Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

HAYIRDIR BEYLER, NEDİR BU APO SEVDASI?

Başta Devlet Bahçeli olmak üzere, “Türkçü” ve “Türk milliyetçisi” oldukları zannedilen MHP’lilerdeki bu “Apo sevdası” nedir böyle? Anlayan beri gelsin! 15 Temmuz’un Türk milleti açısından, sanırım en büyük zararı, Bahçeli’nin ve devamında da, önce MHP üst yönetimi olmak üzere, tüm teşkilat yöneticilerinin kafa yapılarının değişmiş olmasıdır. Bahçeli’nin ortaya attığı “beka” söylemi ile ifade edilmekte olan ve Ülkücü Hareket’in şanlı geçmişine taban tabana zıt görüşlerden oluşan bu yeni kafa yapısı evrimleşerek, nihayet Apo sevdasına ulaşmış bulunuyor. Bahçeli’nin, 1999 yılında Apo’yu idamdan (2017’de de Ahmet Türk’ü hapisten) kurtarması hatırlanacak olursa, bu sevdanın köklerinin, hayli derinlerde olduğu anlaşılıyor!.. Tamamı fakir-fukara çocukları olan, 40 bini aşkın şehidin kanları üzerinde, bugün siyasi rant tezgahları kurmakta olanların, gerçekte kime hizmet etmekte oldukları halk tarafından bilinmiyor ise de, Türk milletine hizmet etmedikleri açıktır. Vatanın savunulmasında, can bedeli sadece fakir-fukaraya ödetilirken, ülkedeki nimetler ve milli servet, “kendi çocuklarını askere bile göndermeyen” iktidar ve bir avuç yandaş arasında paylaşılıyor ve bu gerçek, din sosuyla gözleri perdelenen ve aklî melekeleri iğdiş edilen insanlardan ustaca saklanıyor.   TÜRKİYE, HERKESTEN GÜÇLÜ OLMAK ZORUNDA! Türkiye, yeryüzünde bir örneği bulunmayan, fevkalade stratejik üstünlüklere ve avantajlara sahip jeopolitik bir konumda yer alıyor. Bu nedenle, bu coğrafyada gerçekten her bakımdan bağımsız bir devlet olabilmek için, yabancı güçlerden etkilenmeyecek derecede güçlü olmak gerekiyor. Şunu, asla akıldan çıkarmamak gerekiyor: Borç alan emir de alır! Osmanlı Devleti’ni batıran en önemli sebep, halkının dehşet derecede “cahil” olması ve dolayısı ile bu halkın içinden çıkan devlet yöneticilerinin fevkalade “basiretsiz” olmalarıdır. Bu cehalet ve basiretsizlik sebebiyle, Avrupa ülkelerinde, 17. yüzyıldan itibaren başlayan “aydınlanma hareketleri” ve onun arkasından ortaya çıkan bilim ve teknolojideki gelişmeler ve “sanayi devrimi”, Osmanlı toplumu ve devleti tarafından yıllarca algılanamamıştır. Osmanlı Devleti’nin, tamamen tarıma dayanan “toplumsal üretim gücü” yerinde sayarken, endüstriyel üretim tekniklerini geliştirmekte olan Avrupa ülkeleri, toplumsal üretim kapasitelerini arttırmaya devam ediyorlardı. Avrupa ülkeleri, zamanla yükselen ve ilerleyen endüstriyel üretimle güçlerini arttırırken, Osmanlı Devleti’nin gücü yerinde saymaya ve zamanla gerilemeye başladı; çünkü, Avrupa ülkelerinin “çok daha kaliteli ve ucuz” endüstriyel ürünleri, Osmanlı ülkesini istila etmeye başlamıştı. Bu sürecin bir sonucu olarak, Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ilk yarısında, Avrupalı bankerlerden “borç para” almak zorunda kaldı. Ne var ki, alınan o paralar, ülkenin ekonomik üretim gücünü arttırmak amacı ile kullanılmadığından, borçlar ödenemedi! Borç alıp ödeyememe süreci, 30 yıl içinde, devleti iflasa sürüklemiş ve Osmanlı Devleti, 1876 yılında “moratoryum (borç erteleme-devlet iflası)” ilan etmişti. II. Abdülhamit’in (moratoryum ilanından dört yıl sonra), 15.10.1881 tarihli, o meşhur “Muharrem Kararnamesi”siyle, “Duyun-u Umumiye İdaresi” kurularak, devletin mali sistemi, uluslararası bir hey’etin kontrolüne bırakılmıştı.   DEVLET ÇÖKÜYORKEN, İHTİŞAMLI SARAYLAR YAPTIRILIYOR! Osmanlı Devleti’nin ekonomik bakımdan zayıflamaya başladığı dönemde, Avrupa ülkeleri bilim ve teknolojideki gelişmelerle güçlerini arttırırken, gerçekleştirdikleri okyanus ötesi gemi seferleri ve “coğrafi keşifler”le, bir anlamda, tüm dünyayı kontrolleri altına almışlardı. Osmanlı denizciliğinin, Akdeniz’i Türk Gölü haline çevirdiği günler bir hayli gerilerde kalmış, basit toplarla donatılan eskinin muhteşem kadırgaları, Avrupa’nın çelikten yapılmış yeni gemilerinin ve bu gemilere yerleştirilen, hızlı atış yapabilen yiv-setli toplarının karşısında tutunamaz hale gelmişlerdi. Burada hemen, İstanbul’da bugün hayranlıkla seyrettiğimiz o muhteşem Osmanlı Sarayları’nın, devletin yıkılmaya başladığı dönemlerin eserleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Batı karşısında zayıflamakta olan Osmanlı Devleti’nin yöneticileri (Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi vb. gibi), ihtişamlı saraylar inşa ederek, kendilerini güçlü gösterme derdine düşmüşlerdi! Moratoryum ilanını takip eden yıllarda, “halifelik” sıfatını öne çıkararak izlediği “ümmetçi dış politika” ile, devlet gücünü arttırmaya ve batı karşısında arka arkaya alınan yenilgileri durdurmaya çalışan II.Abdülhamit, maalesef bu politikasında başarılı olamadı. Ülkede ortaya çıkan her türlü yeniliği, gelişmeyi ve değişimi kendi saltanatı için tehdit olarak gören II.Abdülhamit, elindeki tüm gücünü kendi saltanatını korumak için kullanarak, 33 yıl saltanat sürdü. Neticede, bu gelişmeler karşısında tutunamadı ve “31 Mart Vakası (Rûmi 31 Mart 1325, Milâdi 13 Nisan 1909)” adıyla bilinen isyan kalkışması sebebiyle Hareket Ordusu’nun baskısı sonucu, Meclis-i Mebusan tarafından alınan bir kararla düşürüldü ve Selanik’teki Alatini Köşkü’nde ikamete mecbur edildi. Ne var ki, o tarihten sonra da, Avrupa ülkeleri karşısında hiçbir varlık gösteremeyen Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi (30.10.1918) ve Sevr Antlaşması (10.08.1920) ile fiilen ortadan kalktı. Millî Mücadele’den sonra, 01 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından alınan bir kararla da resmen sona erdi.   “DIŞARIDAN EMİR ALMAMAK” İÇİN, BORÇ DA ALMADILAR! Osmanlı Devleti’nin aldığı ve ödemediği borçların çok büyük bir bölümü (bugünkü değerle yaklaşık 460 milyar Dolar), 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ödenmiştir. Dışarıdan alınan borçlar sebebiyle Osmanlı Devleti’nin yaşadığı sıkıntıları yakından yaşayan Cumhuriyet’in kurucuları, bütün yokluklara ve imkansızlıklara rağmen, “dışarıdan borç para almama” tutumlarını sürdürdüler. II. Dünya Savaşı’na kadar geçen 16 yıl içinde, yabancı şirketlerin elinde bulunan tüm madenler, demiryolları ve limanlar satın alınarak millileştirilmiş; ilaveten, 4 bin kilometreyi aşkın demiryolu inşa edilmiş ve 60’a yakın demir-çelik, uçak, lokomotif, dokuma ve şeker fabrikaları kurulmuştur. Cumhuriyet’i kuranlar bu dönemde, “dışarıdan emir almamak için”, borç para da almamışlardır! Ne var ki, Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra patlayan ve tam altı yıl devam eden II. Dünya Savaşı (01.09.1939-02.09.1945) sebebiyle, Cumhuriyet’in kurulması ile başlatılan ve hızla sürdürülen kalkınma ve endüstrileşme faaliyetleri, büyük ölçüde yavaşlamıştır. Türkiye, her ne kadar, fiilen o savaşa girmemiş ise de, savaşın kapımıza dayanmış olması sebebiyle; tüm gücünü ve parasını “savaş ihtimaline karşı hazır olmak” için kullanmış; bu da, halkın büyük sıkıntılar çekmesine sebep olmuştur. Savaştan sonra ise Türkiye, 04 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı “Ekonomik İşbirliği Anlaşması” ile, ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra yürürlüğe koyduğu Marshall Planı kapsamında, ilk dış borcunu, 1950-53 yılları arasında almıştır. Böylece, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin etkisi altına girmeye başlayan Türkiye, NATO’ya üye olduktan (18.02.1952) sonra da, başta ABD olmak üzere, tamamen batılı ülkelerin etki alanı haline gelmiştir. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP) döneminde alınan borçlar da vadesinde ödenememiş ve Türkiye 04.08.1958 tarihinde, ikinci kez moratoryum ilan etmiştir.   DIŞARIDAN “BORÇ” VE “EMİR” ALMA DÖNEMİ NASIL BAŞLADI? Halk arasında, “Marshall Yardımı” olarak bilinen ilk dış borçlanma ile, iç ve dış politikaları batılı ülkelerin manipülasyonlarına açılmaya başlayan Türkiye, zamanla (özellikle de 2002’den bu yana) bağımsız iç ve dış politika izleme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Güya milli iradeyle seçilerek devletin başına geldiği zannedilen kişi, üstlendiği görev sıfatı ile, halkımız tarafından bilinmeyen bir dış merci tarafından, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eşbaşkanı” olarak atanmıştır. Bölgemizde, I. Körfez Savaşı (1990-91) ile BOP kapsamında başlatılan olaylar zincirinin günümüzdeki halkası Suriye’dir. Türkiye, Suriye’deki, İsrail’i sürekli tehdit etmekte olan rejimin yıkılması ve ülkenin birkaç parçaya bölünmesiyle sonuçlanan olaylarda çok sayıda şehit vermiş ve birkaç yüz milyar dolar gibi, çok büyük bir maddi külfetin altına sokulmuştur. Peki, tüm bunların karşılığında, Türkiye’nin Suriye’de ne elde ettiği ve ileride ne elde dileceği sorusunun ise, bugün henüz bir cevabı bulunmamaktadır. Bazı ayrıntılarını, 30 Aralık 2024 tarihli “Suriye’de Asıl Kazanan Kim?” başlıklı yazımızda ele aldığımız Suriye meselesi ile ilgili olarak, bugün muhtelif yerlerde kurulmakta olan masalarda, Türkiye’ye yer verilmiyor olması, fevkalade düşündürücü bir durumdur(*).   APO MECLİSTE KONUŞUNCA MESELE BİTECEK, ÖYLE Mİ? Türkiye maalesef, hiçbir bakımdan, jeopolitik konumunun gerektirdiği güce ve uluslararası alanda, bağımsız olarak milli iradesini etkin kılabileceği sağlam müttefik yapılara sahip değildir! 1950 yılından bu yana (ve özellikle de 1952’de NATO Üyesi olduktan sonra), hemen her konuda ABD’nin ve batılı ülkelerin adeta serbest etki halanı haline gelen Türkiye, Bahçeli’nin geçen 22 Ekim’deki, “Apo gelsin mecliste konuşsun” sözleriyle başlayan süreçte, hızla bir toplumsal çatışma tehlikesine doğru sürükleniyor. O günden bu yana kamuoyuna yansıyan belli başlı görüşlere bakıldığında, iktidar çevrelerinin başını çektiği “Apo’ya özgürlük yanlıları” ile şehit ailelerine verdikleri destekle öne çıkan “millî muhalefet” arasındaki gerilim giderek yükseliyor. “Apo’ya özgürlük” diyenlerin BOP yanlısı (ve hatta görevlisi), “millî muhalefet”in ise, Mustafa Kemal’in askerleri olmaları, meselenin diğer bir ilginç yönünü teşkil ediyor. En başından bu yana, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, “ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün” olduğu; Türkiye’nin, Atatürk ilkeleri ve inkılapları kapsamında, “üniter ve demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olma idealini savunan MHP’ye ve Ülkücü Hareket’e ne oldu da, 1999’dan bu yana (ve özellikle de 2016’dan itibaren alenen) bu ideallerin aleyhine döndü? Evet, gerçekten ne oldu? Yıllardır, MHP’nin izlediği politikaları onaylamayan Kadim Ülkücü Camia, bu sorunun cevabını bekliyor! ______________   (*) https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/roma-da-turkiye-siz-bir-toplanti
Ekleme Tarihi: 13 Ocak 2025 - Pazartesi

HAYIRDIR BEYLER, NEDİR BU APO SEVDASI?

Başta Devlet Bahçeli olmak üzere, “Türkçü” ve “Türk milliyetçisi” oldukları zannedilen MHP’lilerdeki bu “Apo sevdası” nedir böyle? Anlayan beri gelsin! 15 Temmuz’un Türk milleti açısından, sanırım en büyük zararı, Bahçeli’nin ve devamında da, önce MHP üst yönetimi olmak üzere, tüm teşkilat yöneticilerinin kafa yapılarının değişmiş olmasıdır. Bahçeli’nin ortaya attığı “beka” söylemi ile ifade edilmekte olan ve Ülkücü Hareket’in şanlı geçmişine taban tabana zıt görüşlerden oluşan bu yeni kafa yapısı evrimleşerek, nihayet Apo sevdasına ulaşmış bulunuyor. Bahçeli’nin, 1999 yılında Apo’yu idamdan (2017’de de Ahmet Türk’ü hapisten) kurtarması hatırlanacak olursa, bu sevdanın köklerinin, hayli derinlerde olduğu anlaşılıyor!..

Tamamı fakir-fukara çocukları olan, 40 bini aşkın şehidin kanları üzerinde, bugün siyasi rant tezgahları kurmakta olanların, gerçekte kime hizmet etmekte oldukları halk tarafından bilinmiyor ise de, Türk milletine hizmet etmedikleri açıktır. Vatanın savunulmasında, can bedeli sadece fakir-fukaraya ödetilirken, ülkedeki nimetler ve milli servet, “kendi çocuklarını askere bile göndermeyen” iktidar ve bir avuç yandaş arasında paylaşılıyor ve bu gerçek, din sosuyla gözleri perdelenen ve aklî melekeleri iğdiş edilen insanlardan ustaca saklanıyor.

 

TÜRKİYE, HERKESTEN GÜÇLÜ OLMAK ZORUNDA!

Türkiye, yeryüzünde bir örneği bulunmayan, fevkalade stratejik üstünlüklere ve avantajlara sahip jeopolitik bir konumda yer alıyor. Bu nedenle, bu coğrafyada gerçekten her bakımdan bağımsız bir devlet olabilmek için, yabancı güçlerden etkilenmeyecek derecede güçlü olmak gerekiyor. Şunu, asla akıldan çıkarmamak gerekiyor: Borç alan emir de alır! Osmanlı Devleti’ni batıran en önemli sebep, halkının dehşet derecede “cahil” olması ve dolayısı ile bu halkın içinden çıkan devlet yöneticilerinin fevkalade “basiretsiz” olmalarıdır. Bu cehalet ve basiretsizlik sebebiyle, Avrupa ülkelerinde, 17. yüzyıldan itibaren başlayan “aydınlanma hareketleri” ve onun arkasından ortaya çıkan bilim ve teknolojideki gelişmeler ve “sanayi devrimi”, Osmanlı toplumu ve devleti tarafından yıllarca algılanamamıştır.

Osmanlı Devleti’nin, tamamen tarıma dayanan “toplumsal üretim gücü” yerinde sayarken, endüstriyel üretim tekniklerini geliştirmekte olan Avrupa ülkeleri, toplumsal üretim kapasitelerini arttırmaya devam ediyorlardı. Avrupa ülkeleri, zamanla yükselen ve ilerleyen endüstriyel üretimle güçlerini arttırırken, Osmanlı Devleti’nin gücü yerinde saymaya ve zamanla gerilemeye başladı; çünkü, Avrupa ülkelerinin “çok daha kaliteli ve ucuz” endüstriyel ürünleri, Osmanlı ülkesini istila etmeye başlamıştı. Bu sürecin bir sonucu olarak, Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ilk yarısında, Avrupalı bankerlerden “borç para” almak zorunda kaldı. Ne var ki, alınan o paralar, ülkenin ekonomik üretim gücünü arttırmak amacı ile kullanılmadığından, borçlar ödenemedi! Borç alıp ödeyememe süreci, 30 yıl içinde, devleti iflasa sürüklemiş ve Osmanlı Devleti, 1876 yılında “moratoryum (borç erteleme-devlet iflası)” ilan etmişti. II. Abdülhamit’in (moratoryum ilanından dört yıl sonra), 15.10.1881 tarihli, o meşhur “Muharrem Kararnamesi”siyle, “Duyun-u Umumiye İdaresi” kurularak, devletin mali sistemi, uluslararası bir hey’etin kontrolüne bırakılmıştı.

 

DEVLET ÇÖKÜYORKEN, İHTİŞAMLI SARAYLAR YAPTIRILIYOR!

Osmanlı Devleti’nin ekonomik bakımdan zayıflamaya başladığı dönemde, Avrupa ülkeleri bilim ve teknolojideki gelişmelerle güçlerini arttırırken, gerçekleştirdikleri okyanus ötesi gemi seferleri ve “coğrafi keşifler”le, bir anlamda, tüm dünyayı kontrolleri altına almışlardı. Osmanlı denizciliğinin, Akdeniz’i Türk Gölü haline çevirdiği günler bir hayli gerilerde kalmış, basit toplarla donatılan eskinin muhteşem kadırgaları, Avrupa’nın çelikten yapılmış yeni gemilerinin ve bu gemilere yerleştirilen, hızlı atış yapabilen yiv-setli toplarının karşısında tutunamaz hale gelmişlerdi. Burada hemen, İstanbul’da bugün hayranlıkla seyrettiğimiz o muhteşem Osmanlı Sarayları’nın, devletin yıkılmaya başladığı dönemlerin eserleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Batı karşısında zayıflamakta olan Osmanlı Devleti’nin yöneticileri (Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi vb. gibi), ihtişamlı saraylar inşa ederek, kendilerini güçlü gösterme derdine düşmüşlerdi!

Moratoryum ilanını takip eden yıllarda, “halifelik” sıfatını öne çıkararak izlediği “ümmetçi dış politika” ile, devlet gücünü arttırmaya ve batı karşısında arka arkaya alınan yenilgileri durdurmaya çalışan II.Abdülhamit, maalesef bu politikasında başarılı olamadı. Ülkede ortaya çıkan her türlü yeniliği, gelişmeyi ve değişimi kendi saltanatı için tehdit olarak gören II.Abdülhamit, elindeki tüm gücünü kendi saltanatını korumak için kullanarak, 33 yıl saltanat sürdü. Neticede, bu gelişmeler karşısında tutunamadı ve “31 Mart Vakası (Rûmi 31 Mart 1325, Milâdi 13 Nisan 1909)” adıyla bilinen isyan kalkışması sebebiyle Hareket Ordusu’nun baskısı sonucu, Meclis-i Mebusan tarafından alınan bir kararla düşürüldü ve Selanik’teki Alatini Köşkü’nde ikamete mecbur edildi.

Ne var ki, o tarihten sonra da, Avrupa ülkeleri karşısında hiçbir varlık gösteremeyen Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi (30.10.1918) ve Sevr Antlaşması (10.08.1920) ile fiilen ortadan kalktı. Millî Mücadele’den sonra, 01 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından alınan bir kararla da resmen sona erdi.

 

“DIŞARIDAN EMİR ALMAMAK” İÇİN, BORÇ DA ALMADILAR!

Osmanlı Devleti’nin aldığı ve ödemediği borçların çok büyük bir bölümü (bugünkü değerle yaklaşık 460 milyar Dolar), 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ödenmiştir. Dışarıdan alınan borçlar sebebiyle Osmanlı Devleti’nin yaşadığı sıkıntıları yakından yaşayan Cumhuriyet’in kurucuları, bütün yokluklara ve imkansızlıklara rağmen, “dışarıdan borç para almama” tutumlarını sürdürdüler. II. Dünya Savaşı’na kadar geçen 16 yıl içinde, yabancı şirketlerin elinde bulunan tüm madenler, demiryolları ve limanlar satın alınarak millileştirilmiş; ilaveten, 4 bin kilometreyi aşkın demiryolu inşa edilmiş ve 60’a yakın demir-çelik, uçak, lokomotif, dokuma ve şeker fabrikaları kurulmuştur. Cumhuriyet’i kuranlar bu dönemde, “dışarıdan emir almamak için”, borç para da almamışlardır!

Ne var ki, Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra patlayan ve tam altı yıl devam eden II. Dünya Savaşı (01.09.1939-02.09.1945) sebebiyle, Cumhuriyet’in kurulması ile başlatılan ve hızla sürdürülen kalkınma ve endüstrileşme faaliyetleri, büyük ölçüde yavaşlamıştır. Türkiye, her ne kadar, fiilen o savaşa girmemiş ise de, savaşın kapımıza dayanmış olması sebebiyle; tüm gücünü ve parasını “savaş ihtimaline karşı hazır olmak” için kullanmış; bu da, halkın büyük sıkıntılar çekmesine sebep olmuştur.

Savaştan sonra ise Türkiye, 04 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı “Ekonomik İşbirliği Anlaşması” ile, ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra yürürlüğe koyduğu Marshall Planı kapsamında, ilk dış borcunu, 1950-53 yılları arasında almıştır. Böylece, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin etkisi altına girmeye başlayan Türkiye, NATO’ya üye olduktan (18.02.1952) sonra da, başta ABD olmak üzere, tamamen batılı ülkelerin etki alanı haline gelmiştir. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP) döneminde alınan borçlar da vadesinde ödenememiş ve Türkiye 04.08.1958 tarihinde, ikinci kez moratoryum ilan etmiştir.

 

DIŞARIDAN “BORÇ” VE “EMİR” ALMA DÖNEMİ NASIL BAŞLADI?

Halk arasında, “Marshall Yardımı” olarak bilinen ilk dış borçlanma ile, iç ve dış politikaları batılı ülkelerin manipülasyonlarına açılmaya başlayan Türkiye, zamanla (özellikle de 2002’den bu yana) bağımsız iç ve dış politika izleme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Güya milli iradeyle seçilerek devletin başına geldiği zannedilen kişi, üstlendiği görev sıfatı ile, halkımız tarafından bilinmeyen bir dış merci tarafından, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eşbaşkanı” olarak atanmıştır.

Bölgemizde, I. Körfez Savaşı (1990-91) ile BOP kapsamında başlatılan olaylar zincirinin günümüzdeki halkası Suriye’dir. Türkiye, Suriye’deki, İsrail’i sürekli tehdit etmekte olan rejimin yıkılması ve ülkenin birkaç parçaya bölünmesiyle sonuçlanan olaylarda çok sayıda şehit vermiş ve birkaç yüz milyar dolar gibi, çok büyük bir maddi külfetin altına sokulmuştur. Peki, tüm bunların karşılığında, Türkiye’nin Suriye’de ne elde ettiği ve ileride ne elde dileceği sorusunun ise, bugün henüz bir cevabı bulunmamaktadır. Bazı ayrıntılarını, 30 Aralık 2024 tarihli “Suriye’de Asıl Kazanan Kim?” başlıklı yazımızda ele aldığımız Suriye meselesi ile ilgili olarak, bugün muhtelif yerlerde kurulmakta olan masalarda, Türkiye’ye yer verilmiyor olması, fevkalade düşündürücü bir durumdur(*).

 

APO MECLİSTE KONUŞUNCA MESELE BİTECEK, ÖYLE Mİ?

Türkiye maalesef, hiçbir bakımdan, jeopolitik konumunun gerektirdiği güce ve uluslararası alanda, bağımsız olarak milli iradesini etkin kılabileceği sağlam müttefik yapılara sahip değildir! 1950 yılından bu yana (ve özellikle de 1952’de NATO Üyesi olduktan sonra), hemen her konuda ABD’nin ve batılı ülkelerin adeta serbest etki halanı haline gelen Türkiye, Bahçeli’nin geçen 22 Ekim’deki, “Apo gelsin mecliste konuşsun” sözleriyle başlayan süreçte, hızla bir toplumsal çatışma tehlikesine doğru sürükleniyor. O günden bu yana kamuoyuna yansıyan belli başlı görüşlere bakıldığında, iktidar çevrelerinin başını çektiği “Apo’ya özgürlük yanlıları” ile şehit ailelerine verdikleri destekle öne çıkan “millî muhalefet” arasındaki gerilim giderek yükseliyor. “Apo’ya özgürlük” diyenlerin BOP yanlısı (ve hatta görevlisi), “millî muhalefet”in ise, Mustafa Kemal’in askerleri olmaları, meselenin diğer bir ilginç yönünü teşkil ediyor.

En başından bu yana, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, “ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün” olduğu; Türkiye’nin, Atatürk ilkeleri ve inkılapları kapsamında, “üniter ve demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olma idealini savunan MHP’ye ve Ülkücü Hareket’e ne oldu da, 1999’dan bu yana (ve özellikle de 2016’dan itibaren alenen) bu ideallerin aleyhine döndü?

Evet, gerçekten ne oldu? Yıllardır, MHP’nin izlediği politikaları onaylamayan Kadim Ülkücü Camia, bu sorunun cevabını bekliyor!

______________

  (*) https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/roma-da-turkiye-siz-bir-toplanti

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.