’ün dehasını ortaya çıkaran ve tüm diğer çalışma ve silah arkadaşları arasında O’nu farklı kılan en önemli husus, bu kadar çok kitap okumuş olmasıdır. Nitekim, okumuş olduğu okullarda, Atatürk’ün dönem birincisi olduğuna dair bir bilgimiz yok! Ancak, eldeki kayıtlara göre, oldukça başarılı ve çalışkan bir öğrenci olduğu da açıktır.   DEVLET SİSTEMLERİNDE, DEMOKRASİ, KUVVETLER AYRILIĞI VE LAİKLİK Bilinen insanlık tarihinde, çeşitli toplum ve devlet rejimleri arasında, “halkın siyasî iradesi”ne (demokrasi), “laiklik ilkesi”ne ve “kuvvetler ayrılığı”na dayanan sistemlerin, toplumsal huzur ve barış bakımından, diğer rejimlere kıyasla, çok daha başarılı olduğu görülüyor. Ne var ki demokrasi için, kültürel, ekonomik ve politik bakımlardan, belli bir düzeyde, toplumsal gelişmişliğin sağlanmış olması gerekiyor. Gelişmemiş toplumlarda demokrasi denemeleri başarılı olamıyor, demokrasi sadece şekilde kalıyor ve halkın oyları ile devlet yönetimini ele geçiren kişiler ve kadrolar, kaçınılamaz bir şekilde, “toplumu ve ülkeyi sömüren” totalitarizme ve diktatörlüğe gidiyor… Özellikle Ortaçağ Avrupa’sında sayısız örnekleri görülen totaliter yönetimlerin, halk üzerinde baskı kurma aracı ise, “kilise” ve kilise tarafından insanlara “din” olarak empoze edilen, “tek adam rejimlerini kutsama ideolojisi”dir. Almanya’da Konrad Adenauer’dan, kendi tarihimizde Atatürk’ten ve Ortaçağ Avrupa’sından bu örnekleri verdikten sonra, gelelim günümüz Türkiye’sine… Bu konuda en son söylenecek şeyi baştan ifade edecek olursak, Türk Milleti, 1923 yılında, Cumhuriyet’le çıktığı demokrasi ve insan hakları yolculuğunda, yeterli düzeyde başarılı olamamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halkımızın demokrasiyi bütün ilkeleri ve ölçüleri ile hayata geçirebilecek düzeyde gelişmiş olmadığı açıktır. Ayrıca, II. Viyana Kuşatması ve Bozgunu’ndan (1683) itibaren Osmanlı Devleti’nin 238 yıl boyunca girdiği ve tamamını kaybettiği sayısız savaşların ve 1919-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nın da can ve mal bedellerini ödedikten sonra yeni bir devlete kavuşan Türk toplumu, henüz, bugün anladığımız manada, demokrasiden ve insan haklarından haberdar değildir.   ATATÜRK’Ü VE O’NUN DÖNEMİNİ ELEŞTİRMEK! Bugün, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında demokrasiden söz edilemeyeceğini ileri sürerek, güya Atatürk’ü ve O’nun dönemini eleştirmeye kalkanların, halkın o yıllarla ilgili bilgi eksikliğini istismar ederek, siyasî rant elde etme konusunda hayli başarılı olduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana geçen yüz yılı aşkın sürede, henüz, çağdaş düzeyde demokrasi kültürüne sahip olamayan Türk toplumu, maalesef, başta kendi tarihimiz ve yüce dinimiz olmak üzere, hemen her konuda hazin bir şekilde yaygın bir cehaletin içindedir. İşte, toplumun tarihsel ve yaygın cehaletini, aslında, bir “inanç meselesi” olmaktan ziyade, Emevîlerin, özü “Arap kabile kavmiyetçiliği”ne dayalı, “hanedan saltanatı ideolojisi” olan günümüz Türkiye’sindeki din anlayışı ile, tıpkı Ortaçağ Avrupa’sındaki kiliseler gibi, İslam dinini, maalesef, başta diyanet olmak üzere, tarikatlar ve cemaatler vasıtasıyla, “halk üzerinde, iktidar lehine baskı aracı” olarak kullanmakta olan siyasi anlayış, maalesef egemenliğini sürdürebilmektedir. Gelişmemiş toplumların şeklî demokrasilerinde, halk, devleti yönetme adına ülkeyi ve halkı soyacak olan diktatörleri işbaşına getirir ve Ortaçağ dönemi Avrupa kralları gibi, sanki o diktatörler “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi/vekili”ymişçesine, tamamen iflas edinceye kadar ona tabi olur. Neticede, ekonomiden siyasete ve toplumsal kültüre kadar, ülke her bakımdan iflas eder, çoğu zaman devlet de yıkılır, ondan sonra (eğer şansı varsa) Atatürk ve Adenauer gibi bir lider gelir, önceki tek adam yönetiminin yol açtığı zararları telafi etmeye çalışır…   İSLAM ADINA “ENDÜLJANS” SATANLAR Halkımızın yarısı, “Emevî hanedan saltanatı ideolojisi”ni din zanneden ve buna ölümüne inanan, Arabistan çöllerinde yaşayan kabilelerin birbirlerini boğazlamalarının temel ideolojisi olan “kavmiyetçi kültür”ü İslam zannediyor. Bu kesim, 16. yüzyıldan bu yana, Kur’an-ı Kerîm’de Cenab-ı Allah’ın vaz ettiği gerçek İslam dininin ne olduğu ile neredeyse hiç ilgilenmezken, Ortaçağ Avrupa’sındaki kiliseler gibi işlevleri olan din baronlarının tarikat ve cemaat yapılanmalarına (ve onların ortakları olan siyaset baronlarına) tâbi olarak, cennet yolculuğuna çıkmış olduğundan, yaşadığı dünyada ve kendi ülkesinde olup-bitenlerle gerektiği şekilde ilgilenmiyor ve kafa yormuyor. Milletin diğer yarısı ise, ortak millî değerler ile evrensel ortak insanî değerleri istismar etmekte olan sözde milliyetçi, liberal, demokrat, solcu vs. muhtelif siyaset baronlarının elinde, din baronlarının ekmeklerine yağ sürmekle meşgul görünüyor. Oy aldıkları halk kesimlerini, Ortaçağ Avrupa kiliselerinin halka sattığı, “endüljans” adlı “cennet tapuları”na benzer işlevi olan, “şeyhlere/gavslara biat törenleri” ile konsolide etmekte olan siyaset baronları, kendi dönemlerinde ülkenin ve halkın kaybettiklerinin zerre hesabını yapmazken, devleti (daha doğrusu halkı) borçlandırarak, kendilerine ve avanelerine yapmakta oldukları servet transferlerinde ölçü tanımıyorlar…   DEVLETİN TÜM ERKLERİ, TEK BİR KİŞİNİN ELİNDE! Türkiye yıllardır, kayda değer hiçbir eğitimi olmayan, gazetecilerle yaptığı bir sohbette, ömründe tek bir kitap okumamakla övünen, işgal ettiği makamlarla ilgili hiçbir birikimi ve deneyimi olmayan biri tarafından yönetiliyor. Devletin yasama, yürütme ve yargı erklerini, doğrudan ya da dolaylı olarak tek başına elinde tutmakta olan biri, zaman içinde kaçınılmaz olarak diktatör olmaktan kurtulamaz! Çünkü, tüm erkleri elinde tutan kişinin etrafı, bu güçten nemalanmaktan başta hiçbir dertleri olmayanlar tarafından kuşatılır ve (ne kadar iyi niyetli ve vicdanlı olursa olsun) istese de kendisi tek başına bu kuşatmayla baş edemez! Bu tür insanların, ne pahasına olursa olsun, “ölünceye kadar iktidarda kalma ve kendisinden sonra, makamını varislerinden birine devretme” ihtirası önlenemez. 2017 yılındaki Anayasa Referandumu’ndan sonra, maalesef Erdoğan da, muhtemelen bilerek ve isteyerek(?), hiçbir gerçekliği bulunmayan “göstermelik muhalefet”in de desteği ile, doludizgin yoluna devam ediyor. Ufak-tefek zahmetsiz ulûfelerle kendisine bağladığı halkı, Cervantes’in Don Kişot adlı romanındaki gibi, kendisinin icat ettiği hayali dış güçlerle (ve onların yerli işbirlikçileriyle) mücadele ettiğine inandırarak ve muhtemelen kendisi de bunun böyle olduğuna inanarak, Türkiye’yi, sonu belirsiz badirelere sürüklüyor. Çok daha da kötüsü, ülkede hiç kimse bu durumu umursamıyor!.. 23 yıldır iktidarda olan ve son 8-10 yıldır da, ülkeyi tamamen tek başına yönetmekte olan “şahsım”, halk tarafından olumlu karşılanan devlet icraatlarını, bütünüyle tek başına kendisi sahiplenirken, olumsuz karşılanan ve tamamen kendisinin sorumlu olduğu icraatlarla ilgili olarak, en küçük bir sorumluluk üstlenmeden, halkın karşı karşıya bulunduğu sıkıntıları Allah’a ve kadere bağlayarak, kemâl-i afiyetle koltuğunda oturmaya devam ediyor! _______________  (*) https://tr.wikipedia.org/wiki/II._D%C3%BCnya_Sava%C5%9F%C4%B1 (**) https://www.anitkabir.com.tr/icerik/9/kitap-yayinlari ------------------ 24 Şubat 2025
Ekleme Tarihi: 25 Şubat 2025 - Salı

“TÜM YETKİLERİ TEK BİR KİŞİYE VERME” APTALLIĞI!

Bilindiği üzere, Adolf Hitler, 1939 yılına gelindiğinde, tüm dünyaya kafa tutabilecek güçte olduğuna inandı ve 01 Eylül 1939 tarihinde, doğu komşusu Polonya’ya saldırarak, 6 yıl sürecek ve savaşan/savaşa maruz kalan ülkelerde, toplam 75 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği, dünya çapında büyük bir faciaya (II. Dünya Savaşı) sebep oldu(*). Savaştan sonra, mağlup olan Almanya, “Federal (Batı) Almanya” ve “Demokratik (Doğu) Almanya” şeklinde ikiye bölündü. Konrad Adenauer (1876-1967), 1949’da, 73 yaşındayken, savaşın bitiminden 3 yıl sonra, Federal Almanya’nın ilk şansölyesi (Başbakan) oldu ve ülkeyi 1963 yılına kadar, 14 yıl boyunca yönetti…

II. Dünya Savaşı’nda tamamen harabeye dönen Almanya’da, savaşın bitiminden sonraki 10-15 yıl boyunca, halk dehşetli bir açlık dönemi yaşamıştır. İşte Adenauer, yukarıda zikredilen sözü 1949 yılında, yıkıntılar arasında buldukları hayvan ölülerinin etlerini yemeye çalışan insanları gördüğünde söylemiştir. Aslında, o yılların dünyasında, oldukça gelişmiş bir toplum olan Almanların, geri kalmış toplumlar gibi, başlarına bir diktatörü geçirmemeleri gerekirdi… Ne var ki, daha önce I. Dünya Savaşı’nda kaybettiklerini telafi etme ihtirası toplumsal histeri haline gelince, esasen kayda değer, pek öyle bir özelliği bulunmayan birine ülkeyi teslim ettiler ve sadece kendi tarihlerinin en büyük yıkımını yaşamakla kalmadılar, insanlık tarihinin de en büyük felaketlerinden birinin yaşanmasına neden oldular.

Almanya’da Hitler dönemi, tarihte pek çok örneği bilinen karakteristik “tek adam” yönetimleri arasında, kayda değer en çarpıcı örneklerden biridir. Adenauer’ın, “Umarım, bir daha İsa (Hz.İsa Peygamber) bile gelse, tüm yetkiyi tek bir kişiye verecek kadar aptal olmayız!” şeklinde, çok bilinen ve her zaman dile getirilen ünlü bir sözü vardır…

 

İSTESEYDİ, KENDİSİ “PADİŞAH” OLAMAZ MIYDI?

Tarih bize, sadece geçmişin hikayelerini anlatmakla kalmaz; asıl, toplum ve devlet hayatı için nelerin “doğru” ve nelerin “yanlış” olduğunu anlatır. Ne var ki, insanlar, tarihin doğrular ve yanlışlar konusunda verdiği dersleri anlamayı pek akıl etmezler; o nedenle de, tarihte sık görülen toplumsal ve siyasal yanlışlar devam eder gider. Yani, “tarih tekerrür eder”…

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadro, aynı zamanda, 600 yıllık devasa bir imparatorluğun nasıl yıkıldığına da tanık olan, o yıkılışta çekilen acıların ve yıkımın bedelinin bu millete nasıl ödetildiğini gören ve bizzat yaşayan insanlardı. Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırdıktan sonra, yeni devleti kurarken, pekâlâ, onlar da, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı bir siyasi rejime karar verebilir ve hatta, Mustafa Kemal Paşa’yı “Padişah” olarak da ilan edebilirlerdi! Bu konuda, önlerinde herhangi bir engelin olmaması bir yana, halkta da, bir ölçüde böyle bir beklenti ve talep söz konusuydu.

Ancak, askerlik hayatında, yönettiği hiçbir savaşı kaybetmeyen ve daima muzaffer olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, devlet idaresini “millî irade”ye dayandırma konusunda, son derece sağlam bir görüşe ve inanca sahipti. Gerek Millî Mücadele’de ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken birlikte çalıştığı insanlarla, aşağı yukarı aynı okullarda okuyan ve aynı hocalardan eğitim alan Atatürk, “çok fazla kitap okuması” ile, o dönemdeki tüm mesai arkadaşlarından farklı olarak, toplum ve devlet hayatına dair, “çağlar ötesi evrensel geçerliliği olan” sağlam bir fikrî yapıya sahipti.

 

OKUMAK, OKUMAK VE OKUMAK…

19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başlarında yaşayan Atatürk’ün, o dönemin şartlarında, bugün bile ulaşılması hayli zor olan sayıda ve çeşitte kitabı nasıl temin ettiğini ve okuduğunu anlamak mümkün değil. Atatürk’ün okuduğu bilinen ve tamamı elde olan (pek çoğu Fransızca, Arapça, Farsça, Almanca ve muhtelif Türk lehçelerinde) 3 bin 997 kitabın sayfalarında altını çizdiği satırlar ve sayfa kenarlarına düştüğü notlar, Recep Cengiz yönetiminde Anıtkabir Derneği tarafından, “Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar” adı ile 24 ciltlik bir külliyat halinde 2001 yılında yayınlandı. Bu külliyatın tamamına (PDF belgesi şeklinde), yazının altında linki verilen, Anıtkabir Derneği’nin resmî sitesinden ulaşılabiliyor(**). Üniversite öğrencilik yıllarımda ve daha sonraki muhtelif gidişlerimde, Anıtkabir’de sergilenmekte olan o kitapların 40-50 kadarına bizzat bakabilme imkânım oluyordu. Çeşitli zamanlarda Anıtkabir’e yaptığım ziyaretlerde, raflardan rastgele çekip göz attığım kitaplar içinde, satırların altlarının çizilmediği ve sayfa kenarlarına notların yazılı olmadığı tek bir kitap görmedim.

İşte, Atatürk’ün dehasını ortaya çıkaran ve tüm diğer çalışma ve silah arkadaşları arasında O’nu farklı kılan en önemli husus, bu kadar çok kitap okumuş olmasıdır. Nitekim, okumuş olduğu okullarda, Atatürk’ün dönem birincisi olduğuna dair bir bilgimiz yok! Ancak, eldeki kayıtlara göre, oldukça başarılı ve çalışkan bir öğrenci olduğu da açıktır.

 

DEVLET SİSTEMLERİNDE, DEMOKRASİ, KUVVETLER AYRILIĞI VE LAİKLİK

Bilinen insanlık tarihinde, çeşitli toplum ve devlet rejimleri arasında, “halkın siyasî iradesi”ne (demokrasi), “laiklik ilkesi”ne ve “kuvvetler ayrılığı”na dayanan sistemlerin, toplumsal huzur ve barış bakımından, diğer rejimlere kıyasla, çok daha başarılı olduğu görülüyor. Ne var ki demokrasi için, kültürel, ekonomik ve politik bakımlardan, belli bir düzeyde, toplumsal gelişmişliğin sağlanmış olması gerekiyor. Gelişmemiş toplumlarda demokrasi denemeleri başarılı olamıyor, demokrasi sadece şekilde kalıyor ve halkın oyları ile devlet yönetimini ele geçiren kişiler ve kadrolar, kaçınılamaz bir şekilde, “toplumu ve ülkeyi sömüren” totalitarizme ve diktatörlüğe gidiyor… Özellikle Ortaçağ Avrupa’sında sayısız örnekleri görülen totaliter yönetimlerin, halk üzerinde baskı kurma aracı ise, “kilise” ve kilise tarafından insanlara “din” olarak empoze edilen, “tek adam rejimlerini kutsama ideolojisi”dir.

Almanya’da Konrad Adenauer’dan, kendi tarihimizde Atatürk’ten ve Ortaçağ Avrupa’sından bu örnekleri verdikten sonra, gelelim günümüz Türkiye’sine… Bu konuda en son söylenecek şeyi baştan ifade edecek olursak, Türk Milleti, 1923 yılında, Cumhuriyet’le çıktığı demokrasi ve insan hakları yolculuğunda, yeterli düzeyde başarılı olamamıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halkımızın demokrasiyi bütün ilkeleri ve ölçüleri ile hayata geçirebilecek düzeyde gelişmiş olmadığı açıktır. Ayrıca, II. Viyana Kuşatması ve Bozgunu’ndan (1683) itibaren Osmanlı Devleti’nin 238 yıl boyunca girdiği ve tamamını kaybettiği sayısız savaşların ve 1919-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nın da can ve mal bedellerini ödedikten sonra yeni bir devlete kavuşan Türk toplumu, henüz, bugün anladığımız manada, demokrasiden ve insan haklarından haberdar değildir.

 

ATATÜRK’Ü VE O’NUN DÖNEMİNİ ELEŞTİRMEK!

Bugün, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında demokrasiden söz edilemeyeceğini ileri sürerek, güya Atatürk’ü ve O’nun dönemini eleştirmeye kalkanların, halkın o yıllarla ilgili bilgi eksikliğini istismar ederek, siyasî rant elde etme konusunda hayli başarılı olduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana geçen yüz yılı aşkın sürede, henüz, çağdaş düzeyde demokrasi kültürüne sahip olamayan Türk toplumu, maalesef, başta kendi tarihimiz ve yüce dinimiz olmak üzere, hemen her konuda hazin bir şekilde yaygın bir cehaletin içindedir. İşte, toplumun tarihsel ve yaygın cehaletini, aslında, bir “inanç meselesi” olmaktan ziyade, Emevîlerin, özü “Arap kabile kavmiyetçiliği”ne dayalı, “hanedan saltanatı ideolojisi” olan günümüz Türkiye’sindeki din anlayışı ile, tıpkı Ortaçağ Avrupa’sındaki kiliseler gibi, İslam dinini, maalesef, başta diyanet olmak üzere, tarikatlar ve cemaatler vasıtasıyla, “halk üzerinde, iktidar lehine baskı aracı” olarak kullanmakta olan siyasi anlayış, maalesef egemenliğini sürdürebilmektedir.

Gelişmemiş toplumların şeklî demokrasilerinde, halk, devleti yönetme adına ülkeyi ve halkı soyacak olan diktatörleri işbaşına getirir ve Ortaçağ dönemi Avrupa kralları gibi, sanki o diktatörler “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi/vekili”ymişçesine, tamamen iflas edinceye kadar ona tabi olur. Neticede, ekonomiden siyasete ve toplumsal kültüre kadar, ülke her bakımdan iflas eder, çoğu zaman devlet de yıkılır, ondan sonra (eğer şansı varsa) Atatürk ve Adenauer gibi bir lider gelir, önceki tek adam yönetiminin yol açtığı zararları telafi etmeye çalışır…

 

İSLAM ADINA “ENDÜLJANS” SATANLAR

Halkımızın yarısı, “Emevî hanedan saltanatı ideolojisi”ni din zanneden ve buna ölümüne inanan, Arabistan çöllerinde yaşayan kabilelerin birbirlerini boğazlamalarının temel ideolojisi olan “kavmiyetçi kültür”ü İslam zannediyor. Bu kesim, 16. yüzyıldan bu yana, Kur’an-ı Kerîm’de Cenab-ı Allah’ın vaz ettiği gerçek İslam dininin ne olduğu ile neredeyse hiç ilgilenmezken, Ortaçağ Avrupa’sındaki kiliseler gibi işlevleri olan din baronlarının tarikat ve cemaat yapılanmalarına (ve onların ortakları olan siyaset baronlarına) tâbi olarak, cennet yolculuğuna çıkmış olduğundan, yaşadığı dünyada ve kendi ülkesinde olup-bitenlerle gerektiği şekilde ilgilenmiyor ve kafa yormuyor. Milletin diğer yarısı ise, ortak millî değerler ile evrensel ortak insanî değerleri istismar etmekte olan sözde milliyetçi, liberal, demokrat, solcu vs. muhtelif siyaset baronlarının elinde, din baronlarının ekmeklerine yağ sürmekle meşgul görünüyor.

Oy aldıkları halk kesimlerini, Ortaçağ Avrupa kiliselerinin halka sattığı, “endüljans” adlı “cennet tapuları”na benzer işlevi olan, “şeyhlere/gavslara biat törenleri” ile konsolide etmekte olan siyaset baronları, kendi dönemlerinde ülkenin ve halkın kaybettiklerinin zerre hesabını yapmazken, devleti (daha doğrusu halkı) borçlandırarak, kendilerine ve avanelerine yapmakta oldukları servet transferlerinde ölçü tanımıyorlar…

 

DEVLETİN TÜM ERKLERİ, TEK BİR KİŞİNİN ELİNDE!

Türkiye yıllardır, kayda değer hiçbir eğitimi olmayan, gazetecilerle yaptığı bir sohbette, ömründe tek bir kitap okumamakla övünen, işgal ettiği makamlarla ilgili hiçbir birikimi ve deneyimi olmayan biri tarafından yönetiliyor. Devletin yasama, yürütme ve yargı erklerini, doğrudan ya da dolaylı olarak tek başına elinde tutmakta olan biri, zaman içinde kaçınılmaz olarak diktatör olmaktan kurtulamaz! Çünkü, tüm erkleri elinde tutan kişinin etrafı, bu güçten nemalanmaktan başta hiçbir dertleri olmayanlar tarafından kuşatılır ve (ne kadar iyi niyetli ve vicdanlı olursa olsun) istese de kendisi tek başına bu kuşatmayla baş edemez! Bu tür insanların, ne pahasına olursa olsun, “ölünceye kadar iktidarda kalma ve kendisinden sonra, makamını varislerinden birine devretme” ihtirası önlenemez.

2017 yılındaki Anayasa Referandumu’ndan sonra, maalesef Erdoğan da, muhtemelen bilerek ve isteyerek(?), hiçbir gerçekliği bulunmayan “göstermelik muhalefet”in de desteği ile, doludizgin yoluna devam ediyor. Ufak-tefek zahmetsiz ulûfelerle kendisine bağladığı halkı, Cervantes’in Don Kişot adlı romanındaki gibi, kendisinin icat ettiği hayali dış güçlerle (ve onların yerli işbirlikçileriyle) mücadele ettiğine inandırarak ve muhtemelen kendisi de bunun böyle olduğuna inanarak, Türkiye’yi, sonu belirsiz badirelere sürüklüyor. Çok daha da kötüsü, ülkede hiç kimse bu durumu umursamıyor!..

23 yıldır iktidarda olan ve son 8-10 yıldır da, ülkeyi tamamen tek başına yönetmekte olan “şahsım”, halk tarafından olumlu karşılanan devlet icraatlarını, bütünüyle tek başına kendisi sahiplenirken, olumsuz karşılanan ve tamamen kendisinin sorumlu olduğu icraatlarla ilgili olarak, en küçük bir sorumluluk üstlenmeden, halkın karşı karşıya bulunduğu sıkıntıları Allah’a ve kadere bağlayarak, kemâl-i afiyetle koltuğunda oturmaya devam ediyor!

_______________

 (*) https://tr.wikipedia.org/wiki/II._D%C3%BCnya_Sava%C5%9F%C4%B1

(**) https://www.anitkabir.com.tr/icerik/9/kitap-yayinlari

------------------

24 Şubat 2025

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.