Son bir buçuk aydır (ardı ardına 6 yazı ile), Türk siyasetindeki “oligarşi”yi anlatmaya çalıştık. Bu ve gelecek haftaki yazılarımızda, kendi içlerinde demokrasiden eser bulunmayan oligarşik yapıdaki siyasi partilerle, 70 yıldır Türkiye’de oynanmakta olan sözde “demokrasi” tiyatrosunu anlatmaya çalışacağız!
Osmanlı devleti döneminde, genel olarak “halkın eğitimi” diye bir kavram olmadığından, okullaşma fevkalade sınırlı kalmıştır. Bunun sonucu olarak, 1920’li yıllara gelindiğinde, ülkedeki okur-yazar oranı %1,5-2 sevilerindeydi; okur-yazarların da %90’ı erkeklerdi. Yani, Osmanlı döneminde, “kadınların okur-yazar olmaları” diye bir şey pek söz konusu değildi.
OSMANLI DEVLETİNDE YABANCI OKULLARA “MÜSLÜMAN ÖĞRENCİ” ALINAMAZDI!
Her ne kadar, Osmanlı devletindeki ilk yabancı okul, Fransa’dan 5 Cizvit rahibin İstanbul’a getirilmesi ile 1583’te açılan Galata’daki Saint-Benoit (Fransız) Lisesi ise de, yabancı okulların asıl yaygınlaşması, 19. yüzyıldan itibaren başlamıştır. 1790’da, İstanbul Kumkapı’da, Amerikalıların desteği ile açılan Ermeni okulundan sonra, Amerikalılar tarafından 1859’de Harput’ta (Elazığ), ortaokul ve lise düzeyinde eğitim veren ilk modern okul açılmıştır. Müteakip yıllarda, Amerikalıların yanı sıra, diğer bazı batılı ülkelerin Kilise Vakıfları tarafından da, benzer şekilde çok sayıda yabancı okul açılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin, bu okulların açılmasına izin verirken koyduğu en önemli şart, “Müslüman çocuklarının bu okullara alınmaması”ydı! Bu şart, zamanla, Osmanlı devleti tebaası olan azınlıkların gençlerinin, “birkaç yabancı dil” de bilen “eğitimli” olmalarına karşılık, Türk ve Müslüman ailelerin çocuklarının ise, “kendi anadillerinde bile okuyup-yazamayacak” derecede “eğitimsiz” kalmaları gibi, vahim bir sonuç ortaya çıkmıştır. Dolayısıyle, zamanla ortaya çıkan devlet bürokrasinde, batı tarzında eğitim almış olan azınlık Hıristiyan çocuklarına görev verilmesi zarureti doğmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nın (Hariciye Vekaleti) “Tercüme Bürosu”ndaki tüm personelin, başta Rumlar ve Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan azınlıkların çocukları oldukları, bilinen vahim gerçeklerden biridir.
OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN AVRUPA’YA GÖNDERİLEN ÖĞRENCİLER
Zamanla, Osmanlı Devleti’nin, Müslüman çocuklarını eğitmek maksadı ile açtığı ortaokul ve Lise düzeyinde az sayıdaki okullardan mezun edilen gençler, üniversite tahsili için, Avrupa ülkelerine gönderilirler. Ne var ki, bilim ve teknolojideki son gelişmeleri öğrenip ülkelerine getirsinler diye Avrupa ülkelerine gönderdikleri gençlerdeki değişimi doğru bir şekilde değerlendiremeyen Osmanlı yöneticileri, bu gençlerle çatışmaya başlamışlar ve adeta bunları “aforoz” etmişlerdir.
İlerleyen yıllarda “Jön Türkler” ve “Yeni/Genç Osmanlılar” adlarını alacak olan bu gençler, devletin polisiye müdahaleleriyle radikalleşmişler ve nihayet onlar da Saray’la çatışmaya başlamışlardır. Bu konunun, bu yazının hacmine sığdırılamayacak kadar uzun ve pek çok ayrıntısı bulunmakla birlikte, Osmanlı devletinde ilk “Türkçülük” hareketlerinin, Fransa’daki “Pozitivizm” akımının etkisinde kalan bu öğrenciler arasında başladığını ve ilerleyen yıllarda “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin bu öğrenciler tarafından kurulduğunu kısaca da olsa belirtmekte yarar var.
Neticede, 1915 yılına (yani I. Dünya Savaşı yıllarına) gelindiğinde, Osmanlı Maarif Vekaleti’ne bağlı ancak 60 kadar Türk-Müslüman okulu varken, çoğu Amerikalı olmak üzere, 350’yi aşkın yabancı okul vardı. Bizde, daha çok Çanakkale ve Yemen Savaşları olarak bilinen I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin sonunu getirmiştir.
KURTULUŞ SAVAŞI SONRASINDA SİYASET
Mustafa Kemal Paşa’nın 1919’da Samsun’a çıkması ile başlayan ve 09 Eylül 1922’de sona eren Millî Mücadele’den zaferle çıkıldı ve (çoğu kadınlardan, babasız çocuklardan ve yaşlılardan oluşan) yaklaşık 13 milyon nüfusla, yeni bir devlet, “Türkiye Cumhuriyeti” kuruldu. Yeni devletin rejimi “Padişahlık (saltanat)” olmayacaktı; ancak, halk da, demokratik usuller konusunda yeterince bilinçli değildi!
Millî Mücadele’ye katılanların çoğu (başka bir siyasi rejim bilmediklerinden), savaştan sonra Osmanlı Devleti’nin ve padişahlığın devam edeceğini düşünüyordu. Ancak, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Millî Mücadele’yi yürüten Paşalar, Kuva-yı Milliye’ye karşı, 18.04.1920 tarihinde, “Kuva-yı İnzibatiyye (ya da Hilafet Ordusu)” adlı karşı ordu kurarak Yunanlılara destek vermiş olan Osmanlı padişahının saltanatının devamına karşıydılar. Nitekim, 09.09.1922’de Yunan ordusunun kesin yenilgiye uğratılmasından iki ay sonra 01.11.1922’de Saltanat kaldırılmıştı. Neticede, 24.07.1923 tarihinde Lozan Antlaşması imzalandı ve üç ay sonra da, 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edildi.
Bu arada, TBMM ile birlikte Milli Mücadele’yi yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 09.09.1923 tarihinde, “Halk Fırkası” adıyla siyasi partiye dönüştürüldü. Bu, daha sonra “Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)” adını alacak olan, Cumhuriyet’in ilk siyasi partisiydi. CHP o tarihlerdeki dünya ve ülke şartlarında hiç beklenemeyecek seviyede halkçı ve demokratik özelliklere sahip bir partiydi; partinin kurucuları (Dr.Refik Saydam, Celal bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kâzım Hüsnü bey, Saffet Arıkan, Mehmet Zülfü Tigrel ve Recep Peker) arasında ve yönetiminde, belli bir tahakküm gücüne sahip, tek bir tane bile oligark yoktu!
O tarihlerde, okuma-yazma oranı %1,5 - 2 seviyelerinde olan, kendi milli kimliğini dahi bilmeyen ve kendilerini “padişahın (Allah’ın değil yani) kulları” olarak gören bir toplumda, bilinen anlamı ile demokrasi uygulamaları söz konusu olamazdı. Ancak, hızla okullar açarak insanlara adım adım milli kimlik kazandırılmaya gayret edilirken, kız çocuklarının okutulmasının zorunlu hale getirilmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi vb. uygulamalarla da, yepyeni bir toplumsal düzen ve siyasi sistemin kurulmasına çalışılıyordu.
ATATÜRK’ÜN VEFATI ve 10 AY SONRA BAŞLAYAN II. DÜNYA SAVAŞI’NIN ETKİLERİ
Ne var ki, 1938’de Atatürk’ün vefatından 10 ay sonra, 01.09.1939 tarihinde Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile II. Dünya Savaşı başladı. Bu durum, Atatürk’ten sonra ülke yönetimini devralan İsmet İnönü ve arkadaşları için çok ciddi bir sorundu; bir taraftan “savaşın dışında kalma”ya çalışılırken, bir taraftan da, her ihtimale karşı, her an “savaşa hazır olmak” gerekiyordu.02.09.1945 tarihine kadar altı yıl devam eden II. Dünya Savaşı yıllarında, Türk hükümeti, “savaşa hazır olma”yı öncelediğinden, halk, o altı yıl boyunca çok büyük maddi sıkıntılar çekmek zorunda kaldı.
Halkta, hükümete karşı yükselen reaksiyonu, kendileri için “siyasi rant”a çevirmeyi düşünen CHP içindeki İnönü muhalifleri 07.06.1945 tarihinde verdikleri o meşhur “4’lü Takrir”le partilerinden istifa ettiler ve yedi ay sonra, 07.01.1946 tarihinde Demokrat Parti (DP)’yi kurdular. 21.07.1946 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde, TBMM’deki 465 sandalyenin 395’ini CHP, 64’ünü DP ve 6’sını da Bağımsızlar kazandılar. Ancak, dört yıl sonra 14.05.1950 tarihinde yapılan seçimlerde, TBMM’deki 487 milletvekilinin 416’sını (%55 oy) DP, 69’unu CHP (%40 oy) ve ikisini de Bağımsızlar çıkardılar. Yürürlükteki seçim sisteminin bir azizliği olarak, %55 oy alan DP, Meclis’teki sandalyelerin %87’sine, %40 oy alan CHP ise, %14’üne sahip olabilmişti. CHP, resmen kendi kazdığı kuyuya düşmüştü!
“OLİGARŞİ”NİN İLK PARTİSİ DP VE DIŞ BORÇLANMA
1950’de iktidarı ele geçiren DP döneminden itibaren, Atatürk döneminde başlatılmış olan, ancak, II. Dünya savaşı sebebiyle kesintiye uğrayan “toplumsal aydınlanma hareketi” (savaşın bitimiyle, her ne kadar Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla yeniden başlatılmış olsa da), maalesef sona erdirilmiştir. Anacak, yine de, o tarihe kadar yetiştirilmiş olan ve devlet kurumlarında etkili pozisyonlarda görev yapmakta olan kadrolar tarafından, evrensel değerler bakımından halkın aydınlatılması, zayıf da olsa (12 Eylül 1980 Askerî darbesine kadar) kısmen sürdürülebilmiştir.
Tüm bu anlattıklarımızdan anlayabileceğimiz ise şudur: Maalesef, Atatürk’ün vefatından sonra, toplumsal aydınlanma hareketi devam ettirilememiştir. Tabii, buradaki en önemli engel II. Dünya Savaşı’nın çıkmış olmasıdır. “Savaş”ın ne demek olduğunu gayet iyi bilen İsmet İnönü ve arkadaşları, ülkeyi savaşa sokmamak için aldıkları tedbirlerle, halka çok zor bir hayat yaşatmak zorunda kalmışlardır. Maalesef bu durum, CHP içindeki muhalifler tarafından istismar edilmiş ve Atatürk’ün başlattığı toplumsal aydınlanma hareketi söndürülmüştür.
CHP, kurulduğu yıllardaki ülke ve dünya şartlarında, hayli “demokratik” sayılabilecek bir siyasi partiydi. Yüksek karizması sebebiyle Atatürk’ün konumunu bir kenara koyacak olursak, CHP içinde herkes aşağı-yukarı eşit durumdaydı. Ancak, DP için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir; çünkü, orada, ülkedeki zenginlerin ve bilhassa toprak ağalarının etkili oldukları, çok belirgin bir oligarşik yapı söz konusudur. Maalesef, 1960’lı yıllardan itibaren, CHP’nin de zamanla, benzer şekilde oligarşik bir yapıya doğru evrildiğini görüyoruz.
Gelecek hafta bu konuya, devam etmek üzere, şimdilik kalın sağlıcakla…