Geçen yıl Haziran ve Temmuz aylarında burada yayınlanan “Siyaset Oligarşisi” başlıklı seri yazılarımızda, Türk siyasetindeki yasal sorunları incelediğimizi, o yazıları okuyanlar hatırlayacaklardır. “Tabandan tavana” doğru yapılanması gereken siyaset, Türkiye’de maalesef “tavandan tabana” doğru, oligarşik bir yapı arz etmektedir. Bu hali ile Türk siyaseti, “millete, ülkeye ve devlete hizmet” ekseninde, “olması gereken doğal dinamikler”den mahrum bulunuyor.
Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel vb. gibi, toplumsal hayatın gerektirdiği her alanda tabandan, yani halktan gelen talepler doğrultusunda hizmet sektörü olması gereken siyaset, Türkiye’de hiçbir devirde, bu doğal dinamiklere göre şekillendirilememiştir.
SİYASETİN BARONLARI, YENİ “YEREL KÂHYALAR”INI BELİRLEYECEKLER!
Daha önce yapılan tüm seçimlerde ve en son, geçen yıl 14 (ve 28) Mayıs’ta gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimleri’nde de olduğu gibi, önümüzdeki 31 Mart’ta yapılacak olan Mahalli İdareler Genel Seçimlerinde de yine, Ankara’daki Siyaset Baronlarının belirleyecekleri aday listeleri oylanacaktır. Elbette, seçimlerde vatandaşın önüne getirilen isimler, “yerel yönetici adayları” değil, gerçekte Ankara’daki Siyaset Baronlarının “Yerel Kâhyalar”ı olmaya adaydırlar. Dolayısı ile de, seçilecek olan kişiler, icraatlarında, 31 Mart’ta oturtuldukları koltukları borçlu oldukları baronların çıkarlarına öncelik vereceklerdir.
Partili seçmenlerin gözlerini boyamak amacıyla düzenlenen sözde “teamül yoklamaları”nın asıl amacı da, asla “halkın itibar ettiği adayları belirlemek” değildir! Teamül yoklamaları ile, güçlü halk desteğine sahip partili isimler belirlenir ve onların (yanlışlıkla bile olsa) aday gösterilmeleri önlenir! İnsanlar, ne kadar geniş halk kitlelerinin desteğine sahip olurlarsa olsunlar; eğer, “Ankara’daki Siyaset Baronlarına yerel kâhya olacak” türden insanlar değillerse, ustaca ayak oyunları (ve gerekirse iftira ve şantaj yolları da kullanılarak) “aday” olarak asla halkın karşısına çıkarılmazlar! Çünkü, siyasette esas olan, baronların saltanatlarına halel gelmemesidir. Vatandaş, her seferinde oynanan demokrasi görünümlü tiyatrolardan sonra, “seçimleri kazandıkları ilan edilen” kişileri, kendisinin seçtiğini zannetmeye devam eder. Bu tiyatro, her 3-5 yılda bir, “vatana-millete hizmet” teraneleriyle, üç aşağı-beş yukarı, aynı şekilde oynanır ve aynı kişilerin siyasi saltanatları devam eder gider.
“SİYASİ MÜCADELE” DENEN ŞEY GERÇEKTE NEDİR?
Tabii bu arada, her parti içindeki baronların kendi aralarında (ve yerelde de kâhyalar arasında) da, sözde “siyasi mücadeleler” söz konusudur. Gerek parti içi ve gerekse partiler arasında cereyan etmekte olan mücadeleler, gazete, radyo televizyon vb. medya organları ile internetteki sosyal medya mecraları vasıtası ile yoğun bir şekilde halka yansıtılır ve vatandaşın kafası (çoğu saçma-sapan rüşvet, soygun, talan zimmet, belden aşağı hikayelerden oluşan), sözde siyaset haberleriyle karmakarışık hale getirilir ki, gerçekte ne olup-bittiğini, sıradan seçmenler anlamasın! Bilhassa, kamu görevlerini üstlenmiş olan siyasilerle ilgili çoğu yalana dayanan (ya da “gerçek” olup, o tarihe kadar gizli kalmış olan) kurgusal hikayeler, sürekli olarak halka yansıtılsa da, seçimlerden önceki aylarda, bu hikayelerde belirgin artışlar olur ki, vatandaş o dönemlerde, neyin doğru, neyin yalan olduğunu temyiz edebilecek durumda değildir. Böyle zamanlarda, sesi en çok çıkanların söyledikleri, kitleler tarafından doğru olarak algılanır ve toplumsal davranışlar o istikamette şekillenir. Bu nedenle, siyasi faaliyetlerde “algı yönetimi” başarıya giden yolda, adeta düğüm noktasıdır.
HALKIN BİLGİ EDİNME HAKKI NASIL GASP EDİLİR?
Tabii burada söz konusu olan, halkın kendisini doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren konularda, “gerçekleri zamanında ve yeterli ölçüde öğrenme hakkı”, yani “halkın bilgilendirilmesi” değildir. Algı yönetimi, “siyaset baronları tarafından kurgulanan” sistem ve yöntemlerle, onların yereldeki kâhyalarının da katılımları ile yürütülen, yaygın bir dezenformasyon faaliyetidir. Cehaletin hakim olduğu toplumlarda, algı yönetimiyle halkın, kurgulanan sanal gerçekliklere inandırılması esastır. Yani insanların, gerekli görülen hemen her konuda, gerçek ya da gerçek dışı söylemlerle, istenilen doğrultuda kanaat ve inanç sahibi olmaları hedeflenir. Bu faaliyet, uzun süre aynı şekilde devam ettirildiğinde, artık o insanlara, bilgiye dayalı gerçekleri anlatma ve kabul ettirme imkanı kalmaz!
Algı yönetiminde, insanlara yönelik dezenformasyon çalışmalarında mantıksal boşluk bulunmadığından, insanlar, maruz kaldıkları dezenformasyonu sorgulama gereği duymazlar. Çünkü, aktarılan kurgudaki mantık, hedef kitle konumundaki cahil kitlelerde, şahane bir “zihinsel konfor alanı” meydana getirir. Öyle ki, inanmakta olduğu kesimden gelen mesajlardaki bazı bilgilerin doğru olmadığı açıkça görüldüğü durumlarda, insanlar buna önem vermemekte, düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmemektedirler.
Örneğin, geçen yılki seçimler öncesinde, Erdoğan bir konuşmasında, Ankara’daki “Esenboğa Havalimanı’nı biz yaptık.” dedi ve AK Parti seçmeni, bunun doğru olduğuna inandı; çünkü, bunu Erdoğan söylemişti!.. Esenboğa Havalimanı’nın 1956 yılında Demokrat Parti (DP) döneminde hizmete girdiği delilleriyle ortaya konulduğunda ise, hiç kimse, Erdoğan’ın bu söylemini bir “kusur” olarak görmedi! İşin ilginç ve ibretamiz yanı ise, Erdoğan’ın bu yönteminin, daha önceki seçimlerde ve daha sonraki zamanlarda da farklı konularda tekrar etmiş ve etmeye de devam ediyor olmasıdır!
GELELİM, ŞU “GAZZE VE FİLİSTİN MESELESİ”NE!
Son zamanlarda, İsrail’in, 7 Ekim sabahı Hamas tarafından onlarca sivilin öldürüldüğü saldırılara karşı Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik misilleme saldırıları sebebiyle, ülkemizdeki malûm “din bezirganlığı kuruluşları” (hem de polis koruması altında), sözde “Filistin’e ve Gazze’ye destek” örtüsü altında, sokaklarda, ölçüsüz “hilafet ve şeriat gösterileri” yapıyor, bazı işyerlerini ve müşterilerini haksız bir şekilde taciz ediyorlar. Başta Cumhuriyet Savcıları ve emniyet yetkilileri olmak üzere, hiç kimse, “bu gösterilerin ve eylemlerin, Anayasa’ya ve yasalara aykırılığını” umursamıyor!
Bazı haklı talepler için yapılan en küçük sokak eylemlerinde, biber gazı ve cop kullanma hünerlerini sergileyen polisin ise, bu şeriat ve hilafet göstericilerine bir tür koruma görevi yaptıklarına şahit oluyoruz! Yani polis, bilhassa son 7-8 yıldır, “Anayasa’ya ve yasalara aykırı eylemlerin koruyucuları” olarak kullanılıyor! Peki, bu yasa dışı durumlar karşısında, siyasetin sözde “muhalif” kanadını işgal etmekte olan zevat ne yapıyor? Kocaman bir HİÇ! Bizde muhalefet partileri, adeta, “iktidarın yanlışları karşısında ses çıkarmama” kuruluşları konumundalar.
GAZZE’DE ÖLEN ÇOCUKLAR, İKTİDARIN UMURUNDA MI?
Ülkemizdeki medya organları ve mecralarının kahir ekserisi iktidar güdümünde olduğuna ve “Türk Milleti adına” çalışmaları gereken Cumhuriyet savcıları da, sokaklarda Anayasa’ya ve yasalara karşı alenen işlenmekte olan suçlara kayıtsız kaldıklarına göre, iktidar karşısında halkın çıkarlarını ve Anayasal düzeni kim koruyacak?
Öte yandan, gerek konvansiyonel medya organlarının yayınlarına ve gerekse, sosyal medya mecralarına yansıyan paylaşımlara bakıldığında, PKK terör eylemleri, şehit cenazeleri ve İsrail saldırılarının, bilhassa iktidar ve yandaşları tarafından, adice ve alçakça “iç politika malzemeleri” olarak kullanılmakta olması, kahredici bir manzaradır! PKK’nın yok edilmesi hususunda 23 yıldır neredeyse hiçbir şey yapmayan iktidar, Gazze saldırılarının başladığı günden bu yana da, Filistinlilere yönelik birkaç göstermelik yardım organizasyonu dışında, İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır!
Dahası, Türkiye’den İsrail’e (her gün 8-10 gemi ve tankerle) petrol ve mal taşımakta olan, Burak Erdoğan’a ve Erkam Yıldırım’a (Binali Yıldırım’ın oğlu) ait tankerlerin ve gemilerin seferleri de, üç buçuk aydır hiç aksamadan devam ediyor! Bırakalım bu tankerlerin ve gemilerin seferlerinin durdurulmasını, sadece “biraz hızlarını azaltmış olsalar”, İsrail üzerinde büyük etkisi olacaktır. Peki, ağzını her açtığında İsrail’i “terör devleti” ilan etmekte olan Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü İsrail’e karşı neden kullanmıyor acaba? Hiç kimse de, “Madem İsrail bir terör devleti, neden Tel Aviv Büyükelçimizi çekmiyoruz ve İsrail’in Ankara Büyükelçisini ülkesine göndermiyoruz? Türkiye’nin bir terör devletiyle ne işi olabilir?” diye sormuyor! Muhalefet partilerinden de bu konuda hiçbir ses çıkmıyor! Peki, neden?
HAKKIN, HER DURUMDA KORUNMADIĞI YERDE, ADALET OLMAZ!
Bir ülkenin aydınları ve gazetecileri ile, başta hakim ve savcıları olmak üzere, devlet yetkilileri, asla ve kat’a, herhangi bir siyasi partinin yandaşları olamazlar ve olmamalıdırlar! Aydınlar, gazeteciler, hakimler ve savcılar ile devlet yetkilileri siyasi parti yandaşları olduklarında, o ülkede, hiçbir şekilde “hak” korunamaz, adalet ve kanun hakimiyeti sağlanamaz! Böyle ülkelerde, iktidarı ele geçiren siyasi çetelerin, kanunları ve devlet gücünü, zayıflara karşı ve daima, kendi kişisel (ve grup) çıkarları için kullanmaları önlenemez!
Kanun hakimiyetinin ve adaletin sağlanabilmesinin yolu, aydınların, gazetecilerin, hakimlerin ve savcıların ve siyasetçiler dışında kalan tüm diğer devlet yetkililerinin tarafsız, ama, haktan ve adaletten yana olmalarından geçiyor. Kanun hakimiyetinin ve adaletin sağlanamadığı toplumların, üretkenlikleri zayıflar, rakip toplumlar karşısında güç kaybetmeye devam ederler; sonuçta ise, kurulu düzenleri bozulur, devletleri dağılır gider.
Türkiye’nin böylesine tehlikeli mecralara sürüklenmemesi bakımından, saydığımız bu kesimlere mensup olanların eş zamanlı olarak akıllarını başlarına toplamaları, milletin hukukuna ve adalete sahip çıkmaları gerekiyor! Bunu, dışarıdan birileri gelip bizim için yapmayacak; bunu biz, millet ve halk olarak, kendimiz yapmak zorundayız!