Cehaletin hakim olduğu (ve hatta adeta “din” haline geldiği) toplumlarda, insanlar arasında akla dayalı mantıklı sorgulamaların ve tartışmaların yapılabilmesi imkansızdır. Bu gibi toplumlarda insanlar kendi “varlık” sorunlarını, bilgiye ve beceriye dayalı olarak çözemediklerinden, bu eksikliği (din, parti, futbol takımı, hemşehrilik vs.) “bir yerlere mensup olmak”la hallederler. Toplumda hakim durum böyle olunca, insanların da aklen ve vicdanen haklının, iyinin, doğrunun, güzelin, faydalı olanın vb gibi, pozitif değerlerin tarafı olmaları (kendisinin ve/veya mensup olduğu tarafın çıkarına olmadığı sürece) mümkün değildir.
Toplumsal yaygın cehaletin en bariz belirtisi, insanların, hemen her konuda adeta birbirlerine karşı (mücadele ve hatta kavga halinde) olan başlıca iki taraf halinde kendilerini konumlandırıyor olmalarıdır. Yani, taraflar kendilerini “artı”, karşı tarafı ise daima “eksi” kutup olarak görürler; kısacası, birbirleri için daima “karşıt kutup” konumundadırlar. İnsanların, herhangi bir konudaki görüşleri de, daima mensup oldukları tarafın benimsediği yöndedir. Böyle toplumlarda, insanları ilgilendiren her konu, tartışma ve kavga gerekçesidir; “doğruyu bulma”nın değil, “üstün gelme”nin “başarı” olarak görüldüğü toplumlarda, hiçbir tartışma, “birleşmeye ve bütünleşmeye” katkı sağlama, aksine daima “bölünmelere ve ayrışmalara” yol açar..
“BÎ-TARAF” OLAN “BERTARAF” OLUR!
Elbette, kendilerini artı, karşı tarafı eksi kutup olarak gören ve sürekli birbirleriyle didişme halinde olan taraflardan bağımsız, toplumda hayli kalabalık bir kitle vardır; hatta, toplumun kahir ekseriyetini bu “tarafsızlar” teşkil eder. Ancak bunlar, birbirleriyle didişme halinde olanlar gibi homojen ve organize bir grup halinde olmadıklarından, topluma yönelik herhangi bir “ortak” aksiyon ya da reaksiyon oluşturmazlar. Toplumdaki tüm aksiyonlara ve reaksiyonlara, o karşılıklı mücadele etmekte olan taraflar yön verirler. Taraflar arasındaki kavganın başlıca (ve hatta “tek”) sebebinin “menfaat” olduğu bu gibi toplumlarda, “bî-taraf (tarafsız)” olan, daima “bertaraf (yok)” olur ya da edilir!..
Hareket noktası hak ve akıl olmadığından, bu gibi toplumlarda “adalet”ten söz edilemez! Çoğu zaman siyasi, ekonomik, kültürel vb. alanlarda örgütlü olduklarından, kitleleri peşlerinden sürükleme kabiliyetleri güçlüdür. Birbirleriyle sürdürmekte oldukları mücadelelerde başarıyı ise, çoğu zaman, kendileri dışında meydana gelen gelişmelerden yararlanabilme kabiliyetleri belirler. Kavganın esası, tamamen “menfaat” olduğundan, insanlar, duruma göre, menfaatleri doğrultusunda taraf değiştirebilirler.
MİLLÎ, DİNÎ VE EVRENSEL DEĞERLER, SADECE “MALZEME”DİR!
Yani, cehaletin hakim olduğu toplumlarda, “birey”ler için akıl ve vicdan söz konusu olmadığı gibi, adalet, milli benlik, dini değerler ve ölçüler, özgürlük, eşitlik, insan hakları vb. gibi evrensel insanî değerlerin de gerçekte hiçbir anlamı yoktur. Tarafların birbirleriyle olan mücadeleleri, görünüşte her ne kadar millî, dinî ve evrensel insanî değerler üzerinden sürdürülüyor gibi görünse de, gerçek hiçbir zaman bu değildir; çünkü, millî, dinî ve evrensel insanî değerler, “menfaat” karşısında hiçbir anlam taşımaz. Değişmez gerçek böyle olduğu halde, bu asla açıktan kimse tarafından ifade edilmez.
Kendilerini, öncelikli gördükleri ve benimsedikleri millî, dinî ve evrensel insanî değerlerin yılmaz savunucuları olarak göstermeye çalışan taraflar, daima “maddi çıkar peşinde koşmak”la itham ettikleri karşı tarafın öncelikli gördüğü ve benimsediği millî, dinî ve evrensel insanî değerleri kötülemeye çalışırlar. Örneğin, ülkemizdeki taraflardan biri, ortak millî değerler ile bilim, laiklik, demokrasi vb. gibi evrensel değerler içeren söylemleriyle kendi mücadelesini yürütürken, diğer taraf, tüm evrensel değerleri “din filtrasyonu”na tabi tutarak kendisini ifade ediyor. Kendilerini millî, demokrat, laik, bilim ve evrensel değerler savunucusu olarak ifade eden taraf, “kendi çıkarları için, dini siyasete alet etmekle” suçladığı karşı tarafı “Siyasal İslamcı (ya da kısaca “dinci”)” şeklinde adlandırıyor. Kendilerini “İslamcı, Osmanlıcı ve Ümmetçi” olarak ifade eden taraf, “kendi çıkarları için, dine ve Müslümanlara saldırmakla” suçladığı karşı tarafı kısaca “laik, ırkçı ve bölücü” olarak adlandırıyor.
TARAFLAR, 150 YILDIR HEP AYNI, DEĞİŞMİYOR!
“Siyasal İslamcı ve ümmetçi” olarak adlandırılan, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) öncülüğündeki “Cumhur İttifakı”nın temsil ettiği siyasi hareket, Osmanlı Devleti dönemindeki Padişah ve Saray yanlısı Ümmetçi ve Osmanlıcı siyasi ve dünya görüşünün günümüzdeki temsilcileridir. Kısaca “laik cumhuriyetçi” olarak adlandırılan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) öncülüğündeki “Millet İttifakı”nın temsil ettiği siyasi hareket ise, Osmanlı Devleti dönemindeki meşrutiyetçi, batılılaşma yanlısı, milliyetçi ve demokrat siyasi ve dünya görüşünün günümüzdeki temsilcileridir.
Birbirleriyle sürdürdükleri kadim kavga nedeniyle “tarihsel düşmanlar” haline gelen bu taraflar, “hiçbir konuda ortak bir görüşte bir araya gelmeme” hususunda, akıl almayacak derecede inatlaşma halindedirler. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı ve Cumhuriyet dönemine dair tarih konusunda da sürekli kavga halinde olan bu kesimler geçen 7 Ekim sabahı, Gazze’de Hamas’ın, İsrail’deki bazı “sivil” hedeflere yönelik saldırıları ile başlayan ve 6 hafta içinde 12 bine yakın Filistinlinin ölümüne yol açan çatışmalar konusunda da, tipik bir şekilde, yine ikiye bölünmüş durumdadır.
Bir tarafta, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, her durumda Filistinlilerin ve Hamas’ın tarafını tutarak aktif destek verenler (yani, “Cumhur İttifakı” yanlıları), diğer tarafta ise, İsrail’in muhtemel misilleme saldırılarına karşı kendi halkını koruma konusunda hiçbir imkanı bulunmadığı halde ilk saldırıyı yaparak çatışmaları başlatan Hamas’ı ve aynı zamanda İsrail’in sivil katliamlarını da eleştirenler (yani, “Millet İttifakı” yanlıları). Örneğin, Cumhur İttifakı taraftarı olan hiç kimse, Hamas’ın İsrail’deki sivil hedeflere yönelik o ilk saldırısına karşı tek bir laf etmiyor, sadece İsrail’in sivillere yönelik saldırılarını eleştiriyor. Hamas’a toz kondurmayıp, sadece İsrail’i eleştirenler ne kadar yanlış tutum içindeyseler, her ne kadar İsrail’i eleştiriyor olsalar da, Hamas’ın bazı haklı söylemlerini görmezden gelen diğer taraf da aynı şekilde yanlış tutum içindedir.
HER DURUMDA KENDİNİ HAKLI, KARŞI TARAFI HAKSIZ GÖRMEK!
İnsanların (karşılıklı doğruları ve yanlışları dikkate almadan) tek taraflı olarak, mensup oldukları ya da destekledikleri tarafı ne pahasına olursa olsun savunurken, karşı tarafı da, ne olursa olsun eleştirmeleri, son derece zararlı toplumsal bölünmelere yol açıyor. Taraflar, birbirlerinin sadece olumsuz yönlerine odaklanmış olduklarından ve karşı tarafın olumlu hiçbir özelliğini görmeyerek ya da küçümseyerek sürekli saldırdıklarından, toplumda sağlıklı tartışma ve fikir alış-verişi mümkün olmuyor! Bunun başlıca sebebi cehalettir. Toplum olarak içine düşürüldüğümüz bu cehalet bataklığından kurtulmanın bir yolunu bulmadan, geleceğe dair hiçbir hayal kuramayız! Başlıca karşılıklı iki blok halinde sürekli kavga etmekte olan ve çoğunluğu ise, adeta tribünden maç izler gibi, bu iki rakip grup arasındaki kavgayı seyretmekte olan bir toplum, tüm zamanını, imkanlarını ve enerjisini heba eder.
Başta bilim ve teknoloji olmak üzere, hayatın her alanında üretkenliğimizi arttırmak zorundayız. Bunu yapamadığımızda, Türk milleti olarak, bir “gelecek”ten, hiçbir şekilde söz edemeyiz! Mevcut kafa yapımızla, kendimize ve dünyaya bakışımızla bunu yapmamız imkansızdır. Kökeni “Arap kabileciliği” olan ve “hanedan saltanatına biat etmeyi” esas alan Emevi siyasi ideolojisine “din” diye inanarak toplumsal üretkenliğimizi arttıramayacağımızı, artık görmemiz ve anlamamız gerekiyor.
“DEVLET” BAŞKA, “CUMHURBAŞKANI” BAŞKA GÖRÜŞTE!
15 Temmuz alçaklığından itibaren ve bilhassa şu son birkaç yıldır giderek artmakta olan “şeriat ve hilafet” söylemleri ile bu ülkeyi nereye götürebileceğimizi zannediyoruz acaba?
Devlet olarak, “Filistin halkının tek yasal ve meşru temsilcisinin Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Hamas’ın terör örgütü olduğu” belirtilen Suudi Arabistan’daki İslam Ülkeleri toplantısının sonuç bildirisine imzamızı koyduktan sonra, Cumhurbaşkanının, Hamas’ın “terör örgütü” değil, “bağımsızlık savaşı vermekte olan mücahitler” olduğunu söylemesini dünya nasıl yorumlayacak dersiniz? Yani devlet dış politikası olarak Hamas’a terör örgütü derken, Cumhurbaşkanı bunun aksini söylüyor!
Eğer Türk milleti olarak bugün yaygın bir cehalet karanlığında olmayıp da, çağın gerektirdiği düzeyde gelişmiş bir toplum olsaydık, hiçbir konuda buna benzer, birbirine böylesine zıt söylem ve davranışlar söz konusu olamazdı! Nasıl ki, söz ve davranışları birbirini tutmayan insanlarla kimse ciddi hiçbir ilişki kurmayı istemezse, aynı durum, uluslararası ilişkilerde de geçerlidir.
SİYASİLERE, GEREKLİ AYARLARI KİM VERECEK?
Toplumun, devletin yönetim sorumluluğunu tevdi etmiş olduğu siyasilere gerekli ayarları da vermesi gerekir. Yaygın “cehalet” sebebiyle halk bunu yapamadığında, o siyasilerin, hem devlet ve hem de millet için zararlı olabilecek, kişisel insanî yönleri öne çıkar ve bunun bedelini de (tıpkı Osmanlı Devleti’nin yıkılması, Kurtuluş Savaşı’nda döktüğümüz kan ve Osmanlı’nın borçları gibi) millet öder.
Elbette devletler, öyle bir günde yıkılmıyor; ancak, bir kere yıkılma süreci başladığında da bu durdurulamaz! Dahası, devlet yıkıldıktan sonra, yerine neyin geleceğini de, o devletin halkı hiçbir şekilde bilemez!