Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

TÜRKİYE’DE “CEHALET” KALICI HALE GETİRİLİYOR!

Burada, üç ay önce (02.05.2023) yayınlanan “Türkiye’de Yobazların Kavgaları” başlıklı yazımızda, toplumsal ve siyasi hayatımıza hakim olan yobazlıklara dikkat çekmiş, “28 Şubat”, “15 Temmuz” ve “Basın Özgürlüğü” konularına ışık tutmaya çalışmıştık. Bu yazımızda, yobazlığın yegane kaynağı olan “cehalet”in Türkiye’de kalıcı hale getirilmesine yönelik, siyasi politikalardan söz edeceğiz. Önce, Hristiyan dünyasının, 15. yüzyıla kadar içinde kıvrandığı Orta Çağ’a damgasını vuran, bilhassa Avrupalı milletler üzerindeki “Kilise hakimiyeti” ile ilgili bazı hatırlatmalar yaptıktan sonra da, İslam dünyasında, “yönetilen halkları cahil bırakarak saltanat sürme” temeline dayanan ve 1360 yıldır insanlara “din” olarak empoze edilmekte olan Emevilerin “siyasi saltanat ideolojisi” üzerinde duracağız. Sonra da, Türkiye’de karşı karşıya olduğumuz “cehaletin kalıcı hale getirilmesi”ne matuf, bazı hususlara dikkatlerinizi çekmeye çalışacağız.   ORTA ÇAĞ VE HRİSTİYAN TOPLUMLARIN DURUMU İnsanlık tarihinde Orta Çağ’ın (5. ve 15. yüzyıllar arasında bin yıl), genel olarak, insanlığın en karanlık dönemi olduğu kabul edilir. Ancak bu ifade daha çok Hristiyan toplumlar için geçerlidir. Hristiyan Kilisesi’nin, Hristiyanlığı kabul etmiş olan milletler ile bu milletleri kullanarak, diğer ülkeler üzerinde baskılar kurduğu Orta Çağ’da, “doğru”, sadece Kilise tarafından söylenenlerdir. İnsanlar tarafından ortaya konulan hiçbir görüş ve düşünce, Kilise tarafından onaylanmadığı sürece, doğru olarak kabul edilemezdi. Kilise, neyin doğru neyin yanlış olduğunu İncil’e bakarak belirlediğini iddia ediyor, insanların itirazları, önlerine İncil konularak bastırılıyordu. Kilise, Orta Çağ boyunca, ortaya çıkan ve kendi görüşlerine aykırı gördüğü bilim adamlarını Engizisyon adlı mahkemelerde yargılıyor ve “diri diri yakılmak (örn. Giordano Bruno, 1548-1600)” gibi, insan aklının almayacağı vahşette cezalar veriyordu. Avrupa ülkelerinde, ister İmparator, ister Kral ve isterse küçük bir derebeyi olsun, Roma’daki Papa tarafından kutsanmadığı sürece, hem Kilise ve hem de halk tarafından “meşru” kabul edilemezdi.   SADECE “LATİNCE” OKUNAN İNCİL ALMANCA’YA ÇEVRİLİNCE… O dönemin en önemli uygulamalarından biri ise, İncil’in Latince’den başka herhangi bir dilde yazılıp okunamayacağına dair, hem Katolik (Roma) ve hem de Ortodoks (Bizans) Kiliselerinin ortak kabulüydü. Dolayısı ile Latince bilmeyen insanlar, İncil’in ne dediği konusunda, Kilise ruhbanlarına muhtaç durumdaydılar. Ancak, 16. yüzyıl ortalarına doğru, bir Katolik Kilisesi papazı olan Prof.Dr. Martin Luther (1483-1546), İncil’i Almanca’ya çevirdi ve Papa’nın itirazlarına rağmen (Papa’nın silahlı fedaileri M.Luther’i öldürmeyi başaramadılar), geniş kitlelere kabul ettirmeyi başardı. Bu olay, Almanya’da “Protestanlık” mezhebinin doğuşunu sağladı. Bu olay, aynı zamanda, “Kilise’nin mutlak otoritesinin ilk defa etkili bir şekilde kırılması” anlamına geliyordu. Böylece, Avrupa ülkelerinde aydınlanma hareketleri boy göstermeye başladı. Bu aydınlanma süreci, ülkeden ülkeye değişen şartlarda ve şekillerde gelişti ve yaklaşık iki asır sonra, önce sanatta, bilimde ve felsefede ilk meyvelerini verdi. Kilisenin hakimiyetini ve baskısını sürdürdüğü Avrupa ülkelerinde yetişen bilim adamları, felsefeciler ve sanatçılar, kendi ülkelerinde yaşama imkanları kalmadığında, başka ülkelere kaçarak, çalışmalarını sürdürdüler. Günümüz dünyasında hakim olan “Batı (ya da Avrupa) Medeniyeti”nin ortaya çıkması ve zamanla güçlenmesiyle Kilise, 16. yüzyıldan itibaren toplumların üzerindeki egemenliğini, yitirmeye başladı.   MUAVİYE’NİN HANEDAN SALTANATI VE “MEŞRUİYET” SORUNU İslamiyet’in doğuşu ile 7. yüzyıldan itibaren, yaşadıkları coğrafyadan taşmaya başlayan Araplar, o yüzyıllarda bilinen dünya ülkelerinin tamamının Kilise’nin tahakkümü altında, son derece geri durumda olmalarından da yararlanarak, egemenlik alanlarını, doğuda İran’a ve batıda İspanya’ya (Endülüs) kadar genişletti. Hz.Ali (599-661) dönemine kadar, yaklaşık 50 yıl süren doğuş yıllarında (610-661), İslam devleti henüz, cihanşumül bir karaktere sahip bulunmuyor, ancak Arap yarımadasında egemenlik mücadelesi veriyordu. Muaviye (602-680)ve oğlu Yezid’in (647-683) isyan ederek, silah zoru ile saltanatı ele geçirdikten sonra, karşılarına, çok ciddi bir “meşruiyet” sorunu çıktı. İslam inancına göre Muaviye’nin “Halife” olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyordu. Kura’n-ı Kerim’i ezberlemiş olan çok sayıda “sahabe”nin hayatta olmaları, Kur’an hükümleri açısından, Muaviye’nin saltanatının önünde çok önemli bir engeldi. Muaviye bu engeli aşmak için, önce okuma yazma bilenlere para dağıtarak “hadisler” yazdırmaya başladı. Sonra da, yazdırdığı ve “peygamber sözü” olarak ilan ettiği bu hadislere dayanarak, Kur’an hükümleri dışında (“sünnet” adı verilen), kendince sağlam bir “İslami dayanak” oluşturdu. Sonra da, belli başlı yerleşim birimlerinde, “cami” adını verdiği (Hristiyanlıktaki Kilise ya da Yahudilikteki Havra benzeri), sadece “ibadete mahsus” devasa binalar inşa etti ve buralara, maaşlı “namaz kıldırma (imam) ve vaaz verme (vaiz)” memurlarını yerleştirdi. Ve nihayet halka, “cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınandan çok daha değerli” olduğu empoze edilerek, insanların günde beş vakit bu binalarda toplanmaları konusunda adeta bir zorunluluk icat etti.   CAHİL HALK, SADECE CAMİLERDE BİLGİ EDİNEBİLİYORDU! Böylece, yaygın anlamda hiçbir eğitim kurumunun bulunmadığı bir dönemde, Muaviye, halkın günde beş kez camilerde toplanmasını ve buralardaki maaşlı memurların, “hadislere dayalı” saltanat propagandalarına maruz kalmalasını sağladı. Böylece, en başından itibaren “ehl-i Kur’an vel İcma-ı ümmet” anlayışında olan Müslümanlar, “ehl-i Sünnet vel cemaat” anlayışına döndürülerek, “babadan oğula geçen saltanat” uygulaması halkın gözünde meşrulaştırıldı. 750 yılında Emevi Hanedanı’nı devirerek, saltanatı devralan Abbasiler de, Muaviye’nin icadı olan ve halka “din” olarak empoze edilen siyasi ideolojiyi aynen devam ettirdiler. Böylece, tüm İslam tarihinde (ilk 50 yıl hariç) artık “Hanedan Saltanatı”nın meşru görüldüğü bir süreç devam etmeye başladı. Türkler, Hanedan Saltanatından, 1923’te kurtuldu, ancak, günümüzde İslam ülkesi olarak kabul edilen 50 kadar ülkede, hâlâ Hanedan Saltanatları devam etmektedir. Sözün burasında, “hanedan saltanatı”nın, Hz.Ali’nin büyük oğlu Hz.Hasan tarafından (Muaviye’nin oğlu Yezid için biat almaya gelen heyetle Medine’de yapılan görüşmede), “Bu söylediğiniz Bizans usulüdür, bize uymaz.” denilerek reddedildiğini hatırlatmak gerekiyor. Muaviye’nin icadı olan, “başkaca hiçbir şekilde eğitim alma ve bilgi edinme imkanı bulunmayan insanları, günde beş vakit camilerde toplayarak, siyasi otoritenin propagandaları ile (hem de din adına) şartlandırma usulü”, pek bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar aynen gelmiştir. Esasen, “ibadete mahsus bina” ve “din görevlisi (ruhban)” olmaması gereken İslam dininde, bugün camiler ve maaşlı namaz kıldırma memurları, adeta dinin sembolleri olarak görülmekte ve kutsanmaktadır.   TÜRKLERDE MUAVİYE REJİMİNİN SONU VE “ÇEDES PROJESİ” Türk milleti için Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar devam eden Emevi tarzı yönetim anlayışı, Cumhuriyet’le birlikte sona erdirilmiş ve “halkın aydınlatılması” dönemi başlatılmıştı. Ne yazık ki, halkı aydınlatma ve çağdaş bilim, sanat ve siyaset kadrolarının yetiştirilmesi amacı ile kurulan eğitim kuruluşlarının bugün içleri boşaltılmış, öğrencilere işe yarar hiçbir nitelik kazandırmadan, sadece “diploma dağıtan” kuruluşlara dönüştürülmüştür. Öte yandan, sözde din adına kurulmuş olan ve nedense hiçbir devlet denetimine tâbi olmayan birtakım kuruluşlarda, yaygın bir şekilde, “dîni eğitim” adı altında, “cehalet eğitimi” verilmektedir. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın başlattığı “4-6 Yaş Kur’an Kursları” ile yine DİB’in teklifi ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda, “Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” adı altında başlatılmakta olan uygulamaların nasıl bir felakete yol açacağını, maalesef pedagoji uzmanları bu millete anlatamıyor! Bu gibi konularda seslerini yükseltmeleri gereken üniversitelerin, tümüyle sessizliğe gömülmüş olmaları ise, anlaşılabilir bir durum değildir. İktidar cenahındaki siyasilerin konuşmalarına bakıldığında, dini faaliyet gösterdikleri iddia edilen kuruluşlardaki cehalet eğitiminin, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı tüm okullarda ve üniversitelerde yaygınlaştırılmak istendiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.   TÜRKİYE’DE, CEHALET EĞİTİMİ KURUMSAL HALE GETİRİLİYOR! Cehalet eğitiminin kurumsal hale gelmesiyle cehalet, Türkiye’de de kalıcı hale getirilmek isteniyor. Böyle bir durumda, Türkiye’nin gelecekte, bırakalım herhangi bir konuda uluslararası alanda iddia sahibi olmasını, varlığını sürdürebilme imkanı dahi kalmayacaktır. Çünkü, cehaletin tek bir ürünü vardır, o da “yobazlık”tır. Yobazın hiçbir konuda herhangi bir şekilde bilgi sahibi olmaya ihtiyacı yoktur; o, sadece inandırıldığı mercilere “biat” eder ve o merciler tarafından inandırıldığı hususlarda, “öteki” olarak gördüğü insanlarla kavga ederek cennete gideceğini zanneder. Türk milletinin bu yöndeki tehlikeli gidişi durdurması, istikametini aydınlanma ve çağdaş medeniyet yönüne döndürmesi giderek zorlaşmakta, hatta imkansız hale gelmektedir. En başından bu yana, tüm siyasi yatırımlarını halkın büyük bir çoğunluğunu teşkil eden en cahil kesimler üzerine yapan ve toplumun eğitimli kesimlerinden oy alma derdi bulunmayan bir siyasi kadro, ülkeyi akıl almayacak badirelere sürüklüyor ve bu tehlike bu millete anlatılamıyor ki, bu akıl alacak bir durum değildir!
Ekleme Tarihi: 04 Eylül 2023 - Pazartesi

TÜRKİYE’DE “CEHALET” KALICI HALE GETİRİLİYOR!

Burada, üç ay önce (02.05.2023) yayınlanan “Türkiye’de Yobazların Kavgaları” başlıklı yazımızda, toplumsal ve siyasi hayatımıza hakim olan yobazlıklara dikkat çekmiş, “28 Şubat”, “15 Temmuz” ve “Basın Özgürlüğü” konularına ışık tutmaya çalışmıştık. Bu yazımızda, yobazlığın yegane kaynağı olan “cehalet”in Türkiye’de kalıcı hale getirilmesine yönelik, siyasi politikalardan söz edeceğiz.

Önce, Hristiyan dünyasının, 15. yüzyıla kadar içinde kıvrandığı Orta Çağ’a damgasını vuran, bilhassa Avrupalı milletler üzerindeki “Kilise hakimiyeti” ile ilgili bazı hatırlatmalar yaptıktan sonra da, İslam dünyasında, “yönetilen halkları cahil bırakarak saltanat sürme” temeline dayanan ve 1360 yıldır insanlara “din” olarak empoze edilmekte olan Emevilerin “siyasi saltanat ideolojisi” üzerinde duracağız. Sonra da, Türkiye’de karşı karşıya olduğumuz “cehaletin kalıcı hale getirilmesi”ne matuf, bazı hususlara dikkatlerinizi çekmeye çalışacağız.

 

ORTA ÇAĞ VE HRİSTİYAN TOPLUMLARIN DURUMU

İnsanlık tarihinde Orta Çağ’ın (5. ve 15. yüzyıllar arasında bin yıl), genel olarak, insanlığın en karanlık dönemi olduğu kabul edilir. Ancak bu ifade daha çok Hristiyan toplumlar için geçerlidir. Hristiyan Kilisesi’nin, Hristiyanlığı kabul etmiş olan milletler ile bu milletleri kullanarak, diğer ülkeler üzerinde baskılar kurduğu Orta Çağ’da, “doğru”, sadece Kilise tarafından söylenenlerdir. İnsanlar tarafından ortaya konulan hiçbir görüş ve düşünce, Kilise tarafından onaylanmadığı sürece, doğru olarak kabul edilemezdi. Kilise, neyin doğru neyin yanlış olduğunu İncil’e bakarak belirlediğini iddia ediyor, insanların itirazları, önlerine İncil konularak bastırılıyordu.

Kilise, Orta Çağ boyunca, ortaya çıkan ve kendi görüşlerine aykırı gördüğü bilim adamlarını Engizisyon adlı mahkemelerde yargılıyor ve “diri diri yakılmak (örn. Giordano Bruno, 1548-1600)” gibi, insan aklının almayacağı vahşette cezalar veriyordu. Avrupa ülkelerinde, ister İmparator, ister Kral ve isterse küçük bir derebeyi olsun, Roma’daki Papa tarafından kutsanmadığı sürece, hem Kilise ve hem de halk tarafından “meşru” kabul edilemezdi.

 

SADECE “LATİNCE” OKUNAN İNCİL ALMANCA’YA ÇEVRİLİNCE…

O dönemin en önemli uygulamalarından biri ise, İncil’in Latince’den başka herhangi bir dilde yazılıp okunamayacağına dair, hem Katolik (Roma) ve hem de Ortodoks (Bizans) Kiliselerinin ortak kabulüydü. Dolayısı ile Latince bilmeyen insanlar, İncil’in ne dediği konusunda, Kilise ruhbanlarına muhtaç durumdaydılar. Ancak, 16. yüzyıl ortalarına doğru, bir Katolik Kilisesi papazı olan Prof.Dr. Martin Luther (1483-1546), İncil’i Almanca’ya çevirdi ve Papa’nın itirazlarına rağmen (Papa’nın silahlı fedaileri M.Luther’i öldürmeyi başaramadılar), geniş kitlelere kabul ettirmeyi başardı. Bu olay, Almanya’da “Protestanlık” mezhebinin doğuşunu sağladı. Bu olay, aynı zamanda, “Kilise’nin mutlak otoritesinin ilk defa etkili bir şekilde kırılması” anlamına geliyordu.

Böylece, Avrupa ülkelerinde aydınlanma hareketleri boy göstermeye başladı. Bu aydınlanma süreci, ülkeden ülkeye değişen şartlarda ve şekillerde gelişti ve yaklaşık iki asır sonra, önce sanatta, bilimde ve felsefede ilk meyvelerini verdi. Kilisenin hakimiyetini ve baskısını sürdürdüğü Avrupa ülkelerinde yetişen bilim adamları, felsefeciler ve sanatçılar, kendi ülkelerinde yaşama imkanları kalmadığında, başka ülkelere kaçarak, çalışmalarını sürdürdüler. Günümüz dünyasında hakim olan “Batı (ya da Avrupa) Medeniyeti”nin ortaya çıkması ve zamanla güçlenmesiyle Kilise, 16. yüzyıldan itibaren toplumların üzerindeki egemenliğini, yitirmeye başladı.

 

MUAVİYE’NİN HANEDAN SALTANATI VE “MEŞRUİYET” SORUNU

İslamiyet’in doğuşu ile 7. yüzyıldan itibaren, yaşadıkları coğrafyadan taşmaya başlayan Araplar, o yüzyıllarda bilinen dünya ülkelerinin tamamının Kilise’nin tahakkümü altında, son derece geri durumda olmalarından da yararlanarak, egemenlik alanlarını, doğuda İran’a ve batıda İspanya’ya (Endülüs) kadar genişletti.

Hz.Ali (599-661) dönemine kadar, yaklaşık 50 yıl süren doğuş yıllarında (610-661), İslam devleti henüz, cihanşumül bir karaktere sahip bulunmuyor, ancak Arap yarımadasında egemenlik mücadelesi veriyordu. Muaviye (602-680)ve oğlu Yezid’in (647-683) isyan ederek, silah zoru ile saltanatı ele geçirdikten sonra, karşılarına, çok ciddi bir “meşruiyet” sorunu çıktı. İslam inancına göre Muaviye’nin “Halife” olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyordu. Kura’n-ı Kerim’i ezberlemiş olan çok sayıda “sahabe”nin hayatta olmaları, Kur’an hükümleri açısından, Muaviye’nin saltanatının önünde çok önemli bir engeldi.

Muaviye bu engeli aşmak için, önce okuma yazma bilenlere para dağıtarak “hadisler” yazdırmaya başladı. Sonra da, yazdırdığı ve “peygamber sözü” olarak ilan ettiği bu hadislere dayanarak, Kur’an hükümleri dışında (“sünnet” adı verilen), kendince sağlam bir “İslami dayanak” oluşturdu. Sonra da, belli başlı yerleşim birimlerinde, “cami” adını verdiği (Hristiyanlıktaki Kilise ya da Yahudilikteki Havra benzeri), sadece “ibadete mahsus” devasa binalar inşa etti ve buralara, maaşlı “namaz kıldırma (imam) ve vaaz verme (vaiz)” memurlarını yerleştirdi. Ve nihayet halka, “cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınandan çok daha değerli” olduğu empoze edilerek, insanların günde beş vakit bu binalarda toplanmaları konusunda adeta bir zorunluluk icat etti.

 

CAHİL HALK, SADECE CAMİLERDE BİLGİ EDİNEBİLİYORDU!

Böylece, yaygın anlamda hiçbir eğitim kurumunun bulunmadığı bir dönemde, Muaviye, halkın günde beş kez camilerde toplanmasını ve buralardaki maaşlı memurların, “hadislere dayalı” saltanat propagandalarına maruz kalmalasını sağladı. Böylece, en başından itibaren “ehl-i Kur’an vel İcma-ı ümmet” anlayışında olan Müslümanlar, “ehl-i Sünnet vel cemaat” anlayışına döndürülerek, “babadan oğula geçen saltanat” uygulaması halkın gözünde meşrulaştırıldı.

750 yılında Emevi Hanedanı’nı devirerek, saltanatı devralan Abbasiler de, Muaviye’nin icadı olan ve halka “din” olarak empoze edilen siyasi ideolojiyi aynen devam ettirdiler. Böylece, tüm İslam tarihinde (ilk 50 yıl hariç) artık “Hanedan Saltanatı”nın meşru görüldüğü bir süreç devam etmeye başladı. Türkler, Hanedan Saltanatından, 1923’te kurtuldu, ancak, günümüzde İslam ülkesi olarak kabul edilen 50 kadar ülkede, hâlâ Hanedan Saltanatları devam etmektedir.

Sözün burasında, “hanedan saltanatı”nın, Hz.Ali’nin büyük oğlu Hz.Hasan tarafından (Muaviye’nin oğlu Yezid için biat almaya gelen heyetle Medine’de yapılan görüşmede), “Bu söylediğiniz Bizans usulüdür, bize uymaz.” denilerek reddedildiğini hatırlatmak gerekiyor.

Muaviye’nin icadı olan, “başkaca hiçbir şekilde eğitim alma ve bilgi edinme imkanı bulunmayan insanları, günde beş vakit camilerde toplayarak, siyasi otoritenin propagandaları ile (hem de din adına) şartlandırma usulü”, pek bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar aynen gelmiştir. Esasen, “ibadete mahsus bina” ve “din görevlisi (ruhban)” olmaması gereken İslam dininde, bugün camiler ve maaşlı namaz kıldırma memurları, adeta dinin sembolleri olarak görülmekte ve kutsanmaktadır.

 

TÜRKLERDE MUAVİYE REJİMİNİN SONU VE “ÇEDES PROJESİ”

Türk milleti için Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar devam eden Emevi tarzı yönetim anlayışı, Cumhuriyet’le birlikte sona erdirilmiş ve “halkın aydınlatılması” dönemi başlatılmıştı. Ne yazık ki, halkı aydınlatma ve çağdaş bilim, sanat ve siyaset kadrolarının yetiştirilmesi amacı ile kurulan eğitim kuruluşlarının bugün içleri boşaltılmış, öğrencilere işe yarar hiçbir nitelik kazandırmadan, sadece “diploma dağıtan” kuruluşlara dönüştürülmüştür.

Öte yandan, sözde din adına kurulmuş olan ve nedense hiçbir devlet denetimine tâbi olmayan birtakım kuruluşlarda, yaygın bir şekilde, “dîni eğitim” adı altında, “cehalet eğitimi” verilmektedir. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın başlattığı “4-6 Yaş Kur’an Kursları” ile yine DİB’in teklifi ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda, “Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” adı altında başlatılmakta olan uygulamaların nasıl bir felakete yol açacağını, maalesef pedagoji uzmanları bu millete anlatamıyor!

Bu gibi konularda seslerini yükseltmeleri gereken üniversitelerin, tümüyle sessizliğe gömülmüş olmaları ise, anlaşılabilir bir durum değildir. İktidar cenahındaki siyasilerin konuşmalarına bakıldığında, dini faaliyet gösterdikleri iddia edilen kuruluşlardaki cehalet eğitiminin, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı tüm okullarda ve üniversitelerde yaygınlaştırılmak istendiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

 

TÜRKİYE’DE, CEHALET EĞİTİMİ KURUMSAL HALE GETİRİLİYOR!

Cehalet eğitiminin kurumsal hale gelmesiyle cehalet, Türkiye’de de kalıcı hale getirilmek isteniyor. Böyle bir durumda, Türkiye’nin gelecekte, bırakalım herhangi bir konuda uluslararası alanda iddia sahibi olmasını, varlığını sürdürebilme imkanı dahi kalmayacaktır. Çünkü, cehaletin tek bir ürünü vardır, o da “yobazlık”tır. Yobazın hiçbir konuda herhangi bir şekilde bilgi sahibi olmaya ihtiyacı yoktur; o, sadece inandırıldığı mercilere “biat” eder ve o merciler tarafından inandırıldığı hususlarda, “öteki” olarak gördüğü insanlarla kavga ederek cennete gideceğini zanneder.

Türk milletinin bu yöndeki tehlikeli gidişi durdurması, istikametini aydınlanma ve çağdaş medeniyet yönüne döndürmesi giderek zorlaşmakta, hatta imkansız hale gelmektedir. En başından bu yana, tüm siyasi yatırımlarını halkın büyük bir çoğunluğunu teşkil eden en cahil kesimler üzerine yapan ve toplumun eğitimli kesimlerinden oy alma derdi bulunmayan bir siyasi kadro, ülkeyi akıl almayacak badirelere sürüklüyor ve bu tehlike bu millete anlatılamıyor ki, bu akıl alacak bir durum değildir!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.