Bu yazımızda, bilhassa son 7-8 yıldır giderek yoğunlaşmakta ve şiddetini arttırmakta olan “Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik düşmanlığı”nı temel alan davranışları ve tartışmaları doğru bir açıdan değerlendirebilmeniz için, bu tartışmanın tarafları olan kesimlerin tarihi kökenlerine biraz ışık tutmak istiyorum.
Hatırlanacağı üzere, daha önceki yazılarımızda, Kuvâ-yı Milliye dönemi ile ilgili bazı hususlara değinmiştik. Yunan işgalinin başladığı günden (19.05.1919), düşmanı İzmir’de aynı iskeleden denize döktüğümüz güne (09.09.1922) kadar geçen 3 yıl, 3 ay, 20 gün devam eden o dönemde Anadolu insanı, yurdun kurtarılması için “cansiperane mücadele edenler (Kuvvacılar)” ve “etmeyenler (Yunancılar)” olarak, başlıca iki kesim halinde değerlendirilebilir. Zaferden sonra, devletin yeni baştan kuruluş süreci başladı ve doğal olarak, kazanılan zaferde payı olanlar, devletin kuruluşunda da pay sahibi oldular.
Peki, milli mücadeleye katılmayanlar ve düşmanla işbirliği yapanlar (tarikatlar, medreseler, padişah yanlıları vb. gibi) , zaferden sonra ne oldular? Gerek dini gerekçeler öne sürerek, gerekse padişahın fermanlarını sebep göstererek, düşmanla işbirliği yaptıkları tespit edilenlerden yakalanabilenler, İstiklal Mahkemelerinde yargılandılar ve cezalandırıldılar; yakalanamayanlar ise, kaçtılar ve düşman ülkelerine sığındılar.
Kurtuluş Savaşı’na katılmayan (ve destek de vermeyen), ancak, düşmanla işbirliği yaptıkları tespit edilemeyenler, Cumhuriyet’i kuranlar tarafından affedilmiş olsalar da, devlet kurumlarına alınmadılar. Bunlar, kazanacağından çok emin oldukları Yunan ezilip, Mustafa Kemal’in ordusunun zafer kazanmasından sonra, sessiz bir şekilde, kendi köşelerine çekildiler. Yunan işgalinin yaşandığı batı bölgelerinde, kimin “Yunancı” kimin “Kuvvacı” olduğunu, elbette herkes gayet iyi biliyor. Kuvvacı aileler, on yıllar boyunca Yunancı ailelerden kız almadılar, onlara kız vermediler. Bu iki kesim arasındaki buzların erimesi yıllar aldı… Kim bilir, belki bazı ailelerde, o zamandan kalma davranışlar hâlâ devam ediyor bile olabilir!
II. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA TÜRKİYE
Atatürk’ün vefatından, 9 ay 20 gün sonra (01.09.1939’da), Almanya Polonya’ya saldırdı ve II. Dünya Savaşı başladı! Ülkemiz, henüz tek parti (CHP) dönemini yaşıyordu ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve arkadaşları da, ülkeyi o savaştan koruma derdindeydiler. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, her bakımdan perişan olan ülkenin baştan başa imar edilmesi için, milletçe çok büyük çabalar sarf edildi. Artık yavaş yavaş, halka refah yansımalarının başlamasının beklendiği bir zamanda II. Dünya Savaşı’nın çıkması, Türkiye için, çok büyük bir talihsizlik olmuştu! Ülkemizi savaştan korumaya çalışan İnönü ve ekibi, ekmek başta olmak üzere, bazı gıda maddelerinin karneyle dağıtılması gibi, halka yeni bazı yükler yüklediler.
Her türlü yokluğa rağmen, ülkemiz, üç buçuk yıldan çok daha az bir sürede kurtarılmış ve Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştı. Halbuki, II. Dünya Savaşı, 02.09.1945 tarihine kadar, tam 6 yıl sürecekti. Bu kadar uzun bir süre, her an savaşa girilecekmiş gibi ülkeyi teyakkuzda tutma mecburiyeti, halk üzerinde oldukça ağır yıkıcı etkiler yaptı. Maalesef, bunu kendileri için “siyasi fırsat” olarak gören CHP içindeki 4 milletvekili (Celal Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü) tarafından, 07 Haziran 1945 tarihinde, CHP Meclis Grubu’nda “Toprak Reformu Kanun Teklifi” taslağının görüşüleceği oturumda, ondan önce görüşülmesi talebiyle, “Türkiye'nin tek parti yönetiminden çok partili hayata geçirilmesi, serbest seçimlerin yapılması, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim sistemi, yürütme erkinin CHP'nin tüzel hamiliğinden çıkarılması” vb. hususları kapsayan, “Dörtlü Takrir” denen bir önerge verildi.
DEMOKRAT PARTİ KURULDUKTAN SONRA
II. Dünya Savaşı’nın bitiminden tam 4 ay sonra (07.01.1946) da, Dörtlü Takririn altında imzaları bulunanların öncülüğünde, Demokrat Parti (DP)’nin kurulması, elbette bir tesadüf değildi! Savaş süresince Türkiye’yi savaşa sokmaya muvaffak olamayan ABD ve İngiltere, savaştan sonra dünya düzenini yeniden kurmaya başladıklarında, Türkiye’nin başında Kuvâ-yı Milliyeci bir kadronun bulunmasını isteyemezlerdi. İnönü’yü Türkiye’yi çok partili sisteme geçirmesi için zorlayan müttefiklerin, DP’nin kurulmasına el altından destek verdikleri, artık bilinmeyen bir mesele değildir.
Böylece, savaştan sonra Türkiye’nin de dahil edildiği, ABD’nin Marshall Fonu’ndan verilecek paranın da, Demokrat Parti tarafından, halka refah yansıtma amaçlı olarak kullanılması, ülkedeki siyasi eğilimleri resmen alt üst etti. Her ne kadar 1946 Milletvekili Genel Seçimleri’ni CHP kazanmış olsa da, Marshall Fonu’ndan verilmesi kararlaştırılan parayı, DP’nin 1950’de iktidar olmasına kadar, ABD Türkiye’ye vermemiştir. Türk halkının II. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri altında ezildiği 10 yılı aşkın süre içerisinde, elbette eskinin Yunancıları boş durmadılar; 28 yıldır çekildikleri köşelerinden yavaş yavaş çıktılar ve ülkede yaşanan sıkıntıların tek sebebi olarak, İnönü’yü ve CHP yönetimini suçlamaya, CHP’yi içinden oymaya başladılar.
YIL 1950: DP İKTİDARDA VE TÜRK TARİHİNDE İKİNCİ “MORATORYUM”
Neticede, 1950’de Milletvekili Genel Seçimleri yapıldı ve halk, DP’yi tek başına iktidara getirdi. DP’nin iktidara gelmesiyle, 9 Eylül 1922’den beri, sokaklarda kafaları eğik gezmekte olan Yunancılara gün doğdu! Çünkü, DP hükümeti, eskinin Kuvâ-yı Milliyecileri olan CHP tabanına kan kusturmaya, eskinin Yunancılarını ise, sağladığı devlet destekleriyle şımartmaya başlamıştı!
DP’nin iktidar olması ile bir anda, Atatürk, Milli Mücadele, Cumhuriyet ve laiklik aleyhine yoğun faaliyetler başladı. Bunu gören A. Menderes, durumun vahameti karşısında önlem alma ihtiyacı duydu ve seçimden bir yıl sonra (25.07.1951’de) , 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”u çıkarmak zorunda kaldı. Esasen asker olan ve siyaset konusunda Atatürk kadar beceri gösteremeyen İnönü, muhalefette nasıl bir strateji izlemesi gerektiği konusunda, son derece yetersiz kaldı. 1950 yılına kadar dışarıdan tek kuruş borç almayan Türkiye, 1950’de Marshall yardımı ile başlayan dışarıdan borç alma sürecinde ipin ucunu kaçırdı ve “aldığı borçları ödeyemez, yeni borç para bulamaz” hale düştü. Neticede (Osmanlı İmparatorluğu’nun 1875'te ilan ettiği moratoryumdan sonra), DP hükümeti 1958 yılında, Türk tarihinin ikinci “moratoryum”unu ilan etmek zorunda kaldı.
DIŞ BORÇLANMADA, “PROJE FİNANSMANI” YERİNE, “SICAK PARA” TERCİHİ!
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, dış borçlanmaya karşı olan bazı hükümetler gelmiş olsa da, Türkiye’nin dışarıya borçlanma süreci durdurulamamıştır. Özellikle 1983 yılında Turgut Özal’ın Başbakan olmasından sonra, dışarıya borçlanma hızı sürekli ivmelenmiş ve nihayet bugün, artık içinden çıkılamaz seviyelere gelinmiştir! Dış borçlanmalar, enine boyuna çalışılmış stratejik önemi olan projelerin finansmanına göre değil de, sadece iktidarın keyfince harcayabileceği “sıcak para elde edilmesi” anlayışına göre yapıldığından, ülkedeki ekonomik ve mali dengeler alt üst olmuştur. 21 yıldır sıcak para bağımlısı olan iktidar, dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerin “faiz artırımı”nı gerektirdiği bir sırada, sırf paraya hakim olma dürtüsüyle bir de “nass var” diyerek faizleri düşürünce, kaçınılmaz bir şekilde kıyamet koptu ve bugün artık, enflasyon kontrolsüz bir şekilde yükselmeye devam ediyor.
FELAKETTEN ÖNCE SON ÇIKIŞ: 31 MART 2024
Ne yazık ki, toplumun, tüm bu olan bitenlerden habersiz cahil kesimleri, işin nerelere gitmekte olduğunu görmüyor, bugünkü ekonomik ve sosyal yıkımın tek sorumlusu olan AK Parti iktidarına, ne pahasına olursa olsun, inatla destek vermeye devam ediyor. Görünen o ki Türkiye, felaketten önceki son çıkışı 14 Mayıs’ta kaçırmıştır. Önümüzdeki 31 Mayıs’ta yapılacak olan Mahalli İdareler Genel Seçimleri’nde, Türkiye için belki bir dönüş imkanını yakalama fırsatı olabilir. Görünüşe bakılırsa, Türkiye bu fırsatı da kaçıracak gibi. Toplumun en cahil kesimleri ile Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarını arkasına alan AK Parti, eğer yerel seçimlerde istediği başarıya ulaşırsa, artık önünde hiçbir siyasi ya da fiili engel kalmamış olacağından, “Anayasa değişikliği” teklifiyle, “laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak” için son hamlesini rahatça yapacaktır.
Son birkaç yıldır ve bilhassa da geçen 14 Mayıs seçimlerinden sonra Atatürk, laiklik ve Cumhuriyet düşmanlığındaki yükselme ve pervasızlaşma, Kuvâ-yı Milliye dönemindeki Yunancılığın, günümüzdeki tezahüründen başka bir şey değildir. Kısacası, Kuvâ-yı Milliyeciler ile Yunancılar bir kez daha karşı karşıyalar! O zaman da Kuvâ-yı Milliyecilerin kazanmalarına imkansız gözüyle bakılıyordu, bugün de durum pek farklı değil… Ne var ki, bugün ortada bir Mustafa Kemal Paşa yok ve halkın “muhalefet” zannettiği partilerin de, bugün gerçekten ne derece muhalif olup-olmadıklarından kimse emin değil. O nedenle, mevcut tehlikeli gidişatı durdurma ümidi, son derece zayıf görünüyor.
Allah sonumuzu hayreylesin…
Ne diyordu Erzurumlu pîr İbrahim Hakkı:
“Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâm görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”