Hatırlanacağı üzere, bugünkü “Avrupa Birliği (AB)”, Türkiye’nin de 12.09.1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile dahil olduğu “Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nun devamıdır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sebebiyle dondurulmuş bulunan “Türkiye-AET ilişkileri”nin, 1983’te Türkiye’de serbest seçimlerin yapılması ile Turgut Özal’ın kurduğu hükümet (45. TC Hükümeti) tarafından, yeniden canlandırılması çalışmaları başlatıldı.
Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde (1963 Ankara Anlaşması'nda öngörülen müzakere dönemlerinin tamamlanmasını beklemeden), artık adı “Avrupa Birliği (AB)” olan topluluğa üyelik başvurusu yaptı. AB Komisyonu, bu başvuru ile ilgili görüşünü 18 Aralık 1989'da açıkladı ve Topluluğun, kendi iç bütünleşmesini tamamlamadan yeni bir üyeyi kabul edemeyeceğini; ayrıca, Türkiye'nin (Topluluğa katılmaya ehil olmakla birlikte), ekonomik, sosyal ve siyasal alanda gelişmesi gerektiğini ifade edilerek, üyelik müzakerelerinin açılması için bir tarih belirlenmemesi ve Ortaklık Anlaşması çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesi önerilmişti. Bu öneriler arasında, “Türkiye ile Yunanistan arasındaki husumetin karşılıklı olarak ortadan kaldırılması” gerektiğine özel bir vurgu yapılmıştı.
TÜRKİYE İLE YUNANİSTAN ARASINDAKİ HUSUMETİN AZALTILMASI
Türkiye ile Yunanistan arasında, karşılıklı olarak husumetin ortadan kaldırılması ve iki ülke arasında yeni bir barış süreci için görüşmeleri başladı. Bu görüşmelerde, başta “tarih ve coğrafya” olmak üzere, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul kitaplarında okutulmakta olan kültür derslerinde, birbirleriyle ilgili olumsuz ifadelerin kaldırılmasına karar verildi. Bu karara göre, başta tarih ve coğrafya olmak üzere, Türkiye’deki ders kitapları yeniden yazıldı ve bizim kitaplarımızda Yunanistan’a yönelik tüm olumsuz ifadeler kaldırıldı. Yunanistan’ın da o zaman aynı şeyi yapıp yapmadığından emin değilim!..
Öyle ki, derslerde, 1919-1922 yılları arasındaki Yunan işgalinin ve Kurtuluş Savaşı döneminin mantıklı bir çerçevede işlenmesi bile hayli zorlaşmıştı! Ne var ki, zamanla bu duruma alışıldı; halkın, Yunan işgali ve Kurtuluş savaşı dönemiyle ilgili duygu durumu hayli hafifleştirildi. Aradan geçen 40 şu kadar yıl sonra, artık Türk insanında Yunanistan’a karşı, neredeyse hiçbir asabiyet kalmadı! Bu durumun, Türkiye’nin AB üyeliği sürecine ne derece yararlı ya da zararlı olduğu, bakış açısına göre değişir ve tartışılır.
Peki, biz bu hususu, bu yazımızın girişinde neden bu kadar detaylı olarak ele aldık?
Geçtiğimiz 29 Aralık akşamı, Galatasaray (GS) ve Fenerbahçe (FB) futbol takımları arasında, Türkiye Süper Kupa (Eski Cumhurbaşkanlığı Kupası) final maçının, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da oynanması planlanmıştı. Bununla ilgili tüm hazırlıklar tamamlanmış, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) heyeti, takımlar ve maçla ilgili olan herkes Riyad’a gitmiş, seyirciler stada alınmıştı. Saat 20:45’te maçın başlamasının beklendiği sıralarda, bazı gelişmeler oldu ve neticede karşılaşma iptal edildi! O akşam yaşananlarla ilgili, gerek gazete, radyo, televizyon vb. gibi konvansiyonel basın organlarında ve gerekse internetteki sosyal medya mecralarında hayli geniş tartışmalar olduğundan, biz bu tartışmalara girmeyeceğiz.
TÜRKLERİN ARAP ÜLKELERİNDE ETKİN HALE GELMELERİ
Şimdi, “Türkiye Süper Kupa Finalinin, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da oynanması” ile ilgili yaşananların arka planına ve Türklerin Arap ülkelerine ilk geldikleri tarihten itibaren tarihsel sebeplerine bakalım...
Müslüman Abbasi Devleti, 8. yüzyıl ortalarında Çinlilere karşı yaptığı Talas Savaşı’nı (751), Türklerin destekleriyle kazanarak, Çin’in batıya doğru ilerlemesini durdurdu. Bu tarihten itibaren Türkler, Abbasi Devleti içinde, zamanla artan düzeylerde etkin olmaya başladılar. Önceleri, “üst düzey komutanlıklar” şeklinde, daha çok askerî görevler üstlenen Türkler, zamanla devletin diğer üst düzey görevlerinde de etkinlik kazandılar. Abbasiler zamanla zayıfladılar ve Abbasi başkenti Bağdat, İran’da kurulan bir Şii devleti olan Büveyhîlerin eline geçti (945).
11. yüzyılda İran’da yeni bir güç olarak, bir Türk devleti olan Büyük Selçuklu Devleti ortaya çıktı (Başkenti Nişabur, 1037). Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’ı Büveyhîlerin elinden kurtararak, Abbasi Halifesi’ne (Kâim Bi-Emrillah), dinî itibarını iade etti. Halifeler, 1153 yılına kadar Selçukluların siyasi hâkimiyetleri altında varlıklarını devam ettirdiler. Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Abbasi Halifeleri, ikisi de Türk devletleri olan Fatımîler’in (909-1171) ve Memlûklar’ın (1250-1517) himayelerinde varlıklarını sürdürdüler.
Sultan Tomanbay komutasındaki Memlûk ordusu ile Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu arasında, 22 Ocak 1517’de cereyan eden Ridaniye Savaşı’ndan sonra, Yavuz Sultan Selim, o tarihe kadar Memlûkların himayesinde olan Abbasi Halifeliği’ne son verdi ve son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil’den “Halifelik” unvanını kendi üzerine aldı. Ancak, Araplar, Arap olmayan Yavuz’un Halifeliğini kabul etmek istemediler.
ARAPLAR, TÜRKLERİN HALİFE OLMASINI ASLA KABUL ETMEDİLER!
Ridaniye’de kazandığı zafere rağmen, İslam Halifeliği unvanının meşruiyetinin tartışılması ile karşı karşıya kalan Yavuz, Mısır, Suriye ve Irak’taki Arap ulemayı İstanbul’a davet etmiş ve büyük maddi imkanlar bahşederek, onlardan Araplar nezdinde, kendi halifeliğinin meşruiyeti hususunda desteklerini almıştı. Böylece, İslam tarihinde “Osmanlı (Arap olmayan) Halifeleri (1517-1922)” dönemi başlamıştır.
Ne var ki, Arap kabileleri, Arap olmayan birinin Halifeliğini asla benimsemediler! Osmanlı Devleti, 623 yıllık hakimiyet döneminde, başta Anadolu olmak üzere, Türklerin yaşamakta oldukları ülkelere “devlet hizmeti” anlamında tek bir çivi çakmazken, Arabistan’a çok büyük paralar ve emekler harcamıştır (Surre Alayları*). Buna rağmen, Araplar’da Osmanlı Devleti’ne yönelik en küçük bir sempati sağlanamamıştır. 16. yüzyıldan itibaren, Osmanlı sarayı, Türkler aleyhine giderek artan yoğunlukta bir tutum takınmış olmasına rağmen, Araplar, Osmanlı’nın bir Türk devleti olduğu gerçeğini unutmamış ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Türkler, Osmanlı’ya yönelik Arap nefretinin hedefi haline gelmiştir.
OSMANLI DEVLETİ’NİN GÜCÜ AZALINCA…
Şimdi gelelim 19. yüzyıldan itibaren, Arap ülkelerinde cereyan eden hadiselere:
1865 yılında başlayan milliyetçi Arap örgütlenmeleri, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkisinin zayıflamasına paralel olarak, basit asayiş olayları ölçeğini aşmayan irili-ufaklı isyan teşebbüslerini ortaya çıkarmıştır. Tarihteki ilk Suudi devleti, Muhammed bin Suud tarafından 1744 yılında, bugünkü Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ın 20 km kuzey-doğusunda (o dönemde Osmanlı toprağı) yer alan Diriye köyünde, “Diriye Emirliği” adı altında kuruldu. O yıllarda, 40 km kuzeydeki Al Uyaynah’tan Diriye’ye gelip yerleşen (“Vahhabilik” denen din anlayışının kurucusu) şeyh Muhammed bin Abdülvahhab, Suud ailesini etkisi altına aldı ve onların “siyasi ideolojik önderi” oldu. O dönemde, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkisinin zayıf olmasından yararlanan Suudlar, o tarihten itibaren Osmanlı aleyhtarı faaliyetlerini sürdürdüler. 1801 yılında Abdülaziz bin Muhammed bin Suud, önce Kerbela’yı ve bir yıl sonra da, Mekke ve Medine’yi ele geçirerek yağmaladı. Böylece, Suudlar tüm Hicaz’da kontrolü ele geçirdiler.
Osmanlı Devleti’nin Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın bölgede inisiyatifi ele almasından sonra, Diriye Emiri Abdullah bin Suud, M.Ali Paşa’nın, İbrahim Paşa komutasındaki Hicaz’daki kuvvetlerine karşı mücadeleye girişti. Abdullah bin Suud, 02 Mayıs 1817’de Mısır kuvvetlerine yenildi ve Diriye’ye geri çekildi. İbrahim Paşa derhal Diriye üzerine yürüdü ve 5 ay süren bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Emir Abdullah bin Suud ve oğulları yakalanarak, önce Medine’ye, oradan Mısır’a ve sonra da İstanbul’a gönderildiler. 14 Aralık 1818'de önce sokaklarda halka teşhir edildikten sonra yargılandılar ve 17 Aralık 1818'de idam edildiler. Suud ailesinin, Osmanlı Devleti’ne karşı ilk ciddi ayaklanması budur.
ARAP ÜLKELERİNDE I. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASI
Daha sonraki yaklaşık bir asra yakın süre boyunca, Hicaz bölgesinde kayda değer büyüklükte bir ayaklanma olmadı. Kuveyt'te sürgünde bulunan Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal Âl-i Suud (İbn Suud) 1902’de Riyad’a gelerek, üçüncü kez Suudi devletini kurdu. Suudlar, I. Dünya Savaşı döneminde Arap kabileler üzerinde belirgin bir denetime sahip oldular. I. Dünya Savaşı döneminde Kahire’deki İngiliz Bölge Komutanlığı ile ayrı ayrı görüşmeler yapan İbn Suud ve Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali, İngiliz Hükümeti ile anlaşarak, birlikte Osmanlı ordusuna savaş ilan ettiler.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölge uzun süre İngilizlerin denetiminde kaldı. Suudlar 1927 yılında, İngiltere’nin desteği ile Hicaz ve Necid Emirliği’ni ilhak ederek, 1932’de, bugünkü “Suudi Arabistan Krallığı”nı kurmuş oldular. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgedeki pozisyonunu yeniden düzenleyen İngiltere, Suriye (1946), Ürdün (1946), Irak (1958) vb. gibi, diğer Arap devletlerinin kurulmalarını sağladı. İlk olarak 1916 Arap İsyanı sırasında, bölgede görev yapan İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından tek bir bayrak üzerinde toplanan “Pan-Arap renkleri (siyah, kırmızı, yeşil ve beyaz)”, Suudi Arabistan dışındaki tüm Arap ülkelerinin bayraklarında yer alır. Arap bayraklarındaki siyah renk, tarihlerinde “Osmanlı yönetimi altında kaldıkları” dönemi sembolize etmektedir.
OKULLARINDA, “TÜRK VE TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI” OKUTULUYOR!
Öte yandan, tüm Arap ülkelerinin okul kitaplarında, Türkler ve Türkiye hakkında yer alan konular, hiç de dostane değildir. Halbuki bizdeki okul kitaplarında, Araplar aleyhine (ne isyanlar ne de I. Savaşı dönemindeki ihanetler) tek bir cümle yer almaz! Peki, Türkiye neden o ülkelerden, müfredatlarında yer alan Türk ve Türkiye aleyhindeki konuların çıkarılmasını talep etmez!
Bu devletler, kuruldukları günden itibaren, başta Kıbrıs, Ege adaları ve Ermeni meseleleri olmak üzere, uluslararası hiçbir konuda Türkiye’nin yanında yer almamışlar, çoğu zaman karşı tarafı desteklemişlerdir. Türkiye’nin de katıldığı sözde “İslam İşbirliği Teşkilatı”nın da kurulmuş olmasına rağmen, bu tutumlarını hâlen de sürdürmektedirler. Halbuki Türkiye, başta Filistin meselesi olmak üzere, Arap devletlerinin uluslararası sorunlarında, hiçbir zaman onlar aleyhine tutum sergilememiştir. 2002’de AK Parti’nin kurulması ve iktidara getirilmesi ile, Arap ülkelerinin Türkiye aleyhine olan bu kadim tutumları, Türk kamuoyundan sistemli olarak gizlenmektedir.
VE FİNAL MAÇI GECESİ
Şimdi gelelim şu 29 Aralık akşamına! Her şeyden önce, Türkiye Futbol Federasyonu’nun, birkaç yüz milyon Dolar para için, ülkemizin en önemli iki futbol takımı arasında oynanacak bir final maçını Suudi Arabistan’da oynatmaya karar vermesini, “anlaşılabilir” ve “kabul edilebilir” bulmuyorum! Öte yandan, Suudi yönetiminin, Riyad’da İstiklal Marşı’mızın okunmasından rahatsızlık duyacağı ve buna izin vermek istemeyeceği, bilinmeyen bir husus değildi! Nitekim bu yönde bir dayatma teşebbüsü olmuş, bunun karşısında da, Galatasaray ve Fenerbahçe yöneticileri, maç öncesi takımlar ısınma antrenmanı için sahaya çıkacaklarında, üzerlerinde Atatürk portresinin yer aldığı tişörtleri giyme teklifini getirmekle, son derece doğru bir davranış sergilemişlerdir.
EZELÎ ZIT TARAFLARIN KADİM KAVGASI DEVAM EDİYOR
Türkiye’de bu konuda meydana gelen tartışmaların (hemen her konuda olduğu gibi), 1917’de başlayan “Müslüman olma”yı, “Araplaşma” şartına bağlayan anlayışın, 1918-1922 yıllarındaki karşılığı olan “Kuva-yı Milliye karşıtlığı ve Yunan taraftarlığı”na evrilen versiyonunun günümüzdeki tezahürü olan, iktidar yanlısı “Arapçılık ve siyasi dincilik” akımı ile halkımızdaki “Kuva-yı Milliye ruhu”nun devamı olan seküler Cumhuriyetçiler arasında cereyan etmekte olduğu açıktır.
“Araplaşma”yı halkımıza “din” olarak dayatmaya çalışan siyasi dincilerin dile getirdikleri hususların (öyle görünse de), tartışmaya temel teşkil eden final maçıyla alakası yoktur. Asıl mesele, toplumun, AK Parti’ye oy vermekte olan kesimlerini konsolide etmektir. Tartışmayı alevlendiren karakterlerin hiçbirinin, ne futbolla ve ne de sporla öyle pek ilgileri filan da yoktur. Mesele, son binikiyüz yıllık tarihlerinde “Türk nefreti”yle yaşamış (ve okullarında çocuklara hâlâ “Türk nefreti” öğretilmekte) olan Araplar üzerinden “siyasi dincilik” yaparak, önümüzdeki yerel seçimlerde, halkın oylarını, istedikleri şekilde kontrol edebilmektir.
_____
* Surre-i Humayun Alayı (https://islamansiklopedisi.org.tr/surre)