Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

TÜRKİYE’DE, NEDEN SİYASİ VE TOPLUMSAL “MUHALEFET” YOK?

2002’den bu yana Türkiye’de “muhalefet” zannedilen siyasi partilerin, gerçekte “iktidarın ortakları” olduklarını, bu millet neden görmek istemiyor acaba? Hiç kimse kusura bakmasın; ama, AK Parti’nin, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Türkiye’ye biçilen rol gereği kurulan, “yabacı güçlere ait proje partisi” olduğu bilinen bir gerçektir. Bu husus, AK Parti’nin kuruluşu öncesinde gerçekleştirilen muhtelif toplantılara katılan pek çok kişi tarafından (çoğu zaman TV programlarında ve internet mecralarında) olabildiğince açık bir şekilde dile getirilmiştir. AK Parti’nin bir “yabancı güç projesi” olduğuna o kadar vurgu yapıldı ki, muhalefet partilerinin de aynı güç(ler) tarafından dizayn edildiği, hiç kimsenin aklına gelmiyor! II. Viyana Bozgunu’ndan (14 Temmuz-12 Eylül 1683) sonra, o dönemde güçlenen Avrupa devletleri, zamanla artan bir şekilde, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine ve ekonomisine müdahale etmeye başladılar. Bu müdahaleler, giderek devletin yapısına kadar ilerlemiş ve önceleri kendi devletini, “Devlet-i Âliyye (En Büyük Devlet)” ve “Devlet-i Âli Osman (Büyük Osmanlı Devleti)” şeklinde ifade eden Osmanlı Sarayı, bu dönemde, Avrupa’nın güçlü devletleri (İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya vb.) için, “Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler)” tabirini kullanmaya başlamıştır.   CUMHURİYET’İN “TAM BAĞIMSIZLIK İDEALİ”NDEN NASIL VAZGEÇTİK? 1923’te Cumhuriyet’in ilanından itibaren ise Türkiye, her alanda “tam bağımsız” bir ülke olmak için, çok büyük bir çaba sarf etmiştir. Başta Milletler Cemiyeti (1920-1946) olmak üzere, batılı devletlerin kurdukları uluslararası kuruluşlara karşı, Türkiye olabildiğince mesafeli kalmıştır. Ancak, II. Dünya Savaşı’nın ardından, Avrupa topraklarının yeniden şekillendirildiği ve dünya düzeninin yeniden belirlendiği Yalta Konferansı’ndan (04-11 Şubat 1945) sonra, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) liderliğinde önce NATO’nun (04 Nisan 1949) ve sonra da Sovyetler Birliği (SSCB, Ekim 1917-Aralık 1991) liderliğinde Varşova Paktı’nın (14 Mayıs 1955) kurulması ile meydana gelen “iki kutuplu dünya düzeni”nde, NATO’ya alınan Türkiye (18 Şubat 1952), batı blokunda yer aldı. Ardından, SSCB’nin güneyden abluka altına alınmasını amaçlayan, Balkan Paktı (28 Şubat 1953) ve Bağdat Paktı (CENTO, 24 Şubat 1955) ile, Türkiye’nin batı bloku içindeki yeri sağlamlaştırıldı. Dolayısı ile Türkiye, kendi iç işlerini de bu oluşumlar doğrultusunda düzenlemek mecburiyeti ile karşı karşıya bırakıldı! İlk zamanlar, NATO, CENTO ve Balkan Paktı üyeliklerinin gerektirdiği düzenlemeler, başta dış ilişkiler, genel siyaset, savunma ve ekonomi olmak üzere, Türkiye’yi giderek daha fazla “batı bağımlısı” bir ülke haline getirdi. O kadar ki, yıllar ilerledikçe, batılı güçler iç ve dış siyasetimizi de manipüle etmeye başladılar ve Türkiye, bu girişimlere karşı duramadı.   “ÜRETTİĞİNDEN ÇOK DAHA FAZLASINI TÜKETME” TUZAĞI Cumhuriyet’ten sonra, Osmanlı Devleti’nden kalan borçları (bugünkü parayla, yaklaşık 460 milyar Dolar) ödeyen ve 1950’ye kadar dışarıdan borç almadan kendi ekonomisini ayağa kaldırmaya çalışan Türkiye, Marshall Yardımı(*) ile başlayan ve 1958 yılında “moratoryum (devlet iflası)”la sonuçlanan bir dış borç sürecine düşürüldü. Osmanlı Devleti’nin, iki asrı aşkın bir süre boyunca,  girdiği tüm savaşları kaybetmesi ve en son yine kaybedilen I. Dünya Savaşı ile kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın da bedellerini ödeyen Türk milleti, tamamen kendi kaynaklarına dayanarak, yeni ve bağımsız bir devlet kurma mücadelesinde de büyük bir başarı göstermiştir. Tüm bu mücadeleler nedeniyle, akıl almayacak derecede fakr-u zaruret içinde yaşayan halkımız, rahat nefes almaya vakit bulamadan, Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra (1939’da) patlayan II. Dünya Savaşı ile yeni bir yokluk ve kıtlık dönemiyle karşı karşıya gelmiştir. Tüm bu yokluk ve kıtlık döneminden sonra, ABD’den alınan Marshall Yardımı ile insanlarımız bir parça nefes alma imkanı bulmuştur. Ne var ki, dönemin devlet yöneticileri, yardım” adı altında, dışarıdan borç aldıkları bu paraları, halkın yaşam standartlarını yükseltecek yatırımlarda değil, halka kısa süre içinde konfor sağlayacak ve insanları daha fazla tüketmeye alıştıracak alanlarda harcamışlardır. Maalesef, “devleti borçlandırarak, insanlara refah sağlama” politikalarının sonu (tıpkı, 1876’da Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi), 1958 yılında iflasla gelmiş, ardından meydana gelen 1960 Askerî Darbesi de, bu yaranın üzerine basılan tuz-biber olmuştur. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin, içine düşürüldüğü ve bugün çok daha derinlerine battığı, “ürettiğinden çok daha fazlasını tüketme” tuzağına düşmesinin öyküsü, kısaca budur.   “DEVLETİ BORÇLANDIRARAK”, HALKA SAĞLANAN REFAH! “Borç alan”ın, zamanla “emir alan” konuma düşmesi, önce psikolojik, sonra da tarihi, sosyolojik ve siyasi bir gerçektir… Türkiye’nin, son yıllarda dışarıdan almakta olduğu borçların şartları, dünya piyasalarındaki kredi faizlerinden o kadar yüksektir ki, mevcut üretim kapasitemizle, Türkiye’nin bu borçları ödeyebilmesi, hayal bile edilemeyeceği gibi, tarihte emsali az görülen bir facianın da habercisidir.. Türk vatandaşları, “kazanabildiklerinden çok daha fazlasını harcama”ya; yani “ürettiklerinden fazlasını tüketmeye” o kadar alıştırılmıştır ki, bu gidişatı durdurmaya kalkacak siyasetçilerin seçimlerde hiçbir şansları yoktur. Şartları ne kadar ağır olursa olsun, “devletin borçlarını arttırma” pahasına, “halkın konforlu yaşaması”nı sağlayabilen siyasetçilerin, geri kalmış ülkelerde, halk nezdindeki değerleri sonsuzdur. Elbette, çok da uzak olmayan bir gelecekte, bu gidişin çok acı bir sonu olacaktır. Ne var ki, o zaman da, ülkeyi kurtarmaya çalışacak siyasetçiler ortaya çıksa bile (özellikle şu son 20 yıldır), aşırı konforlu hayata alıştırılmış olan halktan destek almaları mümkün olmayacak, çekilen tüm sıkıntılar, bilinçsiz bir şekilde, ülkeyi kurtarmaya çalışacak o siyasetçilere fatura edilecektir. Türkiye’nin bu siyasi ve ekonomik girdaptan kurtulması, hiçbir hal ve şart altında mümkün değildir. Bu ise, ya devletin parçalanması, ya da ekonomileri güçlü olan devletlerin güdümüne girmesi gibi, Türk milleti için asla kabul edilemeyecek bir sonu getirecektir. İşte, ülkenin ve devletin böyle bir “dış borca dayalı toplumsal refah tuzağı”na düşmesini önleyecek olan tek güç, toplumsal ve siyasi muhalefettir. Ne yazıktır ki Türkiye’nin, bugün, sadece iktidar cenahı değil, tüm muhalif kesimi de dış güçler tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. Daha önce, sadece iktidarlar manipüle edilirken, 2002’den sonra, hem iktidarın hem de muhalefetin, dış güçler tarafından (tencere-kapak misali), birlikte dizayn edildiği görülüyor.   HALK NEDEN UYAN(A)MIYOR? Gerek gazete, radyo ve televizyon gibi konvansiyonel medya ve gerekse internetteki sosyal medya mecraları gibi, tüm kitle iletişim kanalları bu sisteme göre yapılandırıldıkları için, halkın içinden çıkan “doğal muhalefet duygu ve düşünceleri”, etkili siyasi kanallar bulup, iktidar üzerinde etkin olamıyor. Muhalif diye peşine düştükleri siyasiler, zamanı geldiğinde, iktidarın trenine binip gidiyorlar! Bu durum karşısında, gerçekten halk ne yapacağını bilemez haldedir. Demokrasi anlayışı henüz yeterince olgunlaşamamış olan Türk halkının, mevcut halde kendisini bu girdaptan kurtarması hiç de kolay değildir. Hangi alanda olursa olsun, toplumsal faaliyetlerde, zamanla doğal olarak muhalif duygular ve fikirler ortaya çıkar. İşbaşında olanlar, eğer bu duyguları ve fikirleri görür de, işlerini yaparken bunları dikkate alırlarsa, halkın refah düzeyi yükselir ve iktidarların da süreleri uzar. Demokratik sistemlerde, iktidarların, karşılık veremediği doğal toplumsal muhalefet, diğer siyasi örgütler tarafından sahiplenildiğinde, iktidarların değişmesi kaçınılmaz hale gelir. Türkiye’de, son 22 yıldır da, elbette toplumda doğal muhalefet duyguları ve fikirleri ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, muhalif zannedilen kitle iletişim araçlarının da aslında iktidar tarafından kontrol edilmekte olması sebebiyle, doğal toplumsal muhalefet, doğru istikametini ve gerçek siyasi muhatabını bulamıyor! Halk, her seçimde muhalefet zannettiği siyasi partilerin peşinde koşuyor; ama (kamuoyu araştırmaları aksini hep gösterse de), ne oluyorsa oluyor ve seçimleri hep aynı parti kazanıyor!.. Muhalefet zannettiği partilerin liderleri de, seçim sonuçlarını herkesten önce kabullendikleri için, vatandaşın derdini anlatabileceği hiçbir merci kalmamış oluyor.   SEÇİMLER, SİYASİ PARTİLERİN POZİSYONLARINI DEĞİŞTİRMEZ! Halka, iktidar dışında oldukları gösterilen sözde muhalefet partilerine, yerel seçimlerde belediyelerin kazandırılması, bu oyunun önemli bir parçasıdır. Halkı, bu partilerin muhalefet partileri(!) olduğuna inandırmak için oynanan bu oyunla, tüm partiler, mevcut siyasi pozisyonlarını korumaya devam ediyorlar; yani, partilerin seçimlerden önceki durumları her ne ise, seçimlerden sonra da, üç aşağı-beş yukarı aynı oluyor. Halkın bu durum karşısında uyanamamasının başlıca iki sebebi ise, yerel seçimlerde izlenen yol ve tüm kitle iletişim araçlarının iktidarın kontrolünde olmasıdır. İktidar tarafından kontrol altına alınamayan çok çok az sayıdaki medya kuruluşları ve siyasiler, iktidar güdümündeki medya organları ve tüm diğer sözde muhalif siyasiler tarafından, dehşetli bir şekilde  “itibarsızlaştırma saldırıları”na maruz kaldıklarından, halka kendilerini anlatma imkanı bulamazlar! Yerel düzeyde siyaset yaptıklarını zanneden “Siyaset Kahyaları” ile muhalif partizanlar ne kadar kabul etmeyecek olsalar da, iktidarı ve sözde muhalefeti ile, Ankara’daki “Siyaset Baronları”nın tamamı, aynı senaryoda rol dağılımına göre oynamakta olan “kadrolu oyuncular”dan başka bir şey değiller! Tabii, cahil halkı bunların istedikleri şekilde sevk ve idare görevini üstlenmiş olan sözde “dini” ve “milli” kuruluşlar var! Bunları da bir başka yazıya bırakarak son sözümüzü söyleyelim: Türkiye’de “muhalefet” zannedilen siyasi partiler, medya organları, STK’lar vs., aslında (önemsiz birkaç istisna dışında) iktidarın ortaklarıdırlar. O nedenle, ülkemizin en önemli ve öncelikli sorunu, gerçek muhalefetin olmayışıdır! Bu sorun aşılmadan, bu ülkede hiçbir sorunun çözümü düşünülemez!.. _______________  (*) II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948-51 yılları arasında uygulanan ve 16 ülkeyi kapsayan ABD kaynaklı ekonomik yardım paketi. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Marshall_Plan%C4%B19)
Ekleme Tarihi: 10 Haziran 2024 - Pazartesi

TÜRKİYE’DE, NEDEN SİYASİ VE TOPLUMSAL “MUHALEFET” YOK?

2002’den bu yana Türkiye’de “muhalefet” zannedilen siyasi partilerin, gerçekte “iktidarın ortakları” olduklarını, bu millet neden görmek istemiyor acaba? Hiç kimse kusura bakmasın; ama, AK Parti’nin, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Türkiye’ye biçilen rol gereği kurulan, “yabacı güçlere ait proje partisi” olduğu bilinen bir gerçektir. Bu husus, AK Parti’nin kuruluşu öncesinde gerçekleştirilen muhtelif toplantılara katılan pek çok kişi tarafından (çoğu zaman TV programlarında ve internet mecralarında) olabildiğince açık bir şekilde dile getirilmiştir. AK Parti’nin bir “yabancı güç projesi” olduğuna o kadar vurgu yapıldı ki, muhalefet partilerinin de aynı güç(ler) tarafından dizayn edildiği, hiç kimsenin aklına gelmiyor!

II. Viyana Bozgunu’ndan (14 Temmuz-12 Eylül 1683) sonra, o dönemde güçlenen Avrupa devletleri, zamanla artan bir şekilde, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine ve ekonomisine müdahale etmeye başladılar. Bu müdahaleler, giderek devletin yapısına kadar ilerlemiş ve önceleri kendi devletini, “Devlet-i Âliyye (En Büyük Devlet)” ve “Devlet-i Âli Osman (Büyük Osmanlı Devleti)” şeklinde ifade eden Osmanlı Sarayı, bu dönemde, Avrupa’nın güçlü devletleri (İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya vb.) için, “Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler)” tabirini kullanmaya başlamıştır.

 

CUMHURİYET’İN “TAM BAĞIMSIZLIK İDEALİ”NDEN NASIL VAZGEÇTİK?

1923’te Cumhuriyet’in ilanından itibaren ise Türkiye, her alanda “tam bağımsız” bir ülke olmak için, çok büyük bir çaba sarf etmiştir. Başta Milletler Cemiyeti (1920-1946) olmak üzere, batılı devletlerin kurdukları uluslararası kuruluşlara karşı, Türkiye olabildiğince mesafeli kalmıştır. Ancak, II. Dünya Savaşı’nın ardından, Avrupa topraklarının yeniden şekillendirildiği ve dünya düzeninin yeniden belirlendiği Yalta Konferansı’ndan (04-11 Şubat 1945) sonra, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) liderliğinde önce NATO’nun (04 Nisan 1949) ve sonra da Sovyetler Birliği (SSCB, Ekim 1917-Aralık 1991) liderliğinde Varşova Paktı’nın (14 Mayıs 1955) kurulması ile meydana gelen “iki kutuplu dünya düzeni”nde, NATO’ya alınan Türkiye (18 Şubat 1952), batı blokunda yer aldı.

Ardından, SSCB’nin güneyden abluka altına alınmasını amaçlayan, Balkan Paktı (28 Şubat 1953) ve Bağdat Paktı (CENTO, 24 Şubat 1955) ile, Türkiye’nin batı bloku içindeki yeri sağlamlaştırıldı. Dolayısı ile Türkiye, kendi iç işlerini de bu oluşumlar doğrultusunda düzenlemek mecburiyeti ile karşı karşıya bırakıldı! İlk zamanlar, NATO, CENTO ve Balkan Paktı üyeliklerinin gerektirdiği düzenlemeler, başta dış ilişkiler, genel siyaset, savunma ve ekonomi olmak üzere, Türkiye’yi giderek daha fazla “batı bağımlısı” bir ülke haline getirdi. O kadar ki, yıllar ilerledikçe, batılı güçler iç ve dış siyasetimizi de manipüle etmeye başladılar ve Türkiye, bu girişimlere karşı duramadı.

 

“ÜRETTİĞİNDEN ÇOK DAHA FAZLASINI TÜKETME” TUZAĞI

Cumhuriyet’ten sonra, Osmanlı Devleti’nden kalan borçları (bugünkü parayla, yaklaşık 460 milyar Dolar) ödeyen ve 1950’ye kadar dışarıdan borç almadan kendi ekonomisini ayağa kaldırmaya çalışan Türkiye, Marshall Yardımı(*) ile başlayan ve 1958 yılında “moratoryum (devlet iflası)”la sonuçlanan bir dış borç sürecine düşürüldü.

Osmanlı Devleti’nin, iki asrı aşkın bir süre boyunca,  girdiği tüm savaşları kaybetmesi ve en son yine kaybedilen I. Dünya Savaşı ile kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın da bedellerini ödeyen Türk milleti, tamamen kendi kaynaklarına dayanarak, yeni ve bağımsız bir devlet kurma mücadelesinde de büyük bir başarı göstermiştir. Tüm bu mücadeleler nedeniyle, akıl almayacak derecede fakr-u zaruret içinde yaşayan halkımız, rahat nefes almaya vakit bulamadan, Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra (1939’da) patlayan II. Dünya Savaşı ile yeni bir yokluk ve kıtlık dönemiyle karşı karşıya gelmiştir.

Tüm bu yokluk ve kıtlık döneminden sonra, ABD’den alınan Marshall Yardımı ile insanlarımız bir parça nefes alma imkanı bulmuştur. Ne var ki, dönemin devlet yöneticileri, yardım” adı altında, dışarıdan borç aldıkları bu paraları, halkın yaşam standartlarını yükseltecek yatırımlarda değil, halka kısa süre içinde konfor sağlayacak ve insanları daha fazla tüketmeye alıştıracak alanlarda harcamışlardır. Maalesef, “devleti borçlandırarak, insanlara refah sağlama” politikalarının sonu (tıpkı, 1876’da Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi), 1958 yılında iflasla gelmiş, ardından meydana gelen 1960 Askerî Darbesi de, bu yaranın üzerine basılan tuz-biber olmuştur. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin, içine düşürüldüğü ve bugün çok daha derinlerine battığı, “ürettiğinden çok daha fazlasını tüketme” tuzağına düşmesinin öyküsü, kısaca budur.

 

“DEVLETİ BORÇLANDIRARAK”, HALKA SAĞLANAN REFAH!

Borç alan”ın, zamanla “emir alan” konuma düşmesi, önce psikolojik, sonra da tarihi, sosyolojik ve siyasi bir gerçektir… Türkiye’nin, son yıllarda dışarıdan almakta olduğu borçların şartları, dünya piyasalarındaki kredi faizlerinden o kadar yüksektir ki, mevcut üretim kapasitemizle, Türkiye’nin bu borçları ödeyebilmesi, hayal bile edilemeyeceği gibi, tarihte emsali az görülen bir facianın da habercisidir.. Türk vatandaşları, “kazanabildiklerinden çok daha fazlasını harcama”ya; yani “ürettiklerinden fazlasını tüketmeye” o kadar alıştırılmıştır ki, bu gidişatı durdurmaya kalkacak siyasetçilerin seçimlerde hiçbir şansları yoktur.

Şartları ne kadar ağır olursa olsun, “devletin borçlarını arttırma” pahasına, “halkın konforlu yaşaması”nı sağlayabilen siyasetçilerin, geri kalmış ülkelerde, halk nezdindeki değerleri sonsuzdur. Elbette, çok da uzak olmayan bir gelecekte, bu gidişin çok acı bir sonu olacaktır. Ne var ki, o zaman da, ülkeyi kurtarmaya çalışacak siyasetçiler ortaya çıksa bile (özellikle şu son 20 yıldır), aşırı konforlu hayata alıştırılmış olan halktan destek almaları mümkün olmayacak, çekilen tüm sıkıntılar, bilinçsiz bir şekilde, ülkeyi kurtarmaya çalışacak o siyasetçilere fatura edilecektir. Türkiye’nin bu siyasi ve ekonomik girdaptan kurtulması, hiçbir hal ve şart altında mümkün değildir. Bu ise, ya devletin parçalanması, ya da ekonomileri güçlü olan devletlerin güdümüne girmesi gibi, Türk milleti için asla kabul edilemeyecek bir sonu getirecektir.

İşte, ülkenin ve devletin böyle bir “dış borca dayalı toplumsal refah tuzağı”na düşmesini önleyecek olan tek güç, toplumsal ve siyasi muhalefettir. Ne yazıktır ki Türkiye’nin, bugün, sadece iktidar cenahı değil, tüm muhalif kesimi de dış güçler tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. Daha önce, sadece iktidarlar manipüle edilirken, 2002’den sonra, hem iktidarın hem de muhalefetin, dış güçler tarafından (tencere-kapak misali), birlikte dizayn edildiği görülüyor.

 

HALK NEDEN UYAN(A)MIYOR?

Gerek gazete, radyo ve televizyon gibi konvansiyonel medya ve gerekse internetteki sosyal medya mecraları gibi, tüm kitle iletişim kanalları bu sisteme göre yapılandırıldıkları için, halkın içinden çıkan “doğal muhalefet duygu ve düşünceleri”, etkili siyasi kanallar bulup, iktidar üzerinde etkin olamıyor. Muhalif diye peşine düştükleri siyasiler, zamanı geldiğinde, iktidarın trenine binip gidiyorlar! Bu durum karşısında, gerçekten halk ne yapacağını bilemez haldedir. Demokrasi anlayışı henüz yeterince olgunlaşamamış olan Türk halkının, mevcut halde kendisini bu girdaptan kurtarması hiç de kolay değildir.

Hangi alanda olursa olsun, toplumsal faaliyetlerde, zamanla doğal olarak muhalif duygular ve fikirler ortaya çıkar. İşbaşında olanlar, eğer bu duyguları ve fikirleri görür de, işlerini yaparken bunları dikkate alırlarsa, halkın refah düzeyi yükselir ve iktidarların da süreleri uzar. Demokratik sistemlerde, iktidarların, karşılık veremediği doğal toplumsal muhalefet, diğer siyasi örgütler tarafından sahiplenildiğinde, iktidarların değişmesi kaçınılmaz hale gelir. Türkiye’de, son 22 yıldır da, elbette toplumda doğal muhalefet duyguları ve fikirleri ortaya çıkmaktadır.

Ne var ki, muhalif zannedilen kitle iletişim araçlarının da aslında iktidar tarafından kontrol edilmekte olması sebebiyle, doğal toplumsal muhalefet, doğru istikametini ve gerçek siyasi muhatabını bulamıyor! Halk, her seçimde muhalefet zannettiği siyasi partilerin peşinde koşuyor; ama (kamuoyu araştırmaları aksini hep gösterse de), ne oluyorsa oluyor ve seçimleri hep aynı parti kazanıyor!.. Muhalefet zannettiği partilerin liderleri de, seçim sonuçlarını herkesten önce kabullendikleri için, vatandaşın derdini anlatabileceği hiçbir merci kalmamış oluyor.

 

SEÇİMLER, SİYASİ PARTİLERİN POZİSYONLARINI DEĞİŞTİRMEZ!

Halka, iktidar dışında oldukları gösterilen sözde muhalefet partilerine, yerel seçimlerde belediyelerin kazandırılması, bu oyunun önemli bir parçasıdır. Halkı, bu partilerin muhalefet partileri(!) olduğuna inandırmak için oynanan bu oyunla, tüm partiler, mevcut siyasi pozisyonlarını korumaya devam ediyorlar; yani, partilerin seçimlerden önceki durumları her ne ise, seçimlerden sonra da, üç aşağı-beş yukarı aynı oluyor.

Halkın bu durum karşısında uyanamamasının başlıca iki sebebi ise, yerel seçimlerde izlenen yol ve tüm kitle iletişim araçlarının iktidarın kontrolünde olmasıdır. İktidar tarafından kontrol altına alınamayan çok çok az sayıdaki medya kuruluşları ve siyasiler, iktidar güdümündeki medya organları ve tüm diğer sözde muhalif siyasiler tarafından, dehşetli bir şekilde  “itibarsızlaştırma saldırıları”na maruz kaldıklarından, halka kendilerini anlatma imkanı bulamazlar!

Yerel düzeyde siyaset yaptıklarını zanneden “Siyaset Kahyaları” ile muhalif partizanlar ne kadar kabul etmeyecek olsalar da, iktidarı ve sözde muhalefeti ile, Ankara’daki “Siyaset Baronları”nın tamamı, aynı senaryoda rol dağılımına göre oynamakta olan “kadrolu oyuncular”dan başka bir şey değiller! Tabii, cahil halkı bunların istedikleri şekilde sevk ve idare görevini üstlenmiş olan sözde “dini” ve “milli” kuruluşlar var! Bunları da bir başka yazıya bırakarak son sözümüzü söyleyelim:

Türkiye’de “muhalefet” zannedilen siyasi partiler, medya organları, STK’lar vs., aslında (önemsiz birkaç istisna dışında) iktidarın ortaklarıdırlar. O nedenle, ülkemizin en önemli ve öncelikli sorunu, gerçek muhalefetin olmayışıdır! Bu sorun aşılmadan, bu ülkede hiçbir sorunun çözümü düşünülemez!..

_______________

 (*) II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948-51 yılları arasında uygulanan ve 16 ülkeyi kapsayan ABD kaynaklı ekonomik yardım paketi. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Marshall_Plan%C4%B19)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.