Eskiden yaşadığımız dünyada olup-biten gündelik olaylar hakkında, insanlara “sağlıklı (zamanında, doğru ve yeterli)” bilgiler veren, “gazetecilik” adında bir meslek ve onların çalıştıkları “basın-yayın kuruluşları (gazeteler, televizyonlar, dergiler vs.)” vardı. O dönemlerde halk, gerek yaşadıkları çevrelerde ve gerekse yurt ve dünya genelinde meydana gelen gündelik olaylar ve gelişmeler hakkında sağlıklı bilgiler aldıklarından, ortaya çıkan, toplumsal ortak görüşler ve kanaatler (kamuoyu)” de, son derece sağlıklı ve isabetli yönde tecelli ederdi.
Elbette o dönemlerde de, gazetecilerin işlerini düzgün yapmalarından ve basın-yayın kuruluşlarının düzgün yayınlarından rahatsız olanlar ve bunların, birtakım müdahale teşebbüsleri de olurdu. Ancak, gazeteciler ve basın-yayın kuruluşları, kendi çıkarları için müdahale teşebbüsünde bulunabilecek kötü niyetli insanlara ve kuruluşlara karşı, özel kanunlarla korunurlardı.
GAZETECİLER, MESLEKLERİ GEREĞİ “MUHALİF” İNSANLARDIR…
Peki, bu “gazeteci” denen insanlar kimlerdir ve gerçekte ne iş yaparlar? “Başta iktidar olmak üzere (ekonomik ve/veya siyasi), ülkede belli seviyelerde güç sahibi olan insanların, halk aleyhine yapacakları işleri halka haber vererek, halkın muhtemel zararlı teşebbüslere karşı korunmasını sağlamak”, gazetecilerin ve basın-yayın kuruluşlarının başlıca görevi ve varlık sebebidir. Bu sebeple, gazeteciler ve basın- yayın kuruluşlarının en önemli ortak özellikleri, daima “halktan yana” ve “güç sahiplerine karşı” olmaktır. Gazetecilik eğitimi veren okullarda, gazetecinin ve basın-yayın kuruluşlarının, güç sahiplerinin çıkarlarına hizmet edemeyecekleri öğretilir(di)! Maalesef Türkiye’de, görünüşte gazeteci ve basın-yayın kuruluşu gibi olup, gerçekte siyasi ve ekonomik güç sahiplerinin çıkarlarına hizmet edenlerin “medya fahişeleri ve fuhuş yuvaları” olarak görüldüğü dönemlerin çok geride kaldığı anlaşılıyor.
Ben kişisel olarak, uzun zamandır bunun böyle olduğu kanaatinde olduğumdan, yaklaşık 25 yıldır, gündelik yayınlardan ve “haber” adı altında, gerek gazete ve televizyonlardan ve gerekse internet medyasından ve sosyal medya mecralarından ortalığa saçılmakta olan ve beyinleri iğdiş eden çirkefliklerden pek haberdar olmuyorum. Gündelik olaylar hakkında, çevremdeki insanların sohbetlerinden ve bazen doğrudan beni arayıp fikrimi almak isteyen dostlarımın anlatımlarından (pek çoğu, benim hiç de ilgimi çekmeyen konularda) kısıtlı bilgilere sahip oluyorum.
Ancak, bu arada, kaçınılmaz olarak, örneğin Suriye’de meydana gelen gelişmeleri ıskalayabiliyorum. Nitekim, 08 Aralık 2024 tarihinde, Beşar Esad’ın ülkesini terk ettiğinden de, birkaç gün sonra, bir whatsapp paylaşımından haberdar oldum. O günden bu yana, halk bu konuda ne konuşuyor ve ne düşünüyor diye sağıma-soluma bakıyorum ve insanların konuştuklarından hiçbir şey anlayamıyorum. Çünkü, halihazırdaki gelişmelerden kimlerin “memnun ve sevinçli” olduklarına bakıyorum: ABD, İsrail ve Türkiye’deki siyasi İslamcılar, yani iktidar yanlıları! Burada, “Hayırdır arkadaşlar?” diye sormadan edemiyorum…
Kulağıma en çok gelen ve ekseriya iktidar yanlılarının ifadeleri, genelde şöyle: “Türkiye Suriye’de zafer kazandı. Katil Esed’i devirdi. Türkiye’nin Siyonizme ağır darbesi… vs….”. Birçoğunu, geçmişleri ve karakterleri ile yakından tanıdığım, şu ya da bu tarikata, cemaate vs.ye müntesip dinci ve yandaş kesimlerden insanlara bakılacak olursa, Türkiye Suriye’de çok büyük bir başarıya imza attı! Tabii, görünüşte iktidar karşıtı olan sözde muhalifler de, “Türkiye’nin Suriye’de çok riskli bir bataklığa battığını” konuşuyor! Aslında, ilk bakışta birbirlerine zıt gibi görünen bu iki bakış tarzı, aynı amaca hizmet ediyor: Suriye’de ne olup bittiğini anlamaması için Türk halkını ayakta uyutmak! Halk ayakta uyutulunca, Türkiye’nin gücünün Suriye’de, gerçekte kimlerin ve hangi devletlerin ya da ülkelerin çıkarları doğrultusunda kullanılmakta olduğunu halk anla(ya)mayacak!
Nasıl mı?
TOPLUMUN ZİHİNSEL YETENEKLERİ İĞDİŞ EDİLİYOR!
Yukarıdaki paragrafta zikredilen görünüşteki iki zıt görüşe göre yapılmakta olan medya yayınlarında ve paylaşımlarında, konuyla ilgili ne kadar önemsiz teferruat varsa, insanların beyinlerine boca ediliyor. Halkın bilmesi gereken hususlarla ilgili yayınlarda, gerçekler olabildiğince çarpıtılarak kirletiliyor ve anlaşılamaz hale getiriliyor. Son derece yoğun ve sanki birbirleri ile zıtmış gibi yapılmakta olan kirletilmiş malûmat (“bilgi” değil) bombardımanlarına maruz kalan insanlar, Suriye’de gerçekte ne olup-bittiğini anlamadıkları gibi, anlamadıklarının bile farkında olmayarak, adeta zihinleri iğdiş ediliyor. İnsanlar, mensup oldukları toplumsal kesimler tarafından savunulan fikirleri de, kendi fikirleri zannediyorlar ve canla-başla onları savunuyorlar. Böylece, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) görevlileri olan iktidar mensupları da, BOP kapsamında kendilerine verilmiş olan görevleri rahatlıkla yapmaya ve yapılan tüm işlerin can ve mal bedellerini de, rahat bir şekilde, Türk milletine ödetmeye devam edebiliyorlar.
Suriye’de 13 yıl süren iç savaşta, Araplardan sonra, ülkenin en büyük ikinci toplumu (5,5 milyon) olan Türkmenlerin neredeyse hiç adları bile anılmıyor! Ancak, Türkmenlerin üçte biri kadar bile olmayan (1,6 milyon) Kürtler, tüm gelişmelerin adeta merkezinde yer alıyorlar.
TÜRKİYE’NİN BOP KAPSAMINDAKİ GÖREVİ NEDİR?
Hemen burada, Erdoğan’ın ilk Başbakan olduğu yıllarda, kameralar karşısında böbürlenerek, “Biz BOP Eşbaşkanıyız ve Türkiye olarak, BOP kapsamında önemli bir görevi yerine getiriyoruz.” dediğini ve o günlerde hiç kimsenin kendisine, “Arkadaş bu BOP nedir ve kimin projesidir? Türkiye BOP kapsamında hangi görevleri yerine getiriyor? Bu görevleri sana ve Türkiye’ye kim verdi?” gibi soruları sormadığını hatırlatalım! Halbuki, en azından, muhalif siyasîlerin (ve gazetecilerin) bu soruları sorması gerekmez miydi? Ama sormadılar! Neden acaba? Ne yazık ki, toplumda, bu ve benzeri soruların da cevaplarını merak eden kimse yok!
Şimdi gelelim, Suriye’deki çok bilinmeyenli denklemin “bilinen” hususlarına:
I. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Osmanlı Devleti’nin “Şam Vilayeti” olan Suriye, savaştan sonra, II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar, Fransız Mandası olarak kaldı. Her ne kadar Birleşmiş Milletler teşkilatı ile üyelik antlaşmasını 24 Ekim 1945’te imzalamış ise de, Fransa’nın Suriye yönetimi üzerindeki denetimine, 17 Nisan 1946’da son verdi. Ülke, 08 Mart 1963 tarihinden bugüne kadar (aralıksız 61 yıl), Hafız Esad ve sonra da oğlu Beşar Esad’ın liderliğindeki BAAS (Rönesans/Diriliş) partisinin yönetiminde kaldı. Tabii, bu sürenin, Suriye halkı için pek de huzur içinde geçmediğini ve zaman zaman halk içinde ortaya çıkan muhalefet hareketlerini, sürekli olarak kanla bastıran Esad ailesinin, bir bakıma, bugünkü sonu kendilerinin hazırlamış olduklarını söylemek gerekiyor. Uluslararası alanda, ABD ve NATO öncülüğündeki Batı Bloku karşısında, en başından bu yana, eski Sovyetler Birliği ve sonra da Rusya Federasyonu’nun yanında pozisyon alan Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Lazkiye şehri yakınlarında, Rusya’nın büyükçe bir Askerî Üssü bulunuyor.
Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaş, aslında, 02 Ağustos 1990 tarihinde (Türkiye’nin de kısmen destek verdiği), ABD’nin Irak’a yönelik saldırıları (I. Körfez Harekâtı) ve Saddam Hüseyin yönetimini devirmesi ile başlayan ve sonra da Kuzey Afrika ülkelerinde devam eden olayların önemli bir uzantısıdır.
Şimdi gelelim, Suriye’de birbirleri ile savaşan taraflara(*):
- Beşar Esad yönetimindeki Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu (basında “Esed Güçleri” diye adlandırılıyor). En büyük destekçisi Rusya Federasyonu.
- Türkiye’nin kurdurduğu ve ABD’nin de kısmen destek verdiği Suriye Geçici Hükümeti (ÖSO, SMO vb.).
- IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti, Halid bin Velid Ordusu). Görünüşte, başka müttefiki yok; ancak, 13 yıldır böyle bir savaşı sürdürebilecek parayı nereden buldukları ve nerelerden destek aldıkları hususunda pek bilgi yok!
- ABD tarafından kurdurulan PKK/YPG’nin içinde yer aldığı Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi.
Suriyelilerden çok, dünyanın dört bir yanından gelen ve “cihadcı” olarak adlandırılan kişilerden oluşan 2, 3 ve 4 numaradaki gruplar, çoğu zaman kendi başlarına, Esed Güçleri ile savaşıyorlar; ancak, arada birbirleriyle de çatıştıkları oluyor…
SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞIN TÜRKİYE’YE FATURASI NE KADAR?
Suriye’deki iç savaşın, can ve para kaybı olarak Türkiye’ye olan faturası bilinmiyor. Sözde millet adına Suriye’deki savaşa müdahil olan iktidar, bu işin bize neye mal olduğu hususunda değil halka, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bile bilgi vermiyor! Halbuki, 1920-1923 yıllarındaki TBMM tutanaklarına bakıldığında, Millî Mücadele’yi yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın, ortalama her üç-dört ayda bir (ama, gerekli olduğu hallerde mutlaka) meclise bilgi verdiğini, gelişmelerle ilgili olarak ihtiyaç duyulan ilave yetkileri (süreleri sınırlı olarak) talep ettiğini ve aldığını, stratejik kararların daima mecliste alındığını biliyoruz.
Ordumuz, 13 yıldır Suriye topraklarında kâh Esed Güçleri ile, kâh PKK/YPG güçleriyle savaşıyor; ancak, bununla ilgili olarak, gündelik propaganda açıklamaları dışında halka ve meclise hiçbir bilgi verilmiyor. ABD, “terörist” diye başına 10 milyon Dolar ödül koyduğu, Suudi Arabistan asıllı ve aslında Afganistan’da Usame bin-Ladin tarafından kurulan El-Kaide’nin, Irak’taki terör çetelerinin lideri Ebu Musab ez-Zerkavi’nin yakın arkadaşı olan ve “Ebu Muhammed el-Cevlani” adı ile tanınan Ahmed Hüseyin el-Şara’yı, hızla aklayıp-paklayarak, “Suriye Geçici Hükümet Başkanı” ilan ediyor ve Suriye’de onu “asıl muhatap” olarak kabul ediyor! Bu durumun, Türkiye açısından diğer bir ilginç yanı ise, Türkiye’de Zafer Partisi (Ümit Özdağ) dışında, diğer sözde muhalefet partilerinin, bu işleri kendilerine hiç dert edinmemeleridir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP), adeta tüm bu olan-biteni görmezden gelerek, Esad’ın ülkesini terk etmesinden bir gün önce yaptığı “Türkiye Beşar Esad’la görüşmelidir!” teklifine ise, hiç girmeyelim!
Bugün gelinen noktada, Suriye meselesinde iktidara sorulması gereken pek çok soru akla geliyor; biz burada, sadece öncelikli gördüğümüz birkaç tanesini zikredelim:
Türkiye, gerçekte bu savaşa neden girdi? Bu konuda bugüne kadar yapılan sözde açıklamalar makul ve mantıklı değildir.
- Suriye’deki bu iç savaşta, Türkiye 13 yıldır ne kadar para harcamıştır?
- Yaşanan çatışmalarda ne kadar şehit verilmiştir?
- Türkiye, gerçekte bu işten herhangi bir şey kazanmış mıdır? Kazanmışsa o nedir?
- Yakın gelecekte, bölgede Türkiye’yi bekleyen riskler nelerdir?
- Yakın gelecekte, Suriye meselesinde Türkiye’nin kazanabileceği herhangi bir şey var mıdır?
___________
(*) https://tr.wikipedia.org/wiki/Suriye_%C4%B0%C3%A7_Sava%C5%9F%C4%B1