Türkiye’de, esasen samimi dindarlar (gerçek Müslümanlar) ile samimiyetle Atatürkçü, laik ve cumhuriyetçi olan insanlarımız arasında, en küçük bir problem yoktur. Neredeyse bir asra yaklaşan bir zamandan bu yana yaşamakta olduğumuz kavga, ülkemizdeki “din yobazları ve istismarcıları” ile “Atatürk yobazları ve istismarcıları” arasındadır. Atatürk’ün vefatından sonra başlayan ve günümüze kadar şiddetini arttırarak devam etmekte olan bu “kadim kavga”nın, ne yazık ki biteceği yok! Geçen 25 Eylül’de yayınlanan “ ‘Tam Bağımsızlık’ Yanlıları ve ‘Mandacılar’ın Kavgası” başlıklı yazımızda anlattığımız konuyu, bu yazımızda, bir başka açıdan ele alacağız.
Milletimizin ortak tarihi ve kültürel değerlerini birbirleri ile kavga malzemesi yapan bu iki kesim mensuplarının, tamamen “kişisel çıkar” saikiyle katıldıkları kavga, siyaset alanında örgütlenen yobazlar ve istismarcılar tarafından, şeytanın aklına gelmeyecek hamasî söylemlerle, toplumun hemen her kesimini kapsayacak boyutlarda sürdürülüyor.
İSTİKLAL SAVAŞI GÜNLERİNDEN BU YANA…
Rahmetli Atatürk’ün sağlığında, Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Kuva-yı Milliyeciler ile Padişah yanlıları (Mandacılar)” arasında başlayan kavga, Cumhuriyet’in ilanından sonra “Cumhuriyet yanlıları ile karşıtları” şekline dönüşerek devam etti. Atatürk’ün vefatından sonra, II. Dünya Savaşı’nın etkileri sebebiyle bir nebze hafifleyen bu kavga, 1946 yılında Demokrat Parti’nin kurulması ve 1950 yılında iktidar olmasından itibaren, zaman içinde şekil ve içerik değiştirerek, “din yobazları ve istismarcıları” ile “Atatürk yobazları ve istismarcıları” arasında cereyan etmekte olan çatışmalarla devam ediyor. Kavganın belli başlı örgütlü aktörleri, başta siyasi partiler ve devlet bürokrasisi olmak üzere, meslek kuruluşları, sendikalar, vakıflar, dinci cemaatler, dernekler vb. gibi sivil toplum kuruluşlarıdır.
Elbette, bu kadim kavganın kökenleri, Osmanlı Devleti döneminden devralınan batılılaşma yanlısı milliyetçiler ile buna karşı çıkan Osmanlıcılar (ümmetçiler) arasındaki kavgaya kadar uzanıyor. Osmanlı Devleti’nde sahip oldukları askerlikten ve vergiden muafiyet ve devlet bütçesinden ödenmekte olan tahsisatlar gibi imtiyazları kaybeden medrese ve tarikat mensupları da, sözde dîni gerekçelerle, önce Kuva-yı Milliye’ye, sonra Cumhuriyete ve daha sonra da Atatürk’e muhalif kesimler olarak, bu kavgaya dahil oldular.
“DİN” VE “ATATÜRK” YOBAZLARI VE İSTİSMARCILARI
Bugün artık, kişisel çıkarlarını, başta laiklik ve Cumhuriyet olmak üzere, Atatürk ve arkadaşları tarafından yapılan her şeye (iyi ya da kötü ayrımı yapmadan) karşı çıkan söylemlere dayandırmakta olan bu kesimleri, “din yobazları ve istismarcıları” şeklinde genel bir çerçeve içinde ifade etmek, pek de yanlış olmayacaktır. Kendi aralarında çıkar çatışmaları olsa da, bu kesimdeki örgütlenmeler, duruma göre aralarında anlaşarak, Cumhuriyet’le elde edilen ve ancak Cumhuriyet’le sürdürülebilecek “toplumsal çağdaş uygarlık değerleri” ile “Türk milletinin milli varlığına ve kültürüne” karşı dayanışma halinde, ortak bir mücadele içindedirler.
Bunların karşısında ise, artık eskinin batı medeniyeti yanlısı milliyetçileri ve Cumhuriyetçiler yok! Kendilerini, “Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi ve milliyetçi” olarak ifade eden; ancak, bu değerlerle gerçekte ilgileri bulunmayan, kişisel çıkarları dışında hiçbir insanî ve medenî değere sahip olmayan istismarcıların öncülüğünde, öylesine cahil (yobaz) gruplar var ki, Allah muhafaza! Ne yazık ki, “Atatürkçülük, laiklik ve cumhuriyetçilik” davası güttükleri ifade edilen tüm örgütsel yapılar, bu değerleri istismar eden çıkarcıların elindedir.
İKİ TARAFIN DA DERDİ AYNI: KİŞİSEL ÇIKARLAR
İşte bu anlatmaya çalıştığımız, söylemleri birbirinden farklı olan bu iki kesimin ortak paydası “kişisel çıkar”dan başka bir şey değildir. Bir taraf, sözde millete ve ülkeye hizmet için dîni söylemlerle samimi Müslümanları istismar ederken, diğer taraf da, Atatürk’ü, laikliği ve cumhuriyeti istismar ederek, toplumun samimi Atatürkçü kesimlerini aynı şekilde istismar etmektedir. Aralarındaki kavganın tüm faturası ise, aslında bu kavganın dışında olan milletin büyük kesimi tarafından ödenmektedir.
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’ne kadar olan dönemde, ağırlıklı olarak, sözde Atatürkçü, laik ve cumhuriyetçi kesimler ülke yönetiminde hakim iken, 1980’den sonra, Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı ile başlayan süreçte, dinci kesimler, hem devlet ve hem de toplumiçerisinde, giderek büyük bir ağırlığa sahip oldular. 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin tek başına iktidar olması ile başlatılan siyasi ve toplumsal süreç, bugün artık “devletin yapısını sözde din temeline oturtabilecek” düzeye gelmiş bulunuyor.
Ben şahsen, 2002 yılından bu yana ülkemizi yönetmekte olan siyasi kadroda yer alan kişilerin, 21 yıldır yapılan işleri bu kadar üst düzeyde öngörebilecek, planlayabilecek ve uygulayabilecek düzeyde birikimlerinin olabileceği kanaatinde değilim! Bu insanların hiçbirinin, yurt içinde ve dünya genelinde ortaya çıkan konjonktürel gelişmeleri ve emperyalist ülkelerin stratejik politikalarını zamanından önce algılayabilecek, kavrayabilecek, analiz edebilecek, bunlara karşı Türkiye için en uygun stratejileri ve politikaları ortaya koyabilecek ve nihayet, uygulamalarını da gerçekleştirebilecek düzeyde bilgi, birikim ve deneyime sahip olabileceklerini hiç kimse söyleyemez!
TÜRK SİYASETİNDE YENİ DÖNEM: İKİ TARAFLI DİZAYN!
Ne var ki, karşımızda 21 yıldır kesintisiz devam etmekte olan, bir tek parti iktidarı da, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak derecede bir vakıadır! Bu durumda, ben konuyu şöyle düşünmek eğilimindeyim: 1946’da Demokrat Parti (DP)’nin kurulması ile başlatılan, dış destekli “Türk siyasetini emperyalist amaçlar doğrultusunda dizayn etme” projelerinde, öyle sanıyorum ki, 2002’de bir değişiklik yapıldı ve “sadece iktidarlar değil, muhalefet partileri de aynı istikamette” dizayn edildi. Yani, muhalefet partileri, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde iktidar partisinin yapmak istediği işlere engel olmayacak siyasi yapılar haline getirildi. 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde, ülke olarak yaşadığımız siyasi gerçeklik böyle olsa gerek.
ONLAR, BİRBİRLERİYLE ÇIKAR KAVGASI YAPIYOR! YA HALK?
Henüz arka planı aydınlatılmamış olan 15 Temmuz 2016 hadisesinden sonra, toplum hemen her konuda, iktidar tarafından kullanılmakta olan “din yobazları ve istismarcıları” ile sözde muhalefet partileri tarafından kısmen manipüle edilmekte olan “Atatürk yobazları ve istismarcıları” arasında, birbirine zıt iki kutup halinde kavga pozisyonlarına getiriliyor. Ülkemiz, tarafların kendi menfaatleri bağlamında çıkardıkları ve sürdürdükleri ve pek çoğu suni olan toplumsal kavgalarda çok şey kaybediyor.
Karşılıklı organize olmuş istismarcılar arasındaki kavgalarla ilgili olarak, toplumu bilgilendirerek ve bilinçlendirerek, kendi işlerinde-güçlerinde olan sıradan insanların bu kavgalara katılmalarını önlemeleri gereken sözde aydınlar da, maalesef kendileri de bu kavgalara katılıyorlar ve kişisel çıkar peşinde koşuyorlar!
TÜRKİYE, HEMEN HER KONUDA İNİSİYATİF KAYBEDİYOR!
Tüm bu hengâme içinde, ülkede sermaye el değiştiriyor, devletin iç ve dış borçları akıl almayacak düzeylerde artıyor, bütçe açıkları, dış ticaret açığı (cari açık), enflasyon vb. gibi, ekonomik ve mali göstergeler kontrolden çıkıyor. Ne yazık ki, Türkiye artık, yıllık Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’sını aşan dış borç taksitlerini ödemekte zorlanıyor; ihtiyacı olan kredileri bulamıyor ve ülkeye yabancı sermaye getiremiyor.
Dahası, karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunları kendi başına çözebilme imkanlarını kaybediyor; örneğin Suriye bataklığından çıkamıyor, orada Türkiye aleyhine meydana gelen gelişmelerle baş edemiyor. Sanki bu yetmiyormuş gibi, şimdi bir de, iktidar için, siyasi-bürokratik kadrolar ve oy konularında dayanak teşkil eden “din istismarcısı” kesimler tarafından, 7 Ekim’de Filistin’de kaynatılmaya başlatılan kazanın içine doğru itiliyor.
İKTİDARIN SİYASİ PARATONERİ: MUHALEFET!
Hatay’dan milletvekili seçildiği halde, cezaevinden tahliye edilmeyen Can Atalay davası ile ilgili olarak, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin geçen Perşembe günü verdiği kararda Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde “suç duyusu”nda bulunduğu karar, Cumhurbaşkanı’nın başlattığı “Anayasa değişikliği” tartışmalarını, çok farklı ve beklenmedik bir istikamete doğru yönlendiriyor.
Tüm bu gelişmeler, 31 Mart 2024 tarihinde yapılması beklenen Mahalli İdareler Seçimleri’nden sonra, iktidarın, Türkiye’yi bir “rejim değişikliği”ne doğru sürükleyerek, “Cumhuriyet’e son verme” girişimlerine kalkışması ihtimalini kuvvetlendiriyor. İktidar, yerel seçimlere kadar, ne pahasına olursa olsun ekonomik şartları mevcut hali ile muhafaza etmeye çalışıyor; aksi taktirde, seçimlerde arzu ettiği başarıya ulaşamaz!
Seçimlerden sonra, kendileri açısından hiçbir problem kalmayacağından, daha da ağırlaşacak olan ekonomik şartlar altında bunalan halk, onlar için hiçbir konuda engel teşkil edemeyecektir. Yüksek yapıları, yıldırım tehlikesine karşı koruyan “paratoner”ler gibi, 21 yıldır, “iktidarı toplumsal reaksiyonlara karşı koruma görev”lerini başarı ile yürütmekte olan muhalefet partilerinin (siyasi paratonerlerin), bu süreçte de ihanetlerini sürdüreceklerinden hiç kimsenin şüphesi olmasın!
SİYASİ DEMAGOGLARA DEĞİL, AYDINLARA KULAK VERİLMELİ!
Türkiye’nin, tüm kaynaklarının, imkanlarının ve daha da önemlisi zamanının ve genç nesillerinin heba olmasına yol açan bu kavganın, bir şekilde sona erdirilmesi gerekiyor. Bu noktada iş öncelikle ülkenin aydınlarına düşüyor; ancak, halkın da, ülkenin kaynaklarını, emperyalistlerin amaçları doğrultusunda heba etmekte olan siyasi demagoglara değil, kendi aydınlarına kulak vermesi gerekiyor.
Bu anlamda, örneğin, Oktay Sinanoğlu, Doğan Kuban, İlber Ortaylı, Celal Şengör vb. gibi, dünya çapında kabul görmekte olan aydınlarımızın söylediklerini ve yazdıklarını, “masal” gibi değil, yurtta ve dünyada olan-biteni doğru anlama, bilhassa iktidarı ve muhalefeti sorgulama açılarından dinlemesi, okuması ve değerlendirmesi gerekiyor. Türk milleti olabildiğince kısa bir zaman içerisinde bunları yapabilecek şekilde kendisini dönüştüremediği taktirde, ülkemizi yıkılışa sürüklemekte olanlar dışında hiç kimse, gelecekle ilgili hiçbir hayal filan kurmasın!..