Geçen haftaki yazımızda, “Türkiye’nin ilk oligarşik siyasi partisi”nin Demokrat Parti (DP) olduğunu anlatmış ve yazının sonunda, “Cumhuriyet döneminin ilk siyasi partisi” olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) de, 1960’lardan itibaren oligarşik yapıya doğru evrilmeye başladığına işaret etmiştik.
Burada, konuya devam etmeden önce, oligarşinin en temel iki özelliğini hatırlatmakta yarar var: Birincisi, devlete (ya da partiye, derneğe vs.) ait tüm yönetsel erklerin (yasama, yürütme ve yargı), “her durumda birlikte hareket etmekte olan” belli bir grubun elinde olması; ikincisi ise, “halkın doğru bilgiye ulaşmasının engelleniyor olması”dır. Yani, ülkede ve dünyada olan-bitenler hakkında, halka sadece, oligarkların belirledikleri yönde “manipüle edilmiş” bilgiler empoze edilir. Halka gerçekleri anlatmaya ve doğru bilgi vermeye çalışanlar ise, mutlaka itibarsızlaştırılır ve/veya cezalandırılır…
OLİGARŞİ, ORTAK DEĞERLERİ HALKA KARŞI KULLANIR!
Söylemleri ve sözde politikaları farklı görünse de, günümüzdeki belli başlı siyasi partilerin tamamının içyapıları (iç dinamikleri de), aşağı-yukarı birbirlerinin aynıdır. Bugün, gerek dünyadaki ve gerekse Türkiye’deki olan-bitenleri doğru olarak görebilecek entelektüel seviyede olan herkes, bu partiler arasında, kayda değer herhangi bir farkın olmadığını; her birinin, millete ait (din, Atatürk, milliyetçilik vb. gibi) ortak ve/veya evrensel değerlerden (adalet, eşitlik, özgürlük, insan hakları vb gibi) birini ya da birkaçını öne çıkararak, halkın gözlerini boyadıklarını gayet iyi görürler ve bilirler. Ne var ki, “aydın” denen bu insanlar, çoğu zaman iktidarın baskıları ve engellemeleri nedeniyle, millete bildiklerini ve gördüklerini anlatma imkanı bulamazlar; ahlak yoksunu az bir kısmı ise, kişisel maddi çıkarları nedeniyle susmayı tercih ederler.
Halkın, derinlemesine bilgiye ve sorgulama yeteneğine sahip bulunmayan çok büyük bir kesimi, bu partilerden bazılarının dindar, bazılarının Atatürkçü, insan hakları ve özgürlükler yanlısı, sağcı, solcu, liberal, milliyetçi vb. olduklarını zanneder. Halbuki, temel yapıları ve kullandıkları yöntemler üç aşağı-beş yukarı aynı olan bu partilerin, sadece halka kaşı kullandıkları (daha doğrusu “istismar” ettikleri) toplumsal ve/veya evrensel insanî değerler farklıdır.
İKTİDARI DAİMA, TOPLUMUN EN CAHİL KESİMLERİ BELİRLİYOR!
Ne var ki, toplumun kahir ekseriyetini oluşturan “eğitimsiz ve cahil” kesimleri, maalesef bu partilerin birbirlerinden farklı olduklarını zannetmektedirler. Dolayısıyla, tüm seçim stratejilerini, toplumdaki yaygın cehalete göre belirleyen ve yürüten partiler, seçimlerde çoğunluğu elde edebiliyorlar. Çünkü, Türkiye gibi ülkelerde, yaygın cehalet, toplumun neredeyse %80’ini kapsayabiliyor. Böylece, Türkiye’deki her seçimde, Antik Yunan dönemi felsefecilerinden Platon’un (MÖ 428-347) söylediği, “Gelişmemiş toplumlarda ülkenin yöneticileri, halkın en cahil kesimleri tarafından belirlenir.” şeklindeki görüşü ispatlanmaktadır.
Belki, “tamamı” demek pek doğru olmayabilir; ancak, Türkiye’deki belli başlı siyasi partiler, tipik oligarşik siyasi yapıdadırlar. Bir şekilde (çoğu zaman kaynağı belirsiz finansmanla), yaşadıkları yerlerde siyasi etkileri olan (ya da bu gibi kişileri destekleyen) oligarkları organize edebilen kişiler, bizde “siyasi parti lideri” olur. Böylece kurulan sözde siyasi partilerdeki oligarşik işleyişte (parti içi işlerle ilgili değil, ama) ülke ve dünya meseleleri ile ilgili söylemlerde, öncelikle ve mutlaka “demokrasi” kelimesine vurgu yapılır. Gerçekte demokrasinin ne olduğu konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan halkın çok büyük kesimi de, bu söylemlere bakarak, bizdeki partilerin “demokrasinin olmazsa olmaz unsurları” olduklarını zanneder. Halbuki, bu partilerin, gerçekte hiçbir zaman demokrasiyle ilgileri de, öyle olmak gibi bir dertleri de yoktur.
Türkiye’de CHP’nin, tüm diğer partilerden farklı olarak, oligarşik oluşumlardan uzak durması beklenirdi! Maalesef, 12 Eylül 1980’den sonraki süreçte CHP yeniden kurulurken, orada da diğer partilere benzer bir siyasi oligarşi oluştu. Günümüz CHP’sindeki mevcut oligarşik yapılanmanın tüm sorumluluğu Deniz Baykal ve arkadaşlarına aittir.
OLİGARŞİNİN “SİYASÎ VE MADDÎ ÇIKAR” DIŞINDA AMACI YOKTUR
Türkiye’deki belli başlı siyasi oligarşik oluşumların (sözde siyasi partiler) lider kadroları, tüm politikalarını, sadece “maddi çıkar ilişkileri” üzerine bina ederler. Gerçekte kendilerinin maddi çıkarlarına endeksli faaliyetlerinde kendilerine “toplumsal destek” sağlayabilmek için, “seçmen” adını verdikleri toplumun en cahil ve eğitimsiz kesimlerinden, kendilerine “fanatik (yobaz) taraftar kitleleri” yaratırlar. Milletin “siyasi parti” zannettiği bu “oligarşik çeteler” (tamamen kendi çıkarlarına yönelik olan), tüm faaliyetlerinin bedellerini de, mutlaka bir şekilde halka ödetirler. Öyle ki, gündelik geçim derdine düşürülen halk, ülkede ve dünyada olan-biteni sağlıklı olarak takip edemez ve anlayamaz hale getirilir; ve bu durum, siyaset oligarklarının işlerini acayip şekilde kolaylaştırır.
Maalesef, halkımızın toplumsal özellikleri ile yaygın “siyasi fanatizm (siyasi yobazlık)” kullanılarak meydana gelen kamplaşmalar sebebiyle, ülkemizde gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bu gidişatın değiştirilebilmesi hususunda ise, bugün itibarı ile görünen hiçbir umut ışığı da yoktur. Cumhuriyet döneminde, 1950’ye kadar dışarıdan tek kuruş borç almayan ve içeride borçlanmayı da minimum düzeyde tutan Türkiye, DP hükümetleri tarafından hızla borçlandırılmaya başlanmış ve sekiz yıl sonra (1958’de) “moratoryum (devlet iflası)” ilan edilmiştir.
ANAP’LA BAŞLATILAN DIŞ BORÇLANMA VE YÜKSEK ENFLASYON
1950’de Demokrat Parti (DP) zamanında başlatılan “hızlı dış borçlanma süreci”, 1960 askerî darbesi ile durdurulmuştur. Daha sonra, 1983 yılına kadar, hem iç ve hem de dış borçlanmalarda son derece ölçülü bir yol izleyen devlet, Anavatan Partisi (ANAP) hükümetleri tarafından, yeniden hızla borçlandırılma sürecine sokulmuştur. Nitekim, ANAP 1983 sonunda, sadece “12 milyar Dolar dış borç, 3 milyar 507 milyon Dolar Dış Ticaret Açığı ve 135 milyar Dolar seviyelerinde Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH)” ile aldığı devleti, yaklaşık 12 yıl sonra koalisyon hükümetlerine, “57 milyar dış borç, 5 milyar 164 milyon Dolar Dış Ticaret Açığı ve ancak 140 milyar Dolar GSMH” ile devretmiştir.
1995-2002 yılları arasında devlet borçlanmalarında bir kez daha frene basılmışken (2002 yılı sonunda 125 milyar Dolar Dış Borç, 15 milyar 500 milyon Dolar Dış Ticaret Açığı ve 232 milyar Dolar Dolar GSMH), 2003’den itibaren AK Parti iktidarları tarafından, Türkiye yeniden “hızla borçlandırılma süreci”ne sokulmuştur.
Nitekim AK Parti’nin, 2002 yılında yukarıdaki makro ekonomi verileriyle devraldığı Türkiye Cumhuriyeti’nin, 2022 yılı sonu itibarı ile “dövizle ödenmesi gereken borçlar”ının (dış borçları+dövizle ödenecek iç borçlar+“Yap-İşlet-Devret” projeleri ile ilgili ödemeler) gerçekte ne kadar olduğu (800 milyar Dolar’dan fazla olduğu tahmin ediliyor) bugün artık hesaplanamazken, Dış Ticaret Açığı 110 milyar 200 milyon Doları aşmıştır. Bu arada, geçen yıl sonu itibarı ile GSMH ise, 905 milyar 500 milyon Dolar olarak açıklanmıştır.
MAKRO EKONOMİK PARAMETRELERE GÖRE TÜRK EKONOMİSİ
Yabancı uzman kuruluşlar tarafından, Türkiye’nin “dövizle ödenmesi gereken” iç ve dış borçlarının, “1 trilyon 300 milyar Dolar” seviyelerinde olduğu ifade edilmektedir. Hükümet ise, bu konuda hiçbir zaman “net bir resmi açıklama” yapmamaktadır. Bu konuda, satılan devlet varlıkları konusunda olduğu gibi, yap-işlet-devret projelerini gerçekleştiren şirketlerle ilgili olarak da, “ticari sır” kavramına sığınmaktadır.
Burada verilen rakamlardan, iç ve dış borçlar makro ekonomik bakışa göre “negatif”, GSMH ise “pozitif” değerlerdir. Dolayısıyla, pozitif değerlerin negatif değerlerden fazla olmasına göre, ekonominin genel durumunun, “iyi” ya da “kötü” olduğuna hükmedilir. Tabii, bu arada, bir diğer “negatif değer” olarak, belirtilen yıllardaki “enflasyon” rakamları da önemlidir. 1983 yılında %37 oranında olan enflasyon, 1995’te %76, 2002’de %30, 2022 yılı sonunda ise, Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre %64,27, Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre %137,55 olmuştur.
Daha önceki yıllarda, TÜİK tarafından açıklanan enflasyon oranlarına hiç kimse itiraz etmezken, 2022 yılı enflasyon oranına, ülkedeki hemen herkes itiraz etmiş, ülke genelinde, ENAG’ın 2022 yılı için açıkladığı enflasyon oranının (%137,55) çok daha doğru olduğu kanaati hakim olmuştur. İktidar, bunun üzerine ENAG hakkında suç duyurusunda bulunmuşsa da, açtığı davayı kaybetmiştir.
OLİGARKLAR, TÜM FATURAYI DAİMA HALKA ÖDETİRLER!
Siyaset oligarklarının, hiçbir zaman “ülke ve milletle ilgili hizmet” diye bir dertleri yoktur. Ancak, “hizmet” kavramı üzerine oturttukları işleri (maliyetleri olabildiğince şişirerek ve devleti ağır yükümlülük altına sokan anlaşmalar imzalayarak), kendi maddi çıkarları için kullanmak, onların en belirgin özellikleridir. Mevcut toplumsal yapısıyla, Türk milletinin kendisini bu bataklıktan kurtarması, maalesef mümkün görünmüyor!
Ülkede toplumsal çöküş başladığında, kendilerine tutunma gücü oluşturmak için, yeterli görecekleri miktarda yabancı nüfus transferleri yapıyorlar. Bu amaçla, Suriye ve Afganistan (tamamı genç erkek) gibi, ortaçağ düzeyinde geri ülkelerden transfer ettikleri nüfusla, sözde “göçmen ve sığınmacı” adı altında, toplumun cahil kesimlerini “ensar-muhacir” masalları ve birtakım “dini hurafeler”le uyutarak, amansız bir işgal ve istila hareketi yürütmektedirler.
OLİGARŞİK PAYLAŞIM SİSTEMİ
Devleti (yani, ülkeyi ve halkı) borçlandırarak, güya “hizmet” adı altında, göstermelik işleri olabildiğince yüksek bedellerle ihale ederek, servetlerine servet katmak ve bedelini halka ödetmek, “oligarşik siyaset”in en temel icraatlarından biridir. Oligarşilerde, iktidar kesimindekiler, devletin ve ellerindeki belediyelerin tüm imkanlarını (yasal ya da gayri yasal usullerle) keyiflerince tasarruf ederlerken, muhalif partilerdeki oligarklar, sadece ellerinde bulunan yerel yönetimlerdeki imkanları sömürmekle yetinmek zorunda kalırlar.
Gerek yerel düzeyde ve gerekse ülke genelinde elde ettikleri paralar, “oligarşik paylaşım sistemi” ile aralarında dağıtılır. Zimmetlerine geçirdikleri paraları bu sistem haricinde iktisap edenleri ise (burada, görevlerinden zorla istifa ettirilen Belediye Başkanlarını hatırlayın), anında sistem dışına atarlar. Oligarşilerde, iktidar ve muhalefet arasındaki mücadelelerin tek konusu da budur. Yani, devletin ve belediyelerin çoğundaki varlıkları ele geçirme mücadelesidir asıl yaptıkları.
Kısacası, kendi yapıları “oligarşik” olan siyasi partilerle, hiçbir şekilde “demokrasi”nin söz konusu olamayacağını, birileri bu millete anlatamadığı sürece, bu düzen böylece devam eder gider.