Tarih bilmeden, bugün meydana gelen toplumsal ve siyasî olayları doğru bir şekilde anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, meydana gelen her olayın sebebi ya da sebepleri, öncesinde meydana gelen olay ya da olaylardır. Bugün meydana gelen olay ya da olaylar da, daha sonra meydana gelecek olan olay ya da olayların sebebi ya da sebepleridir. Tarih, bir anlamda, bugün meydana gelen olayların sebeplerini ve onların da sebeplerini “geriye doğru” inceleme bilimidir. Burada, “tarihe bakış”la ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra, bugünkü toplumsal ve siyasî hayatımıza dair, ilginç bir şekilde göz ardı edilmekte olan bazı hususlara dikkat çekmeye çalışılacaktır.
TARİHE, “MİLLΔ BİR AÇIDAN BAKMAK GEREK!
Bir de, tarihe “bakış açısı” denen, çok önemli bir husus vardır. Geçmişte meydana gelen ve bugünkü olayların sebepleri olan hadiselere “doğru bir açıdan” bakmak gerekiyor. Doğru açıdan bakılmadığında, tarihten ve tarih bilgisinden yararlanmamız mümkün olmaz! Peki, “doğru açı” nedir? Bu konuda, toplumların içinde bulundukları şartlar, karşı karşıya bulundukları problemler ve geleceğe dair hedefler önemli parametrelerdir. Her millet, bu parametrelerle kurduğu kendi “milli denklem”lerini doğru çözmeli ve tarihten alınması gereken dersleri doğru bir şekilde almalıdır. Bu yapılamadığında, tarihi doğru okuyan toplumların etkilerinden kendisini kurtaramaz!
Türk tarihinin en zayıf yönü, 8. yüzyıl başlarına kadar, kendisine ait yazılı kaynaklarının bulunmamasıdır. Türk tarihinin, Türkler tarafından meydana getirilen (günümüzde bilinen) en eski yazılı kaynağı, 716-735 yılları arasında dikilen Orhun Yazıtları’dır. Orhun Yazıtları 18. yüzyıl başlarında keşfedilmesine karşılık, ancak 1893’te, Rus Türkolog Vasili Radloff ve Danimarkalı dil bilimci Vilhelm Thomsen’in münferit ve bazı ortak çalışmaları ile çözülmüştür.
Halbuki, insanlık tarihi ile ilgili elimizde bulunan ve günümüz dillerine aktarılabilen en eski yazılı kaynak, MÖ 4000 yılına (Orhun Yazıtları’ndan 3.285 yıl daha eski) tarihlenen ve Çivi Yazısı ile yazılmış olan Sümer Tabletleri’dir. Halbuki, Türklerin anayurdu Orta Asya’da komşu oldukları Çinlilerin yazılı tarihi, MÖ 1600’de (Shang Hanedanı dönemi) başlıyor. Biz de, kendi tarihimizle ilgili o yıllara ait ilk bilgileri, Çin yazılı kaynaklarından alabiliyoruz!
Ne yazık ki, Türk milleti olarak, ne kendi tarihimizi ne bizi doğrudan ilgilendiren milletlerin tarihlerini, ne de en nihayetinde, dünya tarihini bildiğimiz ve doğru bir şekilde anlayabildiğimiz söylenemez! Bilinen Türk tarihinde, bu anlamda tarihe en doğru açıdan bakan tek lider, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Maalesef, pek çok konuda olduğu gibi Atatürk, tarih konusunda da yeterince anlaşılamamıştır. O’nun ortaya koyduğu “Milli Tarih Tezi” ve yeryüzündeki tüm dillerin Türkçe’den türetilmiş olduğunu ileri sürdüğü “Güneş Dil Teorisi” (aradan geçen bir asır içinde, bunları doğrulayıcı bazı buluşlara rağmen), bilim adamlarımız ve aydınlarımız tarafından ilgi görmemektedir.
OSMANLI’NIN “ETRAK-I BÎ-İDRAK” DEDİĞİ TÜRKLER
Atatürk’ün, Yavuz Sultan Selim’in Halifelik makamını Araplardan almasından sonra, Osmanlı tarafından, “Etrak-ı bî-idrak (aptal Türkler)” denilerek sürekli horlanan, aşağılanan ve itilip-kakılan Türk milletine milli bilinç aşılamak için sarf ettiği olağanüstü gayretler bilinmektedir. Bu gayretler arasında, en fazla önem verdiği “Türk ve Dünya tarihi ile ilgili araştırmalar”, çok büyük bir yer tutmaktadır. Atatürk, Osmanlı’nın yaklaşık 400 yıl boyunca her vesileyle aşağıladığı Türklere, daima “Büyük Türk milleti” ifadesiyle hitap etmiştir.
Tabii, 8 nesildir Osmanlı tarafından aşağılanan Türk insanının, bir anda “Büyük Türk milleti” hitabı karşısında şaşkınlık yaşaması kadar doğal ne olabilir? Osmanlı döneminde, devlet kaynaklarından beslenen medrese ve tarikat mensupları için de Türkler, toplum nezdinde, aynı şekilde aşağılanan insanlardı! Dolayısı ile, Cumhuriyet’i kuran kadronun bir anda Türklere böylesine, en yüksek derecede değer atfetmeleri, eskinin muteber medrese ve tarikat mensupları tarafından tepkiyle karşılandı.
AVANTALARI KESİLİNCE DÜŞMAN OLDULAR
Dahası, devlet bütçesinden kendilerine tahsis edilmekte olan ödenekler de kesilince, bu kesimler için “Cumhuriyet düşmanı” olmaktan başka yol kalmamıştı! Yüzyıllarca, “kasten cahil bırakılmakta olan” halka, padişahları ve onların saltanatlarını övmekten başka hiçbir iş yapmayan (hem kendileri, hem de çocukları ve torunları), askerlikten ve vergilerden muaf, devlet bütçesinden aldıkları ödeneklerle, bir elleri yağda diğer elleri balda yaşayanlar için, Cumhuriyet kadar kötü ne olabilirdi?
Tıpkı saltanatta olduğu gibi, Osmanlı devletinin son yüzyılında, medreselerde ve tarikatlarda da makamlar, babadan-oğula geçiyordu. Nitekim, bugün de tarikatlarda ve dinci cemaatlerde, makamlar, aynı şekilde, babadan-oğula geçmektedir; ki, bunun en son örnekleri, İsmailağa ve Menzil cemaatleridir. Halbuki, saltanatın babadan-oğula geçmesi, “Bizans usulü” denilerek, Hz.Ali’nin oğlu Hz. Hasan tarafından (Şam’dan Medine’ye gönderilen, Muaviye’nin oğlu Yezid için “biat” almaya gelen heyete karşı) reddedilmiştir.
Devlet imkanlarıyla (tıpkı, günümüzdeki iktidar yandaşları gibi), “Osmanlı saltanatının ortakları ve destekçileri” olarak rahat bir hayat yaşamakta olan kesim, Cumhuriyet’in ilanı ile, en az 7-8 nesildir sahip oldukları imtiyazları kaybedince çılgına döndüler. Tabii, halka “Çıkarlarımız elimizden alındığı için Cumhuriyet’e karşıyız” diyecek halleri yok(tu)! Halkın yaygın cehaleti üzerine kurulmuş olan düzenden beslenen bu tür paraziter yapılara Cumhuriyet’te yer olamazdı; çünkü, yeni devleti kuran kadro, “halkın aydınlatılması ve bilinçlendirilmesi” ile ilgili faaliyetlere çok büyük önem veriyordu. “Siyasal İslamcı” denen, uzantıları günümüze kadar gelmiş olan saltanat beslemeleri için, Muaviye’den itibaren 1360 yıl boyunca, “halkı cahil bırakarak üzerlerinde saltanat sürme” esasına dayanan sisteme son veren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları kadar kötü kim olabilirdi?
İLK “TÜRKÇE” DİNÎ YAYINLAR
Türklerin, 9. yüzyıldan itibaren Müslüman olmaya başladıklarını hatırlayacak olursak, Cumhuriyet’e gelinceye kadar, “Türkçe yazılan ve yayınlanan” tek bir tane bile din kitabı yoktur. Atatürk’ün (masrafını da kendisi ödeyerek), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a yaptırdığı Kur’an-ı Kerîm meali ve yazdırdığı “Hak Dini Kur’an Dili (1935-39 yılları arasında 10 cilt olarak yayınlanmıştır)” adlı tefsir kitapları, ilk Türkçe dini eserlerdir. Atatürk ayrıca, “İslam Dini” ve “Askerin Din Kitabı” adlı kitapları da yazdırarak, halkın gündelik hayatta ihtiyaç duyacağı temel ilmihal bilgilerine ulaşmasını kolaylaştırmıştır.
Gerek halkın eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve gerekse Türkçe din kitaplarının yaygınlaşması, tüm varlıkları ve geçim kaynakları “din satmak”tan ibaret olan medrese ve tarikat mensupları için, “yok oluş”larının habercisiydi. Bu kesimin, “Atatürk’ün ve Cumhuriyet’i kuran kadronun dinsiz ve din düşmanı olduklarına dair”, daha ilk günden başlattıkları karşı propaganda, ilk meyvelerini, 1950’de Demokrat Parti (DP)’nin iktidar olması ile vermiş oldu!
FAYDASI VE ZARARI İLE “27 MAYIS 1960” DARBESİ
DP’nin, Cumhuriyet’in temel ilkelerine verdiği zararı gören devlet erkânı, orduyu kullanarak 27 Mayıs 1960 darbesini yapmak zorunda kaldı. Maalesef, ülkemizde demokrasi bilincinin gelişip yerleşmesi bakımından oldukça zararlı sonuçları olan bu darbe, Cumhuriyet’in yıpratılması sürecini büyük ölçüde önlemiştir.
Ancak, illegal bir şekilde varlıklarını sürdüren ve dini siyasi ideoloji olarak kullanan kesimler, 1970’lerden itibaren (İskenderpaşa, İsmailağa, Süleymancılar, Nurcular vb. gibi) “cemaat” adı altında legalize olmaya başladılar. Bu cemaatler, en başından itibaren, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin karşısında, sözde “milliyetçi-muhafazakar” olarak bilinen partilere destek verdiler. Bu partilerden, Demokrat Parti (DP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin, emperyalist güç merkezleri tarafından kur(dur)ulan “proje partiler” olduklarını, daha önceki yazılarımızda ele almıştık.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Türkiye Cumhuriyeti devletini, her bakımdan “tam bağımsızlık” ilkesi üzerine kurmuşlardı. Öyle ki, bütün yokluklara rağmen ve Osmanlı borçları da ödenmekte olduğu halde, Cumhuriyet’i kurduktan sonra, dışarıdan tek kuruş borç para almamışlardı. 1940 yılına kadar, dışarıdan hiç borç almadan, ülkede yabancılar tarafından işletilmekte olan tüm madenler, mevcut tüm demiryolları (yaklaşık 4 bin km) satın alınarak millileştirilmiş; üstüne bir de (2’si uçak, 1’i lokomotif fabrikası olmak üzere) 60 kadar fabrika kurulmuş ve 3.800 km yeni demiryolu inşa edilmişti. Elbette bu tutum, gerek jeopolitik konumu ve gerekse sahip olduğu zenginlikler bakımından Türkiye üzerinde farklı çıkar hesapları bulunan batılı devletlerin işine gelmeyecekti!
II. DÜNYA SAVAŞI’NDAN TÜRKİYE NASIL ETKİLENDİ?
II. Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerindeki olumsuz etkileri karşısında büyük zorluklar çeken İsmet İnönü yönetimi, CHP içerisinde kendisine karşı örgütlenen muhalif gruba karşı etkili olamadı. Elbette bu durum, II. Dünya Savaşı’nın galipleri olan devletler için altın değerinde bir fırsat yaratıyordu. Savaş yıllarında (1930-40), ekonomik problemler karşısında bunalan İnönü Hükümeti, ABD’nin o ünlü Marshall Fonu’ndan yardım talebinde bulunmak zorunda kaldı. ABD, “çok partili siyasi yapı” tesis edilmeden Türkiye’nin fon kapsamına alınamayacağını bildirdi.
Bunun üzerine, CHP’den ayrılan muhaliflere siyasi parti kurma yolu açıldı ve onlar da (ABD’nin doğrudan destekleriyle) Demokrat Parti (DP)’yi (07.01.1946) kurdular. ABD, ülkede iktidarı değiştirmeden o parayı Türkiye’ye vermedi! DP Hükümetleri, Marshall yardımından sonra da (çok ağır şartlarla) defalarca dışarıdan borç alacak ve nihayet 1958 yılında “moratoryum (devlet iflası)” ilan edecektir. Hatırlanacağı üzere, daha önce (1875’te) Osmanlı devleti moratoryum ilan etmiş, akabinde 1881’de II. Abdülhamit tarafından devlet maliyesi, “Duyun-u Umumiye İdaresi” kurularak, alacaklı ülkelerin komiserlerine teslim edilmişti.
NEREYE SÜRÜKLENDİĞİMİZİ GÖRMEMEKTE İNAT EDİYORUZ!
Tüm bunları, sadece “bilmeyenleri bilgilendirmek” amacıyla yazıyor değiliz. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz siyasi cepheleşmelerin kökenlerine ışık tutmaya çalışıyoruz. Malûm, toprağa hangi bitkinin tohumunu atarsanız, o bitki filizlenir gün yüzüne çıkar. Toplumsal ve siyasi meseleler de aynen böyledir. Yani, “tam bağımsızlık” yanlılarının devamı olan kesimden “tam bağımsızlık yanlısı idealistler”, “saltanat ve mandacılık” temelinden gelen kesimden de “saltanatçı ve mandacı” siyasetçiler yetişir; bu işin tabiatı budur.
Türkiye’nin, yıllık 135 milyar Dolar düzeyinde GSYH’sının olduğu 1982 yılında, sadece 12 milyar Dolar (GSYH’nın 11’de 1’i) dış borcu varken, bugün 817,5 Dolar GSYH’ya karşılık, “müşteri garantili yatırımlar” için döviz cinsinden ödenecek borçlar dışında, 459 milyar Dolar (GSYH’nın yarısı) dış borcu bulunmaktadır; yani, eğer bu resmi rakamlar doğruysa!
1982-2022 arasında geçen 40 yıllık sürede, GSYH Dolar bazında sadece “6 kat” artarken, Dış Borçlar “38,25 kat” artmış bulunuyor! Bu durum, hiçbir şekilde ve hiçbir sebeple, “makul” olarak gösterilemez!
Ve bugün gelinen noktada iktidar, gerçek enflasyonu halktan gizlemek için şeytanın aklına gelmeyecek yollara tevessül ediyor.
Mevcut muhalefet(!) partilerinden millete bir hayır gelmeyeceği, artık anlaşılmış olmalıdır. Bu durumda iş, ülkenin “tam bağımsızlık” yanlısı bilim adamlarına ve aydınlarına düşüyor. Korkunun ecele hiçbir faydasının olmadığını, herkesten önce, ülkemizin bilim adamları ve aydınları anlamalı ve artık seslerini çıkarmalıdırlar.