Türkiye, üniversite eğitimini tamamlayan birinci sınıf beyinlerini elinde tutamayan, devleti yönetenlerinin, üstün yetenekli gençlerini elde tutmak için hiçbir düşüncelerinin ve arzularının olmadığı bir ülkedir. Osmanlı Devleti, ilk olarak, 19. yüzyıl başlarında, IV. Mustafa ve II. Mahmut dönemlerinde Avrupa ülkelerine öğrenci göndermeye başlamıştır. Ancak, eğitimlerini tamamlayarak ülkeye dönen gençlerle, hem kendi aileleri, hem toplum ve hem de devlet bürokrasisi arasında şiddetli kavgalar yaşanmış, pek çok bakımdan, ülkede kendi akranları olan eğitimsiz gençlere benzemedikleri için de, “Avrupa hayranı” olmakla suçlanmışlardır.
Eğitim aldıkları alanlarda kazandıkları niteliklerine bakılmakasızın, “Bilim ve teknoloji öğrenmek yerine, Avrupa’nın, kültürünü, hayat tarzını, kılık ve kıyafetini alıp geliyorlar!” diye suçlanan bu gençlerin, geriye Avrupa ülkelerine dönmelerine sebep olunmuştur. Halbuki, Osmanlı Devleti’nden 50-60 yıl sonra Avrupa ülkelerine öğrenci gönderen İmparator Meiji (1852-1912) dönemi Japonyası, eğitimlerini tamamlayıp ülkelerine dönen gençleri bağrına basmış ve onların verimli olacakları kurumları oluşturmuş ve bugünkü seviyelere gelmiştir.
“BEYİN GÖÇÜ”NÜ TERSİNE ÇEVİRME GİRİŞİMLERİ
“Yurt dışındaki yüksek nitelikli gençleri ülkeye geri kazandırmak” amacıyla, 1980’den sonra, özellikle Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı döneminde başlatılan çalışmalardan, beklenen verim elde edilememiştir. O dönemde Türkiye’ye gelerek İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi’nde görev alan Prof.Dr. Ali Mehmet Celal Şengör, kişisel inatla burada kalmaya devam eden bir bilim insanıdır. Ne var ki, Prof. Şengör’ün bilimsel kariyeri kimsenin umurunda değilken, popüler ortamlarda ve medya mecralarında “kendi alanı dışındaki gündelik konularda” söyledikleri sebebiyle, toplum tarafından sürekli sosyal linçlere tabi tutuluyor. Oldukça varlıklı bir aileye mensup olan ve Türkiye’deki üniversitelerin yanı sıra, dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde de sürekli dersler vermekte olan, jeoloji alanında dünyanın en önemli bilim insanı Prof. Şengör, kişiliğine yönelik saldırılarla ilgilenme ihtiyacı duymuyor, kendisine yönelik eleştirilere ve saldırılara hiçbir şekilde karşılık vermiyor; ülkeye hakim olan siyasi atmosferden etkilenmeyecek derecede güçlü bir kişiliktir. Ne var ki, o dönemde gelmeleri sağlanan bilim insanlarının (birkaç istisna dışında) pek çoğu, buradaki istihdam ve çalışma şartlarını yetersiz bulduklarından, Apollo-11’in Türk yazılımcısı Prof.Dr. Arsev Eraslan(*) gibi, birkaç ay ilâ birkaç yıl içinde ülkeden ayrıldılar.
Buna benzer bir diğer örnek, dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say’dır. Fazıl Say, bugün dünyanın, istediği herhangi bir ülkesinde yaşayabilecek her türlü imkanlara sahipken, o da, kişisel inatla Türkiye’de kalmaya ve burada yaşamaya devam eden bir sanatçımızdır. İlginçtir ki, Fazıl Say da, tıpkı Prof. Şengör gibi, popüler ortamlarda ve medya mecralarında kendi alanı dışındaki gündelik konularda söyledikleri ve bazı sosyal ortamlardaki davranışları sebebiyle, toplum tarafından sürekli sosyal linçlere tabi tutuluyor. Fazıl Say da, kendisine yönelik eleştirilerle ve saldırılarla ilgilenmiyor, yapılan saldırılara cevap verme ihtiyacı da duymuyor ve bir “Türk piyanisti” olarak, her yıl dünyanın dört bir tarafında onlarca konserler vermeye devam ediyor. Gittiği her yere, kendisini Türkiye’den davet ettiriyor ve oralarda “Türk piyanisti” kimliği ile olağanüstü güzel konserler veriyor.
CUMHURİYET’İN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL
Millî Mücadele’den sonra Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, ülke genelinde, çok ciddi “yetişmiş insan” sıkıntısı çekilmiştir. Osmanlı Devleti’nden devralınan eğitimli insanların kahır ekseriyeti, askerî okullarda yetişmiş kişilerdi. Mülkiye (siyasal bilgiler) ve maliye okulları ile tıbbiyeden yetişenlerin sayısı ise devletin o günkü ihtiyaçları karşısında fevkalade yetersizdi. Örneğin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’nin nüfusu 12 milyon civarındaydı ve ülke genelinde halkımız veba, trahom, sıtma, verem vb. gibi, pek çok bulaşıcı salgın hastalıkla boğuşuyordu. Örneğin, 1923 yılında, Sağlık Bakanlığı bünyesinde, sadece 344 hekim, 60 eczacı, 560 sağlık memuru ve 136 ebe olmak üzere (hemşire hiç yok), toplam 1.100 personel bulunuyordu (**).
23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) açılışından itibaren, Mustafa Kemal Paşa’nın, yürüttüğü “Milli Mücadele”, sadece askerî ve siyasî bir faaliyet değildir. O dönemde, askerî ve siyasî faaliyetler kadar millî eğitime de çok büyük bir önem verilmiştir. Nitekim, Yunan ordusunun hızla ilerlemekte olduğu (Sakarya Savaşı’nın başlamasından bir ay kadar önce), 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında yapılması planlanan Maarif Kongresi’nin ertelenmesi tekliflerini kabul etmemiş ve kendisi, Kongre’nin ilk günü, bir günlüğüne, Yunan ordusunun durdurulması için başlatılmış olan hazırlık çalışmalarının yoğun olduğu, TBMM’nin Ankara’dan Kayseri’ye taşınmasının bile gündeme geldiği bir zamanda, cepheden Ankara’ya gelerek, Kongre’nin açılış konuşmasını yapmış ve hemen cepheye dönmüştür.
OSMANLI DEVLETİ’NİN VE ATATÜRK’ÜN YURT DIŞINA GÖNDERDİKLERİ GENÇLER
İlk günden itibaren başlatılan eğitim seferberliği ile ülkemizin ihtiyacı olan kadroların yetiştirilmesi amaçlanmış ve kısa zamanda çok sayıda insanımız, toplumsal ve gündelik devlet işlerini yürütecek seviyelerde eğitilmiştir. Yüksek nitelikli kadroların yetiştirilebilmesi amacı ile gelişmiş Avrupa ülkelerine çok sayıda öğrenci gönderilmiş ve eğitimlerini tamamlayarak geriye gönen bu öğrenciler, tıpkı Meiji Japonyası’nda (Saltanatı: 1867-1912) olduğu gibi, devlet kuruluşlarında, alanlarıyla ilgili görevler verilerek verimli olmaları sağlanmıştır. Ne var ki Atatürk’ün başlattığı bu eğitim seferberliği, onun vefatından bir yıl sonra, 01.09 1939 tarihinde Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile başlayan II. Dünya Savaşı yıllarında sekteye uğramıştır. Savaş sonrasında kurulan dünya düzeninde ise, Türkiye hemen her bakımdan, savaşta ülkesi hiçbir zarar görmeyen Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) etkisi altına girmiştir.
1834 yılında, Osmanlı ülkesindeki Ermenileri eğitmek ve onlara milli bilinçlerini yeniden kazandırmak amacıyla açılmaya başlanan Amerikan okulları, 1950’den sonra, Türk ve Müslüman ailelerinin çocuklarını da kabul etmeye başladılar. Bu misyoner okullarına sınavla alınan öğrenciler içinden seçilen üstün zekalı ve çalışkan öğrenciler, daha ileri eğitim almaları için, sistemli bir şekilde Amerika’ya ve/veya Avrupa ülkelerine gönderilmeye başlandı. Bu şekilde yurt dışına gönderilen gençlerin en iyi olanları, gittikleri ülkelerde temelli kalırken (daha doğrusu, cazip tekliflerle kalmaları sağlanırken), nispeten daha zayıf olanlara, batının en meşhur üniversiteleri tarafından “yüksek dereceli diplomalar” verilmiş ve “kendilerine sadık kadrolar” olarak, Türkiye’ye gönderilmişlerdir. Ellerindeki yüksek dereceli diplomalarına bakılarak, devletin en üst ve en stratejik mevkilerinde görevlere atanan bu gençler, zamanla, Türkiye’nin tamamen ABD ve diğer batılı ülkeler güdümünde bir ülke haline gelmesini sağlamışlardır ki, bugün bu durumu değiştirmek, imkansız derecede zor ve uzun yıllar isteyen bir iştir.
TÜRKİYE’DEN DIŞARIYA BEYİN GÖÇÜ
Türkiye, NATO’ya kabul edildiği 1952 yılından bu yana, daima ABD ve batı yanlısı iç ve dış politika izlemesine rağmen, 40 yılı aşkın bir zamandan bu yana, Avrupa Birliği’nin (AB) kapısında bekletilmektedir. Son 75 yıldır, ülke içinde üniversite eğitimini tamamlayan en başarılı gençlerimiz, başta ABD olmak üzere, gelişmiş batılı ülkelere gitmektedirler. Bu durumu ilk defa bilimsel araştırma konusu olarak belirleyen, rahmetli Prof.Dr. Turhan Oğuzkan (1923-19912), 1968-69 yıllarında (o yıllarda, ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesine Dr. Öğretim Üyesi) yaptığı bir araştırmada, Türkiye’de aslî veya sürekli bir görevi olmaksızın, yabancı bir ülkede tam zamanlı olarak çalışan “doktoralı bilim insanları”nı ele almıştır. Prof. Oğuzkan ülkemizden dışarıya gitmekte olan bilim insanlarının göç sebeplerini, ülkemizdeki şartlardan kaynaklanan “itici” ve gidilen ülkelerdeki “çekici” faktörler adı altında, birbirini tamamlayan iki kategoride toplamış ve incelemiştir. Maalesef, yarım asır önce o araştırmayla ortaya konmuş olan itici ve çekici faktörler devam etmekte ve ülkemiz için, bugün de aynen geçerliliğini korumaktadır.
BİR ÜLKENİN, KENDİSİNİ İKİNCİ-ÜÇÜNCÜ SINIF İNSANLARA MAHKÛM ETMESİ
Üniversite mezunu olmadığı hususundaki tartışmaları, basına verdiği, doğrulukları şüpheli birtakım “diploma sureti fotokopileri”yle geçiştiren Erdoğan’ın, 2017 Anayasa Referandumu’ndan bu yana, tek başına yönetmekte olduğu Türkiye’de, evrensel düzeyde yüksek kapasiteye sahip üniversite mezunu gençlerimiz, kendileri için bir gelecek imkanı görmediklerinden, gelişmiş batılı ülkelere gitmeye devam ediyorlar. Türkiye bu şekilde, tüm diğer geri kalmış ülkeler gibi, büyük paralar harcayarak üniversiteye kadar eğitim verdiği en başarılı gençlerini kaybederek, kendisini ikinci-üçüncü sınıf meslek erbabına mahkûm ederken, gelişmiş ülkeler, hiçbir masraf yapmadan, yetişmiş yüksek nitelikli bilim ve meslek kadrolarına sahip oluyorlar.
Unutmayalım ki, ülkeler arasındaki rekabet ve mücadele, sahip oldukları dâhiler ve yüksek nitelikli insan güçleri üzerinden cereyan ediyor. Son derece bedavaya, dünyanın dört bir yanındaki geri kalmış ülkelerden, gönüllü olarak kendilerine gelmekte olan ve yetişmelerine tek kuruş harcamadıkları, dünyanın en iyi beyinleri ile uluslararası alandaki mücadelelerini ve ülke içindeki bilimsel ve teknolojik araştırmaları yürütmekte olan gelişmiş ülkelerin karşısında, kendilerini çok daha düşük düzeydeki meslek insanları ile çalışmaya mahkûm eden, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerin ne gibi bir şansları olabilir?
“GİDERLERSE GİTSİNLER” ÖYLE Mİ?
Yoğun bir şekilde yabancı ülkelere gitmekte olan hekimlerle ilgili bir konuşmasında, “Giderlerse gitsinler” diye konuşan Erdoğan’ın bu konuda, fevkalade talihsiz sözleri, maalesef hafızalardaki tazeliğini koruyor. Belli ki Erdoğan, bu yurt dışına gitmekte olan gençlerin ülkemize kaça mal olduklarını ve gelişmiş ülkelerin, üniversite mezunu olan en iyi gençlerimizi almakta olduklarını düşünmüyor! “Yetiştirdiğimiz en iyi gençler, Türkiye’de kendileri için bir gelecek göremediklerinden dışarıya giderlerse, biz doğal olarak, gidenlerden çok daha zayıf olanların eline kalmaz mıyız?” diye düşünen yok mu bu ülkede?
Bu kafayla bu ülkenin gelecekte, uluslararası alanda ne gibi bir rekabet şansı olabilir? Hazır yetiştirdiğimiz en iyi gençlerin, uluslararası alanda rekabet ve mücadele halinde olduğumuz ülkelere gitmelerinin, Türkiye için ne gibi olumsuz ve hatta tehlikeli sonuçlar doğuracağını görmek için allame olmaya gerek var mı?
_______________
(*) https://www.ceyrekmuhendis.com/apollo-11in-turk-yazilimcisi-arsev-eraslan/
(**) https://www.ttb.org.tr/kutuphane/cumhuriyet_saglik.pdf