Son siyasi gelişmelere bakılırsa, önümüzdeki aylarda ve muhtemelen 2025 yılı boyunca, Türkiye’de yoğun Anayasa tartışmaları yaşanacak. Yine görünen o ki, Anayasa tartışmalarının merkezinde, “üniter (millî) devlet yapısı” ve “demokratik parlamenter rejim” konuları yer alacak. Peki, başta ekonomi (enflasyon), Suriye’den yapılmış olan nüfus transferi ve dış politika olmak üzere, bugün karşı karşıya bulunduğumuz problemler arasında, anayasa değişikliği, halkın ve ülkenin gündeminde, acaba ne derece öncelikli olabilir?
Son 20-25 yıldır, Türkiye halkının etnik yapısı, toplumsal ve siyasi gündemde akıl almayacak seviyede, giderek artan bir şekilde tartışılıyor. Nüfusumuzun, farklı etnik kökenlerden gelen, farklı dillerde konuşan ve farklı inançlara sahip olan insanlardan meydana geldiği hususlarında, abartılı ve yaygın iddialar ileri sürülüyor, tartışmalar yaşanıyor.
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana (hâlen yürürlükte olan Anayasamıza ve ilgili bazı kanunlara rağmen), yoğun bir şekilde, Türkiye’nin bir “İslam devleti” ve siyasi rejiminin de “şeriat(?)” olması gerektiğine dair iddialar ve tartışmalar, belirgin bir şekilde teşvik ediliyor ve destekleniyor! Yine, Anayasamıza ve siyasi partiler kanununa göre yasak olmasına rağmen, Türkiye’de “şeriat rejimi” kurmayı gaye edinen ve bunu açıkça tüzüğüne koyan bir siyasi parti (HÜDA-PAR), Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) temsil ediliyor! Böylece, TBMM’de anayasa ve kanunlar çiğneniyor ve bu duruma, iktidar da, sözde muhalefet de ses çıkarmıyor! Öte yandan, aydınların ve halkın bu duruma şiddetle itiraz etmeleri gerekiyorken, hiç kimsede ses yok!..
ÜLKENİN, DEVLETİN VE HUKUKUN GERÇEK SAHİBİ HALKTIR
Başta ülke olmak üzere, devletin ve hukukun asıl ve gerçek sahibi halkın kendisidir. Devlet, “ülkeyi ve hukuku korumak” üzere, halk tarafından meydana getirilen “tüzel kişilik”ten başka bir şey değildir. Devletin yegane güç kaynağı (siyasi rejim ne olursa olsun) ise, halktır. Ülkelerin halkları, farklı etnik kökenlere, dillere ve inançlara (dinlere) sahip olabilirler; bu gibi halkların (imparatorluk ya da federal cumhuriyet gibi), birlikte bir devlet sistemi oluşturabilmeleri, “ortak hukuk normları” ortaya koyabilmelerine bağlıdır ki, bu, aydınlar ve siyasetçiler tarafından yapılır. Ortak hukuk normlarına sahip olmayan toplumların devlet kurmaları ise imkansızdır.
Halkın büyük kesiminin aynı etnik kökene ve aynı inanca sahip olmaları durumunda ise, konuşulan ortak dili ve inancı da ihtiva eden “millî kimlik”, belirleyici temel etkendir; bu gibi ülkelerde siyasi rejimleri ne olursa olsun, ekseriyetle “üniter” devlet yapıları ortaya çıkar. I. Dünya Savaşı’na kadar (birkaç istisna dışında), dünyada görülen başlıca devlet yapıları imparatorluklar ve krallıklar şeklindedir. Japonya gibi bazı istisnalar olsa da, genel olarak, imparatorluklarda yaşayan halklar, çoklu etnik kökenlere, farklı dillere ve inançlara sahiptirler. Krallıklar ise, çoğu zaman halkları tek etnik kökene, tek bir dile ve tek bir inanca sahip millî veya kabile devletleridir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyada imparatorluklar çağı sona ermiş gibidir. Nitekim, önce, savaşın mağlup devletleri olan Almanya ve Osmanlı imparatorlukları ile başlayan çözülme süreci, II. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen sona ermiştir. Bugün bir istisna olarak, Japonya’yı yönetmekte olan hükümdar, her ne kadar “imparator” unvanı taşıyor olsa da, Japonya’nın bir imparatorluk olmadığı, demokratik millî bir devlet olduğu açıktır.
ÜNİTER DEVLET YAPISINDAN VE TÜRKLÜKTEN RAHATSIZLIK
Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te üniter bir devlet olarak kurulmuş, siyasi ve hukuki ilkeleri ve kriterleri, olabildiğince sağlam bir şekilde belirlenmiş ve bunlar, Anayasamızın (değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan) ilk dört maddesiyle teminat altına alınmıştır (*). Anayasamızda, hiçbir etnik ya da dini fark gözetilmeksizin, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, Türk olarak adlandırılmıştır (66. madde)”. Buna göre Türklük kavramı, siyasi ve hukuki bakımdan, etnik bir anlam taşımamaktadır. Devletin adının “Türkiye” ve resmi dilinin “Türkçe” olarak belirlenmiş olmasının temel sebebi, ülkemiz halkının kahır ekseriyetinin bu dili konuşuyor olmasıdır.
Elbette, bugün 85 milyonu aşmış bulunan nüfusumuz içinde, farklı etnik kökenlere, farklı anadillere ve farklı inançlara sahip insanlar vardır. O nedenle, insanların kendi aralarında kullanmakta oldukları diller konusunda, devletin hiçbir inisiyatifi söz konusu değildir. Ancak, devletin resmî dili olan Türkçe, ülkemizin tek “ortak” dilidir. Nitekim, halkı tarafından sayısız farklı dillerin konuşulduğu Osmanlı Devleti’nin resmî dili, sadece Osmanlıca’ydı! Osmanlıca dışında (halklarının tamamı ayrı bir dile sahip olan Osmanlı Devleti’ne bağlı otonom devletlerde bile) herhangi bir dilde devlet işleri görülmezdi! Bugün yeryüzünde (örn. İsviçre gibi), birden fazla resmi dile sahip ülkeler yok değildir. Ama bu durum, o devletler kurulurken, ülke halkları tarafından alınmış olan ortak bir kararın sonucudur.
Bugün, Erdoğan tarafından ve iktidar çevrelerinde açık ve net bir şekilde ifade edilmiyor olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik bir devlet ve resmî dilinin Türkçe olmasından rahatsız olduğu gayet açıktır. İktidara açık destek vermekte (ve almakta) olan birtakım kuruluşlar ve çevreler (bilhassa da, konu Anayasa değişikliği olduğunda), bu rahatsızlıklarını giderek yükselen bir sesle dile getiriyorlar. İşin ilginç yanı ise, bu görüşlerin referanslarının, başta ABD olmak üzere, tümüyle batılı emperyalist mahfiller olmasıdır.
Başta PKK terör örgütü ve onun siyasi kanadını teşkil eden (en son adı DEM olan) parti olmak üzere, Kürt toplumunun ve yaşamakta oldukları coğrafyanın siyasi özerkliğini (tabii şimdilik) savunan çevreler ve aynı paraleldeki dış mahfiller, son 20 yıldır Türkiye’nin milli bütünlüğüne karşı mücadelelerini (hukuken ciddi bir suç olmasına rağmen), giderek yükselen bir dozda olmak üzere, açık bir şekilde yürütmektedirler.
İSLAMİYET “DİN” Mİ, YOKSA “SİYASİ İDEOLOJİ” Mİ?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri ve kriterlerini, üniter yapısını, resmî dilinin Türkçe ve demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmasını savunmaları gereken siyasi ve toplumsal çevrelerin sesleri, tehlikeli bir şekilde, giderek zayıflıyor!
Ülkemiz, İslam dinini bireysel inanç alanı olmaktan çıkarıp, radikal (ve hatta fanatik) bir “siyasi ideoloji” olarak kullanmakta olan, dış destekli bir kadro tarafından, tehlikeli bir şekilde değişime tabi tutuluyor. Bu değişime karşı çıkmaları ve/veya direnmeleri söz konusu olan kişi ve kuruluşlar birer birer ya yok ediliyor, ya da zayıflatılarak ve/veya itibarsızlaştırılarak (şimdilik, yaşamalarına müsaade edilse de) etkisiz hale getiriliyorlar. Gayet açıktır ki, Türkiye’nin, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, Kürtler, Fener Rum Patrikhanesi (İtalya’daki “Vatikan” modeli) ve Ermeniler başta olmak üzere, 3 ila 5 parçalı “federal” bir “şeriat devleti”ne dönüştürülmesi süreci devam ediyor…
AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan 2002’de kameralar karşısında gerine gerine ve övünerek, “Biz Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (yani, BOP’un) Eş Başkanlarından bir tanesiyiz.(**)” dediğinde, hiç kimse ona, “Arkadaş bu BOP nedir ve kimin projesidir? Kim ya da kimler seni o projenin Eşbaşkanı yaptı?” diye sormadı! O günlerde kamuoyunda da BOP’un ne olduğu ve kimin projesi olduğu bilinmiyordu. Zamanla ortaya çıktı ki BOP, “ABD, İsrail ve İngiltere”nin ortak projesiymiş! Peki ABD, İsrail ve İngiltere’nin ortak oldukları bir projede, Erdoğan ne sebeple ve nasıl “Eşbaşkan” yapılıyor? Bu millet, 22 yıldır neden bu soruyu sormuyor, akıl alacak gibi değil!..
KİŞİSEL “SİYASİ HIRS” MI, YOKSA İFA EDİLMEKTE OLAN BİR “GÖREV” Mİ?
Bugünkü siyasi gelişmelere ve gidişata bakılırsa, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilmesi, BOP yolunda, son derece önemli (Türkiye açısında tehlikeli) bir etap ve belki de aşılması gereken son yokuş… Ne var ki, halk arasında, “Atatürk”e ve demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan “Cumhuriyet”e olan bağlılık, her şeye rağmen hâlâ hayli güçlü görünüyor. Böyle bir toplumsal vasat varken, “federal şeriat devleti” girişimlerinin halk tarafından kabul görmesi beklenmemelidir. İktidar, eğer mevcut siyasi gücünü bu yönde kullanmaya kalkacak olursa, çok tehlikeli bir durum ortaya çıkar ki, böyle bir durumda ortaya çıkabilecek muhtemel bir iç savaş, tam bir yıkım olur.
Maalesef, Ergenekon ve Balyoz davaları ve Kozmik Oda olayı ile (özellikle 15 Temmuz’dan sonra) başlatılan mevcut süreci, bazıları, sadece “Erdoğan’ın, ömür boyu Cumhurbaşkanı olarak kalma hırsı”ndan ibaret zannediyor. Halbuki, konunun, Erdoğan’ın siyasi hırslarından önce, Erdoğan’a 22 yıl önce verilmiş olan, “BOP Eşbaşkanlığı görevi” açısından değerlendirilmesi gerekiyor. Toplumsal konularda, “insanlar tarafından kurgulanan işler”in uzun süre devam etmesi imkansızdır; mutlaka “doğal etkenler ve doğal işleyiş” bir şekilde ortaya çıkar ve kurgusal planları alt-üst eder.
İnşallah, en başta Erdoğan olmak üzere, içeride BOP kapsamında (ve maalesef Türk milletinin aleyhine) görev verilmiş olan siyasi ve bürokratik kadrolar, olmayacak işlere girişip, tehlikeli bir toplumsal kırılmaya sebep olmazlar!..
____________
(*) https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5
(**) https://www.youtube.com/watch?v=xR_HmUYJTyg
------------------
07 Ekim 2024