Geçen haftaki yazımızda, II. Abdülhamit dönemine kadar geriye giderek, bugün Türk siyaset sahnesinde boy göstermekte olan siyasi partilerin kökenlerine ışık tutmaya çalışmıştık. Bu yazımızda, Kuva-yı Milliye hareketini İstiklal Savaşı’na taşıyan, 09 Eylül 1922’de kazanılan zaferden tam bir yıl sonra adını “Halk Fırkası (daha sonra “Cumhuriyet Halk Partisi”)” olarak değiştiren “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nden itibaren, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere, Türk siyasetinin, “Milli Egemenlik” cenahında yaşanan olumsuzluklara dikkat çekmeye çalışacağız.
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından hemen iki hafta sonra, I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, ABD ve Japonya) tarafından, Osmanlı Devleti topraklarının işgal süreci başlatıldı. 13 Kasım 1918’de, 61 parça savaş gemisinden oluşan bir donanmayla İstanbul’a geldiler ve şehri askerî bakımdan kontrol altına alabilecekleri stratejik noktalara asker çıkardılar; ancak, devletin ve şehrin idaresine yönelik bir müdahaleleri olmadı. Ancak, işgalin başlamasından yaklaşık bir buçuk yıl kadar sonra (16 Mayıs 1920’de), gerek kendileri aleyhine yapılan gösterilerden ve gerekse “Misak-ı Millî” kararını alan Meclis-i Mebusan’ın faaliyetlerinden rahatsız oldular ve idareye el koydular. Bu arada, Yunanlılar İzmir’e asker çıkarmış, İngilizler ve Fransızlar münferiden Suriye ve Irak bölgelerinde işgallere başlamışlardı.
İŞGALCİLERLE İŞBİRLİĞİ YAPANLAR VE İŞGALE KARŞI ÇIKANLAR
İşte, o günlerden itibaren İstanbul halkı, Osmanlı Sarayı’nın yanında yer alarak, “işgalcilerle işbirliği yapanlar” ve silahlı mücadeleyi de göze alarak “işgale karşı çıkanlar” şeklinde, başlıca iki kısma ayrıldı. İşgalcilerden yana tutum içinde olanlar da kendi aralarında “Padişaha (yani Halifeye) tabi olanlar” ile “Yabancı ülke mandasını talep edenler” şeklinde ikiye ayrılıyorlardı. Mandacılar da yine kendi aralarında “İngiltere mandasını isteyenler” ile “Amerikan mandasını isteyenler” şeklinde ikiye ayrılıyorlardı! Bu kesimlerin belli seviyelerde, Anadolu’ya da yansımaları oluyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Milli Mücadele’ye karşı, tüm bu kesimler, birlikte ve münferiden ellerinden gelen her mücadeleyi yaptılar. Anadolu’da teşekkül etmeye başlayan Kuva-yı Milliye’ye karşı, Padişah’ın emri ve İngilizlerin destekleriyle, “Kuva-yı İnzibatıyye” adlı, bir de ordu kurdular. Bu süreçte gerçekleştirilen Sivas Kongresi’nde (05-11 Eylül 1919), başta münferit “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” olmak üzere, yurdun dört bir yanında, işgale karşı kurulan tüm cemiyetler birleştirilerek, Milli Mücadele’nin, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adıyla tek bir çatı altında yürütülmesine karar verildi. Bundan 7 ay sonra da, Ankara’da “Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)” kurularak, Milli Mücadele, Türk milleti adına, bir devlet disiplini altında yürütülmeye başlandı.
Buraya kadar zikrettiğimiz hususlarla ilgili ayrıntılar, Atatürk tarafından Nutuk’ta açıkça uzun uzun anlatılmıştır ki, Nutuk’u okumadan, Milli Mücadele’nin, Lozan Barış Konferansı (11 Kasım 1922–24 Temmuz 1923) ile ilgili yeterli bilgi sahibi olmadan da Cumhuriyet’in ne olduğunu anlamak mümkün değildir.
CHP’NİN KURULUŞU: ÖNCE 9, SONRA 6 OK…
Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra yeni devleti kurma çalışmalarına başlayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, ilk olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni “Halk Fırkası” adı ile siyasi bir partiye dönüştürdüler (Halk Fırkası’nın 9 maddeden oluşan siyasi ilkelerini, Vikipedi’nin “https://tr.wikipedia.org/wiki/Dokuz_Umde” linkindeki sayfada bulabilirsiniz.) Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra (10 Kasım 1924’te) Halk Fırkası’nın adı, “Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)” olarak ve siyasi ilkeleri de, “Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik ve İnkılapçılık (6 Ok)” şeklinde değiştirildi.
Cumhuriyetin kuruluş süreci, en az Milli Mücadele dönemi kadar sancılı geçmiştir. Çünkü, Milli Mücadele’yi gerçekleştiren ve zaferle neticelendiren kadro (birkaç isim haricinde), tümüyle “asker” kökenliydi ve siyasetin ne olduğu konusunda hiçbirinin yeterli bilgileri ve deneyimleri yoktu! Dahası, hepsinin kendine göre savaş konusunda kayda değer fikirleri olmasına karşılık, savaştan sonrası ile ilgili olarak, derinlemesine fikir sahibi olan pek kimsenin olmadığı anlaşılıyor. Bu açıdan bakıldığında, dünya ülkeleriyle düzenli ilişkiler kurabilen, ülkede yasal düzeni sağlayabilen bir devlet düzenini kurabilmiş olmaları, her bakımdan takdirle ve hayranlıkla karşılanması gereken bir husustur.
DEVLET VE SİYASET YENİ BAŞTAN YAPILANDIRILIYOR
Kısacası, Milli Mücadele’yi başarıyla sonuçlandıran “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, artık “Cumhuriyet Halk Partisi” adı altında, yeni devleti kurmaya başlamıştı. Parti içerisinde, Milli Mücadele döneminde olduğu gibi, farklı görüşlere sahip gruplar vardı. Atatürk, bir yandan devleti yeni baştan yapılandırırken, diğer taraftan da toplumsal reformlara ağırlık veriyor ve “Atatürk İnkılapları” olarak bilinen süreçler yaşanıyordu. Atatürk’ün, tüm bu işlerde, herkes tarafından desteklendiğini düşünmek mümkün değil, O’nun, ileri görüşlülükle yapmakta olduğu işlere, kısa mülahazalarla karşı çıkanlar da az değildi ve tüm bunlar, yine CHP içinde siyaset yapan insanlardı.
Her şeye rağmen, ilk Cumhuriyet Hükümetlerinin hazırladıkları ve meclis tarafından onaylanan planlar, büyük bir başarı ile yürütülebiliyordu. Ancak, Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de vefatından yaklaşık 9 ay sonra (01.09.1939’da) II. Dünya Savaşı’nın çıkması, genç Türkiye Cumhuriyeti açısından büyük bir talihsizlik olmuştur. Türkiye’nin, tam 6 yıl süren ve 56 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan böylesine büyük bir savaştan etkilenmemesi mümkün değildi.
II. DÜNYA SAVAŞI VE SONRASINDA TÜRKİYE’DE SİYASET
Atatürk’ten sonra, O’nun yerine geçen İsmet İnönü, ne pahasına olursa olsun, “Türkiye’nin savaşa girmemesi” fikrine odaklanmış ve bunda da başarılı olmuştu. Ne var ki, İstiklal Savaşı’nın ve ondan önce Osmanlı Devletinin girip de kaybettiği 7-8 savaşın bedelini ödeyen Anadolu halkı, II. Dünya Savaşı’nın sürdüğü 6 yıl boyunca da, çok büyük maddi sıkıntılar çekti. Savaşın bitiminde, halkta CHP’ye (ve bilhassa da İ.İnönü’ye) karşı biriken öfkeyi siyasi rant olarak değerlendirmek isteyen parti içindeki muhalif grup, 07.06.1945'te Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü'nün Meclis Grubu’nda açık olarak görüşülmek üzere verdikleri önerge (meşhur “Dörtlü Takrir”) ile CHP’den ayrılanlar, 6 ay sonra (07.01.1946’da) Demokrat Parti (DP)’yi kurdular. O yıl yapılan Milletvekili Genel Seçimleri’nde 465 sandalyeli TBMM’de 64 sandalye elde ettiler ve TBMM’de, Cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olarak yer aldılar.
İsmet İnönü liderliğindeki CHP, II. Dünya Savaşı sonrasında, ülke ekonomisini halkı tatmin edecek düzeyde iyileştirmeyi başaramadı. Bu başarısızlıkta, halkın hükümetten beklentilerini olabildiğince yükselten DP’nin muhalefeti büyük rol oynadı. Nihayetinde 1950 Milletvekili Genel Seçimleri’ne gelindiğinde DP, artık halkın “daha iyi yaşam” konusundaki umudu haline gelmişti. 1957 Milletvekili Seçimleri’nde, 487 sandalyeli TBMM’de, DP 416 milletvekili çıkarırken, CHP ancak 69 sandalye elde edebildi. Böylece, Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes de Başbakan oldular. Seçim sonuçları CHP teşkilatında çok büyük hayal kırıklığına ve belli bazı çözülmelere sebep oldu.
TÜRKİYE VE CHP, ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARINDAN UZAKLAŞIYOR!
DP’nin tek başına iktidar olması ile Türkiye, Atatürk ilkelerinden ve CHP’nin siyasi manifestosunu oluşturan ve 6 Ok’la ifade edilen Kuva-yı Milliyeci siyasi çizgiden, belirgin şekilde uzaklaşmaya başladı. Ne var ki CHP yönetimi, muhalefette izleyeceği siyaset konusunda akılcı ve başarılı olabilecek yöntemler geliştiremedi. Milli Mücadele döneminin Yunancıları, mandacıları ve hilafet heveslileri, tümüyle DP’de toplanmışlar ve ciddi siyasi kan kaybı ile karşı karşıya bulunan CHP, kendisine yönelik saldırılara karşılık veremez olmuştu.
Bu arada, II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılında İ.İnönü’nün almaya başladığı Marshall Yardımı da DP Hükümeti’nin işini kolaylaştırmıştı! İnönü, gelen parayı, üretimi artırıcı projeler için kullanıyorken, Menderes, gelen parayı, halkın gündelik yaşam konforunu arttıracak işlerde kullanarak, büyük bir halk desteğine sahip oldu. Ne var ki, Menderes hükümetlerine (tamamı 12 milyar 731 milyon Dolar olan Marshall Fonu’ndan) alınan 137 milyon Dolar yeterli gelmeyecek, ardı ardına yapılan ikili anlaşmalarla defalarca yabancı kredi alınacak ve 1958’de de (1875’te Osmanlı Devletinin yaptığı gibi) “moratoryum (ekonomik iflas)” ilan edilecektir.
“İKTİDAR OLMA HIRSI” CHP’Yİ ELE GEÇİRİYOR
DP hükümetine karşı 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen askerî darbeden sonra, 1961 yılında yapılan Milletvekili Genel Seçimleri’nde 450 sandalyeli TBMM’de, CHP 173, DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi (AP) 158, Yeni Türkiye Partisi (YTP) 65 ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) 54 milletvekili çıkardılar. İsmet İnönü’nün Başbakanlığında ilki CHP-AP Koalisyonu olmak üzere, ardı ardına 3 kez Koalisyon hükümetleri (26., 27. ve 28. Hükümetler) kuruldu.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1950’de iktidardan uzaklaştırılması ile, parti içindeki hakim siyasi anlayış, iktidar-muhalefet ekseninde cereyan eden kavgalardan kurtulamadı! Milli Mücadele’nin en büyük ikinci ismi ve kahramanı olan İsmet İnönü, bir yandan “iktidar kavgası”ndan ibaret, son derece düşük seviyedeki siyasi kavgalarda, akıl almayacak derecede yıpranırken, diğer yanda ise, CHP içinde “iktidar olma hırsı ile siyaset yapmakta olan”lar güçlenmeye başladı…
Neticede, amblemindeki 6 Ok’la ifade edilen Atatürk’ün çizgisinden ve siyaset tarzından giderek uzaklaşmaya başlayan CHP, kökü dışarıda birtakım yabancı sol siyaset anlayışına sürüklendi. Solculuğun “komünistlik” olarak anlaşıldığı Türkiye’de, bilhassa Bülent Ecevit’in Genel Başkan olmasından sonra, CHP tek başına iktidar olma şansını tamamen yitirdi. Zaman zaman oy oranını %40’ın üzerine çıkarmış olsa da, 1950’den bu yana (1977’de AP’den transfer edilen 12 kişiden 11’inin Bakan yapıldığı ve büyük bir siyasi skandal olan 40. Hükümet dışında) tek başına hükümet kurma imkanı bulamadı!
CHP, KENDİ “DOĞAL SİYASİ ÇİZGİSİ”NE DÖNEBİLECEK Mİ?
Milli Mücadele’nin efsanevi kahramanları tarafından kurulmuş olan CHP bugün, kurulduğu tarihlerdeki özelliklerden hiçbirini taşımadığı gibi, 1970’lerden bu yana kendisini “sol siyasi çizgi”de konumlandırması sebebiyle, kuruluş felsefesinden de bir hayli uzaklaşmış bulunuyor. CHP’nin kendi doğal siyasi çizgisinden uzaklaşmasıyla, kökenleri Yunancılara ve mandacılara dayanmakta olan siyasi partiler, maalesef Türkiye’de iktidara gelme imkanı buluyorlar ki, bu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranların siyasi ideallerine son derece aykırı bir durumdur.
Türkiye’nin, yeniden kendi doğal siyasi eksenine oturtulabilmesi, ancak, ülkemizin tüm aydınlarının, her şeylerini kenara koyarak, Atatürk İlkeleri ve İnkılapları çizgisinde ortak bir mücadele başlatmaları ile mümkün olabilir. Yoksa, sokak siyasetinin gündelik konular üzerinde it dalaşı düzeyini aşmayan kavgalarıyla, ülke olarak varabileceğimiz hiçbir olumlu yer yoktur.