Son günlerde, Lübnan’ın güneyindeki Hizbullah mevzilerine yaptığı saldırıdan sonra, ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerini de içine alan “Arz-ı Mev’ud (Vaadedilmiş Topraklar) davası güden İsrail’in (Lübnan’ı ve Suriye’yi tamamen ele geçireceği ve), fazla uzak olmayan bir gelecekte, mutlaka Türkiye’ye de saldıracağına dair iddialar dillerden düşmüyor… Yahudilerin nasıl bir millet olduklarından, tarihten ve siyonizmin(*) ne olduğundan haberi olmayan insanlar, başta Erdoğan olmak üzere, boylarından ve çaplarından büyük sun’î etiketlerle ortalıkta (özellikle de medya mecralarında) arz-ı endam eden iktidar yandaşlarının konuşmalarını gerçek zannediyorlar!
Yaşadıkları ülkelerde, Devlet Başkanlığı ve Başbakanlık gibi yüksek mevkileri işgal ediyor olsalar da, hiçbirinde “azınlık” statüsüne bile sahip olmayan Yahudilerin tüm dünyadaki mevcutları, 15 milyonu bulmuyor; bu nüfusun 9 milyon kadarı, yeryüzündeki tek Yahudi devleti olan İsrail’de yaşıyor. İsrail’in kuruluş hikayesini merak edenler, internet mecralarında mebzul miktarda bilgi bulabilirler; o nedenle biz şimdi bu konuya girmeyeceğiz.
FİLİSTİN’DEKİ SAVAŞ, BİR “DİN KAVGASI” DEĞİLDİR!
Konuya girmeden önce, “tarihte, Yahudiler ile Türkler arasında, kayda değer siyasî, askerî ya da iktisadî hiçbir sorun yaşanmadığını” belirtmek gerekiyor. Yani, Türklerin Yahudilerle (ve Yahudilerin de Türklerle) alıp-veremedikleri bir husus yoktur! Buna karşılık, hemen her mezhepten Hrisiyan milletlerle, devasa askerî, siyasî ve iktisadî sorunlar yaşanmıştır ve halen de yaşanmaya devam etmektedir. Tüm bunlara rağmen, “Hristiyanlık düşmanlığı”nın ortaya çıkmadığı Türk toplumunda, “Yahudi düşmanlığı” yapanları anlamak ve onları, “iyi niyet”le değerlendirmek mümkün değildir!
Ortadoğu’da, neredeyse bilinen tüm insanlık tarihi boyunca yaşanmakta olan kavga, esasen “Arap-İbrani (Yahudi) kavgası”dır ve geçmişi, 2500 yıl öncesindeki Babil Sürgünü’ne dayanır(**). Esasen birbirleri ile kardeş olan Arap ve İbrani milletleri, MÖ 6. yüzyılın başlarından bu yana, birbirleri ile amansız bir kitlesel kavga halindedirler. Önceleri, İbraniler Musevî (Yahudi), Araplar ise 7. yüzyıla kadar, Putperest olarak kaldılar. Arapların büyük bölümünün Müslüman olmalarından sonra da kavga bitmedi, devam etti. Hz. Muhammed, Medine’ye göç ettikten sonra, oradaki Yahudi toplumu ile bir sözleşme imzaladı(***). Yahudiler, yaklaşık 1300 yıldır kavga halinde oldukları putperest Araplardan ayrılan Müslüman Araplarla ilk başlarda anlaşmış olsalar da, tarihsel geçmişlerinden gelen etkilerden kurtulamadılar ve yaptıkları anlaşmaya sadık kalamadılar; böylece, Müslüman Araplarla da kavgalı hale geldiler.
MÖ 597’de meydana gelen Babil Sürgünü ile Babil Devleti (Araplar) tarafından, kendi ülkelerinden (yani Filistin’den) tümüyle çıkarılan Yahudiler, diğer ülkelerde olduğu gibi Arap yarımadasındaki şehirlerde de, küçük gruplar (bazılarında küçük cemaatler) şeklinde yaşıyorlardı. 2.400 yıl boyunca, dünyanın dört bir tarafına dağılmış küçük gruplar halinde yaşayan Yahudiler, çoğu zaman yaşadıkları ülkelerde de şiddete ve sürgünlere maruz kaldılar. Bu nedenle, yerleşik olmayı gerektiren türden işlerden ziyade, her durumda yanlarında alıp götürebilecekleri menkul değerlere dayalı bir iktisadî yaşam modeli geliştirdiler. İşte bugün, başta bankacılık ve borsa olmak üzere, kısaca “finans sektörü” denen menkul değer piyasaları, çok büyük ölçüde Yahudiler tarafından geliştirilmiştir.
FİNANS SEKTÖRÜ, TÜMÜYLE YAHUDİ İCADIDIR…
“Üretim”den sonra, ekonominin en önemli alanı olan “ticaret”in olmazsa olmazı ve en temel “güven” unsuru “para” olduğundan, zamanla Yahudiler, tüm dünya ekonomisinin para hareketlerini yürüten (ve tabii “kontrol” de eden) bir toplum haline geldiler. Nitekim, Osmanlı Devleti’nde de ilk bankalar, önce 1847 yılında J. Alleon ve Th-Baltazzi adlı bankerler tarafından İstanbul Bankası (Bank-ı Dersaadet) adı ile kurulmuş, bundan 9 yıl sonra da, İngiltere vatandaşı olan Yahudiler tarafından, 1856 yılında, yönetim merkezi Londra’da olmak üzere, “Ottoman Bank” adı ile kurulmuştur (bu bankanı adı, Fransızların da ortak olmaları ile 1863’te, “Osmanlı Bankası” olmuştur). Bu banka, 1863’ten 1922’ye kadar, devlet adına “banknot (kâğıt para) basma ve ihraç etme” yetkisine de sahip olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde, bankaların yaygınlaşmasından önce ise, İstanbul’un Galata semtinde üslenen “banker” adı verilen bir meslek grubu, ticari para transferleri ve kredi işlerini yürütüyorlardı ki, bunların da (dünyanın her yerinde olduğu gibi) kahir ekseriyeti Yahudiler idi. Bugün tüm dünyada, iktisadî faaliyetlerde Yahudileri böylesine etkin hale getiren şey budur. Zaman içinde, yaşadıkları ülkelerin halkları ile daima iyi geçinmeyi öngören bir yaşam kültürü geliştirmiş olan Yahudilerin, finans piyasalarının temeli olan “güven” konusunda sağladıkları uluslararası şöhret, onları dünya ve ülke ekonomilerinin “vazgeçilemez unsurları” haline getirmiştir. Para üzerinde kurmuş oldukları evrensel otorite, Yahudileri, yaşadıkları ülkelerde, Devlet Başkanlığı ve Başbakanlık gibi, devletlerin üst düzey siyasi makamlarına da taşıyabilmektedir.
TÜRKİYE’DE, SİYASETİN BAŞLICA FİNANSÖRLERİ YAHUDİLERDİR!
Bugün Türkiye’de, %95’i İstanbul’da ve 2.500 kadarı İzmir’de olmak üzere, yaklaşık 15 bin Yahudi yaşıyor. Türkiye’nin nüfusu ve son yıllardaki Suriyeli ve Afganlı nüfus transferleri göz önüne alındığında, bu sayı, kayda değer bir miktar değildir. Ancak, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’deki Yahudiler, ülke ekonomisinde hayli büyük ve güçlü bir etkinliğe sahiptirler. Artık, şiddete maruz kalma ve sürgün edilme korkuları da kalmadığından, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, tüm dünyada olduğu gibi, Yahudiler Türkiye’de de, ekonominin yerleşik olmayı gerektiren üretim sektörlerinde önemli ölçekte şirketler ve fabrikalar kuruyorlar.
Maalesef ülkemizdeki siyasetin en önemli finansörleri de Yahudilerdir. Yahudi cemaati, kendi aralarında yaptıkları ustaca planlamalarla, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil potansiyeli bulunan tüm siyasi partileri, büyük ölçüde Yahudi iş çevreleri finanse ederler. Yahudi firmalarının ve ailelerinin destek verdikleri siyasi partiler birbirlerinden farklıdır; yani, her aile ya da firma, sadece tek bir partiye destek verir. Ama, siyasi partiler, çoğu zaman birden fazla Yahudi aile ya da firmasından destek alır. Yani, bir Yahudi firması ya da aile, birden fazla siyasi parti ile ilişki kurmaz! Ve tabii, Yahudilerin siyasi partilerle olan ilişkileri, kesinlikle ve ne pahasına olursa olsun gizli tutulur! Zaten, Türkiye’deki hiçbir siyasi parti, Yahudi bir firmadan ya da aileden maddi destek aldığını ifşa edemez! Bu ise, hangi parti iktidara gelirse gelsin, Yahudi firmalarının ve ailelerin işlerinin, aksamadan devam etmesini sağlar. Yahudilerin kendileri, Türkiye’de siyaset sahnesinde pek görülmezler. Nitekim, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, sadece 8 tane Yahudi Milletvekili mecliste görev yapmıştır; 1999’dan bu yana ise, mecliste hiç Yahudi milletvekili yoktur.
ARAP-YAHUDİ SAVAŞLARI, “DİN KAVGASI” MIDIR?
Şimdi gelelim, Türkiye’de Yahudi düşmanlığı propagandası yapanlara… Yukarıda da belirtildiği üzere, Türklerin Yahudilerle, tarihsel bakımdan alıp-veremedikleri hiçbir şey yoktur. Peki, bugün Filistin meselesi üzerinden, din söylemine dayalı Yahudi düşmanlığı propagandası yapmakta olanların asıl dertleri ne olabilir?
Türkiye halkının kahir ekseriyeti, Filistin’deki kavganın geçmişini, en erken, İsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadar geriye götürebiliyor. Halbuki, yukarıda da izah edildiği üzere, Ortadoğu’daki kavga hiç de bu kadar yeni değildir. Bu kavgayı, ısrarla ve inatla “Yahudi-Müslüman kavgası” şeklinde, “dini” bir kavga olarak göstermek isteyen çevrelerin, Atatürk’e ve Türkiye’nin, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olmasına karşı ve şeriat yanlısı siyasi-dinci oluşumlarla iç-içe olmaları dikkat çekicidir.
Millî Mücadele’mizin önemli komutanları ve Cumhuriyet’imizin kurucuları arasında müstesna yerleri bulunan Mareşal Fevzi Çakmak ve Orgeneral Kâzım Karabekir’in hatıralarında, Türkiye’deki dinci tarikatların kahir ekseriyetinin, başta İngiltere olmak üzere, dış güçler tarafından kurulmuş oldukları yazılıdır. Devletimizin en üst kademelerinde görev yapmış olan bu komutanlarımızın, o günlerde ulaşılabilecek her türlü bilgiye ulaşabilme imkanlarına sahip oldukları unutulmamalıdır. Buradan anlıyoruz ki, Türkiye’deki sözde İslami tarikatların (belki bir-iki istisna dışında) alayı, “dini” değil, emperyalist siyasetin mahfilleridir.
Onların düzeyinde bilgiye ulaşabilme imkanı olamayacak birtakım insanların (hem de, Anayasal bir suç olmasına rağmen), bugün Türkiye’de siyasi-dinci oluşumlar içinde şeriat propagandaları yapıyor olmaları ise akıl alacak bir iş değildir. İşte bu çevreler, bugün, İsrail’in Gazze’ye ve Güney Lübnan’daki Hizbullah mevzilerine yönelik saldırılarını, halkımıza, sanki “İslam’ı ve Müslümanları hedef alan” saldırılarmış gibi anlatıyorlar. İnsanların gündelik olarak takip etmekte oldukları medya mecralarında, bu çevreler tarafından yayınlanmakta ve paylaşılmakta olan haber ve yorumların neredeyse tamamında, İsrail ve Yahudi düşmanlığı propagandası yapılıyor.
Ne var ki, insanlar, iktidar çevreleri tarafından yapılmakta olan bu propagandalara ve Erdoğan’ın, İsrail’i “terör devleti” ilan etmiş olmasına rağmen, Türkiye-İsrail ilişkilerinde, neden hiçbir değişikliğin olmadığını sorgulamıyor! Türkiye’nin, Tel Aviv’deki Büyükelçisini neden geri çekmediğini ve İsrail’in Ankara Büyükelçisini neden sınır dışı etmediğini ve normal diplomatik ilişkilerini hangi sebeplerden dolayı sürdürmekte olduğunu soran yok!
TÜRKİYE’NİN, BİR “TERÖR DEVLETİ” İLE NE İŞİ OLABİLİR?
Tüm dünyadaki ticari gemi taşımacılığına ait gemi seferlerini ve taşınmakta olan malları kayıt altına almakta olan, Marine Traffic (https://www.marinetraffic.com) gibi, herhangi bir küresel gemi takip sitesine girildiğinde, anlık ve geçmişteki gemi seferleri ile ilgili bazı bilgilere kolayca ulaşmak mümkündür. Bu sitelerden alınan bilgilere göre, Türkiye’den İsrail’e her ay 80 civarında petrol tankeri ve ticari yük gemisi gidiyor ve bir o kadarı da geliyor!.. Gayet açık ki, iktidar, halkın cehaletine yatırım yaparak, İsrail’in yapmakta olduğu katliamları, kendi tabanını konsolide etmek için kullanıyor. Bunu yapabilmek için de, halkın kafasını Yahudi düşmanlığı propagandaları ile bulandırıyorlar.
Fanatik Yahudilerin (yani, İsrail Devleti’nin değil) Arz-ı Mev’ud idealine gelince; bu, günümüz şartlarında ve görünen vadede gerçekleşmesi mümkün olmayan, tarihsel bir mit ve efsaneden başka bir şey değildir. Tıpkı, Türk milletinin “Kızılelma”sı, Müslümanların “İ’la-yı kelimetullah”ı, Hrisiyanların “Mesih beklentisi”, Yunanlıların “Megalo İdea”sı vb. gibi…
Yeryüzünde 2 milyara yakın Müslüman nüfusun yaşadığı ve halkları Müslüman olan 57 adet devletin bulunduğu böyle bir dönemde, İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali istikametinde bir dış politika izleyerek (en az, önümüzdeki bin yıl içinde), Türkiye’ye yönelik askerî bir saldırıya yeltenmesi, akıl alacak bir iş değildir. Dünyada, aklı en iyi kullanabilen milletlerden biri olan Yahudilerin, böyle bir hayal peşinde koşacaklarını düşünmek hiç de kolay değildir. Ancak ve elbette, her ülkede ve her millette olduğu gibi, Yahudilerde de, bu gibi bir idealle yaşayan, bazı fanatik gruplar vardır. Bunları, sadece dikkatle izlemek yeterlidir; onun ötesinde, devlet düzeyinde bir aksiyon beklemek için, ortada somut hiçbir sebep yoktur.
_____________