Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti olarak, eğer çağdaş dünya ülkeleri arasında kendimize saygın bir yer edinmek istiyorsak, “Evrensel Hukuk İlkeleri”ne(*) sahip çıkmamız ve başta devlet ve toplumsal hayatımız olmak üzere, kişisel hayatımızı da, öncelikle bu ilkelere göre düzenlememiz ve öyle de yaşamamız gerekiyor! Peki, hukukun sahibi kimdir? Ne yazıktır ki, ülkemizde hukukun belirgin bir sahibi yoktur! Halk, devleti hukukun sahibi zannediyor, devlet sisteminde görev yapan (en tepedekinden, en diptekine kadar) personel ise, hukuku, “halk üzerinde otorite kurma aracı” olarak görüyor!
Durum ve anlayış böyle olunca, halk tarafından kabul edilmiş olan Anayasa başta olmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan yasalar ve bu yasaları uygulamakla mükellef devlet kurumları tarafından çıkarılan tüzükler ve yönetmelikler ile toplumsal örf, âdet ve gelenekler (töre), gücü yetenler ve imkanı olanlar tarafından keyfî tutum ve uygulamalarla etkisiz hale getirilebiliyor. Öyle, çok derin hukuki mevzulara girmeden, gündelik hayatımızdan örnekler üzerinden bazı hususlara göz atalım…
HUKUK OLMADAN, DEVLET DE TOPLUM DA OLMAZ!
Bir devlette ve toplumda, A’dan Z’ye tüm hukuk sisteminin ve kurallarının da, örf, âdet ve geleneklerin de asıl ve tek sahibi, halkın kendisidir. Devletin ve insanların yaptıkları her şey, yazılı ve/veya geleneksel hukuka uygun olmak zorundadır. Örneğin, yeryüzündeki tüm ülkelerde, aşağı-yukarı birbirinin aynı olan “trafik kuralları”na ve bu kurallara dayalı hukuki uygulamalara bakalım. Gelişmiş batılı ülkelerdeki uygulamalar ile, gelişmemiş doğu ülkelerindeki (yürürlükteki yazılı kurallar aynı olduğu halde) uygulamaların (bireyler aleyhine olarak) farklı olması, sadece bir tesadüf değildir. Batılı ülkelerdeki herhangi bir hukuk ihlaline tanık olan bireyler, anında durumu ilgili mercilere iletirler ve arkasını da takip ederler. Doğu ülkelerinde ise, hukuk ihlallerinin, polis ve jandarma gibi kolluk kuvvetleri tarafından, çoğu zaman da çoklu tanıklı olarak tespit edilmesi gerekir; aksi taktirde, çoğu zaman işlenen hukuk ihlali, yapanın yanına kâr olarak kalır.
Çoğu zaman da (özellikle de trafikte) bireyler, insanlar tarafından hukuk ihlaline zorlanırlar… Örneğin, trafikte konulmuş olan hız sınırına uygun araç kullanan sürücüler, arkalarından gelen sürücüler tarafından taciz edilerek, hız sınırını aşmaya zorlanırlar ya da, yolların boş olduğu zamanlarda, trafik ışıklarına ve işaretlerine uyan sürücüler, yine diğer sürücüler tarafından ışık ve işaret ihlaline zorlanıyorlar! Neden peki? Bunun, maalesef, makul ve mantıklı hiçbir sebebi yoktur; ama elbette, bizim kendi anlayışımızdan kaynaklanan ve tamamen bize mahsus sayısız kişisel sebepleri vardır.
ATATÜRK PARKI VE KÜÇÜK(!) BİR MESELE
Şimdi gelelim Balıkesir’deki bazı komik, ama bir o kadar da can sıkıcı durumlara: kent merkezindeki en önemli dinlenme ve rekreasyon alanımız olan Atatürk Parkı’na “bisikletle ve motosikletle girmek” ve dolaşmak yasaktır! Parkın girişlerine ve içerideki yürüme yollarının kenarlarına konulan tabelalarla, bu yasak belirtilmiştir. Peki, bu tabelaları umursayan, dikkate alan kimse var mı? Yok! Neden? Parka bisikletle ve motosikletle girenler, kendilerince bir kolaylık gördüklerinden bu yasağı umursamıyor olabilirler; ancak, parka yaya olarak gelenler ile parkta görev yapan belediye (ve sözde güvenlik) personeli bunları gördüklerinde kıllarını kıpırdatıyor ve seslerini çıkarıyorlar mı? Yine hayır! Peki neden? Bunun neden böyle olduğuna ve sürüp gitmekte olduğuna dair sorulacak sorunun bir cevabı var mı? Yine yok!
Aynı şekilde, park içinde evcil hayvanların başıboş dolaş(tırıl)maları da yasak! Kimin umurunda peki? Hiç kimsenin! Parka evcil hayvanı ile gelenler, hayvanlarının tasmalarını çözüp serbestçe koşmalarına ve dolaşmalarına izin veriyorlar. Parkta dinlenmekte olan insanlar, bu konuda herhangi bir itirazda bulunuyorlar mı? Hayır! Hatta, istisnai olarak itirazda bulunan biri olduğunda, aslında başıboş dolaşmakta olan hayvanlara itiraz etmeleri gereken diğer insanlar da, hem hayvanlara itiraz etmiyorlar, hem de itiraz edenlerin davranışlarını dengesiz buluyor ve çoğu zaman da, sözlü ya da fiili olarak ona müdahalelerde bulunabiliyorlar!
KENT İÇİ YOLLARDA İKİ TEKERLEKLİ TRAFİK TERÖRÜ
Son zamanlarda, sanırım tüm ülke genelindeki şehirlerde olduğu gibi, Balıkesir’de de trafikte scooter, bisiklet ve motosiklet gibi “iki tekerlekli araç terörü” yaşanıyor. Trafik polislerinin, zaman zaman yaptıkları göstermelik müdahalelerin, bu konu üzerinde, hiçbir anlamı ve etkisi olmuyor. Evlere sıcak yiyecek-içecek servisi yapmakta olan motosikletler, trafiği cehenneme çeviriyor ve bunlar için, “ekmek parası peşinde koşan gençler” savunmaları yapılıyor! Sanki, yola çıkan insanlar arasında, sadece bu iki tekerlekliler ekmek parası peşinde koşuyor ve bu yüzden, özel ayrıcalığa sahip bulunuyorlar!
Son beş altı yılın kent içi trafik kazaları istatistiklerine bakıldığında, kahir ekseriyetinin, yollarda hiçbir kurala uymayan, bu iki tekerlekli araçların karıştıkları kazalar olduğu görülüyor. Bu konuda, olumsuz bir anısı olmayan hiçbir sürücü yoktur sanırım. Kent içi yollardaki iki tekerlekli araç terörü, her geçen gün oldukça hızlı bir şekilde büyüyor ve yollarımızın kullanımı, giderek güvensiz hale geliyor.
Bu problem, sadece mevcut kolluk kuvvetlerinin çabaları ile çözülemez! Yollarda usulsüz araç kullanan her kim olursa olsun, gören vatandaşların, tıpkı batılı ülke insanları gibi, bunları kendilerine mesele edinip peşlerine düşmeleri, şikâyette bulunmaları ve arkasını takip etmeleri gerekiyor. Kolluk kuvvetlerinin de, vatandaşlar tarafından yapılan şikayetleri, olabildiğince etkili bir şekilde değerlendirmeleri ve olaylara hızla müdahale etmeleri şarttır; aksi taktirde, vatandaşın göstereceği duyarlılık hiçbir fayda sağlamadığı gibi, zamanla insanların ilgisi ve duyarlılığı da zayıflar.
Öte yandan, şehir merkezlerinde, hayatı zorlaştıran ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir diğer önemli mesele, başta otomobiller olmak üzere, tüm motorlu araçların, usulsüz park edilmeleridir. Başta yollar olmak üzere, halkın ortak kullanım alanlarını kullanırken, maalesef, hepimiz sadece kendi konforumuza göre davranıyoruz. Ortak alanları kullanırken (eğer bize muhtemel bir olumsuz dönüş söz konusu değilse), diğer insanların bizim bu davranışımızdan görebilecekleri zararlar umurumuzda olmuyor!
HALKIN SAHİP ÇIKMADIĞI HUKUK, ZULÜM ARACI HALİNE GELİR!
Huzurlu ve verimli bir toplumsal hayatın kuralları ve gereklilikleri, herkes tarafından gayet iyi bilinmektedir; bu konuda, toplum olarak, bizim yeni bir keşif ya da icat yapmamıza gerek yoktur. Bütün mesele, yegane amacı toplumsal huzuru ve verimliliği sağlamak olan yazılı ve geleneksel hukuka, bireyler olarak, her birimizin birlikte sahip çıkması gerektiğidir. Halk olarak (ama, tek tek bireyler halinde de) hep birlikte kendi hukukumuza sahip çıkmaz da, bu işleri sadece devletin kolluk kuvvetlerine havale etmeye devam edersek, hem huzurumuz bozulur hem de verimli üretim sistemlerini kuramaz ve yürütemeyiz. Ki, tüm diğer rakip (veya düşman) toplumlar ve ülkeler karşısında, onlarla rekabet ve mücadele gücümüz olmaz.
Unutulmaması gerekiyor ki, kendi içimizde yaşamakta olduğumuz sorunları, dışarıdan hiç kimse gelip çözmeyecek! Kendi sorunlarımızı mutlaka kendimiz çözmek ve çağdaş toplumlar içinde belirgin bir rekabet ve mücadele gücüne sahip olmak zorundayız. Çünkü, dışarıdan başkalarının empoze edecekleri çözümler, bizim toplumsal bünyemize uymayacaktır. Şair Cahit Külebi’nin dediği gibi, “Biz biliriz bizim işlerimizi, / İşimiz kimseden sorulmamıştır.”
GERİ KALMIŞ TOPLUMLARDA DEMOKRASİ OLMAZ!
Maalesef, seçim sistemine dayanan demokrasi uygulamalarının en zayıf yönü, seçilenlerin, kamu görevlerini yerine getirirken, hukuktan ziyade, kendisine yansıyan “yandaş etkileri”ne karşı kendilerini koruyamamalarıdır. Bu durum, ne yazıktır ki, genelde devletin tüm kurumları ve yerelde belediyeler üzerinde, son derece olumsuz etkiler yaratıyor. Kamu görevlerine seçimle gelen yetkililer, “kendi seçmenleri” olarak gördükleri insanların münferit taleplerini, çoğu zaman hukuka aykırı olarak (ya da hukuka karşı hile yoluyla) yerine getirmeyi, “siyasi başarı” için olmazsa olmaz bir şart olarak görüyorlar.
Türkiye gibi geri kalmış toplumlarda, devletin, hukuk yolu ile kendilerine tevdi etmiş olduğu yetki ve görevleri, kendi yandaşları lehine tasarruf ederek kullanan siyasilerin, aynı görevlere tekrar tekrar seçilebiliyor olmaları, demokrasinin faziletlerini değil, zaaflarını gösteren bir kangrendir. Demokrasinin bu tür zaaflarını, bundan 2371 yıl önce ölen, ünlü Antik Yunan filozofu Platon (MÖ 427-347) “Devlet” adlı eserinde, adeta günümüz Türkiye’sinde yaşamış gibi, gayet güzel anlatıyor.
Gerek yazılı ve gerekse geleneksel olarak, bir ülkede “hukukun üstünlüğü” konusunda halk ve devlet mutabık olmadıklarında, o ülkede huzur ve verimlilik de olmaz! Umudumuz ve temennimiz odur ki, Türkiye’de de, en tepedekinden en diptekine kadar, devlet görevi yapmakta olanlar ile halk, hukukun üstünlüğü konusunda, en kısa zamanda, olması gereken şekilde mutabakata varmış olsunlar. Devlet ve toplum mutabakatının olmadığı hukuk uygulamaları, vatandaşa yönelik baskı ve zulümden başka bir şey olamaz!..
____________
(*) https://hukukbook.com/hukukun-evrensel-kurallari/
-------------------