Geçen hafta anlatmaya başladığımız Türkiye’deki “siyasi oligarşi” ve “siyaset oligarkları” konusuna, bu hafta kaldığımız yerden devam edeceğiz. CHP-MSP Koalisyon hükümeti tarafından 1974’de çıkarılan Genel Af’tan sonra, çok sayıda silahlı komünist örgütlerin yeniden kurulmaları ve bu örgütler tarafından başlatılan silahlı çatışmalar ile akabinde yapılan 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi, Türkiye’ye maalesef, hesabı yapılamayacak derecede büyük zararlar vermiştir. Türkiye bu dönemde, “en temiz, en güçlü ve en vatansever idealist” neslini kaybetmiş, o günden bu yana da, bu sayılan yüksek nitelikler bakımından, onların yerlerini doldurabilecek kalitede nesil yetiştirememiştir! Şimdi, konumuza, geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim…
12 MART 1971 ASKERÎ MUHTIRA DÖNEMİ
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından 12 Mart 1971 tarihinde verilen “muhtıra”dan sonra Türkiye’de, “silahlı eylemler” bakımından kısa bir durgunluk dönemi yaşanmıştır. Zaten, 1965-66’larda, üniversitelerdeki “Fikir Kulüpleri” şeklinde, basit düzeylerde ilk örgütlenmelere başlayan, 1968’den sonra, küçük illegal gruplar halinde eylemlere girişen silahlı komünist hareketler, ilk ciddi örgütlerini 1970 yılının Aralık ayı sonlarında kurmuşlardı. O örgütler henüz kurumsal olarak kökleşmeye fırsat bulamadan, yaklaşık üç ay sonra, 12 Mart’ta Askerî Muhtıra verilerek, Süleyman Demirel’in Başbakanlığındaki Adalet Partisi (AP) hükümeti istifa ettirildi ve ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildi.
Daha sonra, o tarihte CHP Kocaeli milletvekili olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof.Dr. Nihat Erim partisinden istifa ettirildi ve TSK denetiminde, 26 Mart’ta sözde sivil bir hükümet kurduruldu. I. Erim Hükümeti 9 ay sonra istifa etti ve 11 Aralık’ta Nihat Erim ikinci kez hükümet kurdu; ancak bu hükümet de altı ay sonra istifa etti ve yine TSK denetiminde 22 Mayıs 1972’de Ferit Melen hükümeti ve bir yıl sonra 15 Nisan’da da, 12 Mart döneminin son Başbakanı Naim Talû hükümeti kuruldu.
1973 YILI MİLLETVEKİLİ SEÇİMLERİ SONRASI
14.10.1973 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimleri’nden sonra, 26 Ocak 1974’te kurulan 37. Hükümet (CHP-MSP / B.Ecevit-N.Erbakan) tarafından, 15.05.1974 tarihinde çıkarılan genel afla, 12 Mart döneminde hapse giren komünist örgütlerin militanları da serbest bırakıldılar. Cezaevlerinden çıktıktan sonra ondan fazla fraksiyona bölünen THKO ve THKP-C militanları, gruplar halinde yeniden bir araya gelerek, tamamı “komünist”, çok sayıda illegal “silahlı siyasi mücadele” örgütleri kurdular.
Ancak, 1968-71 döneminden farklı olarak, bu sefer, “devleti ve sermaye şirketlerini” değil, Türkiye çapında belirgin bir örgütlenme düzeyine gelmiş olan Ülkü Ocakları’nı, “öncelikli hedef kitle” olarak aldılar. 1974 yılı Mayıs ayına kadar, o sırada kültür ve gençlik derneği olarak faaliyet gösteren Ülkü Ocakları, bu tarihten sonra, “illegal komünist silahlı örgütler”in yoğun saldırılarının hedefi haline gelmenin şokunu yaşadı. İlk zamanlarda haftada birkaç mensubu katledilen Ülkü Ocakları, iki yılı aşkın bir süre, silahlı komünist örgütlere karşı bireysel eylem yapan (ve/veya yapmak isteyen) mensuplarını engellemeye çalıştı.
“SİLAHA KARŞI SİLAH KULLANMA” KARARI
Bu arada, devletin güvenlik birimlerinin bu saldırıları önlemesini bekledi. Ne var ki, her gün birkaç mensubunu kaybedecek düzeye geldiğinde, devletin saldırganları durdurmasını beklemenin doğru olmadığı kanaatine varıldı ve 1976 yılı Temmuz ayında, “komünist silahlı örgütlere, silahla karşılık verilmesi” kararı alındı.
Bu tarihten sonra, bir tarafta her biri farklı bir komünist ülkenin ya da liderin görüşleri doğrultusunda, farklı fikrî fraksiyonlar halinde, sayıları 15’i bulan silahlı komünist örgütler, diğer tarafta ise sadece Ülkü Ocakları olmak üzere, bu ki kesim arasında, amansız bir savaş başladı. Çoğu üniversiteli gençler olmak üzere, ülkemizde, günde 8-10 kişinin çatışmalarda hayatını kaybettiği, kaotik bir süreç başladı.
ÇATIŞAN TARAFLAR ARASINDA DİYALOG KURULAMADI!
O dönem için söylenebilecek en hazin durumlardan biri, “birbirleriyle çatışma halinde olan komünistler ve Ülkücüler arasında, hiçbir şekilde diyalog imkanının bulunamaması”dır. Ülkü Ocakları, bilhassa 1975 ve1976 yıllarında olmak üzere, komünist örgütlere “Gelin, fikirlerimizi masada tartışalım.” daveti yaptıysa da; hem karşı taraftan bu çağrıya cevap gelmedi, hem de zamanla Ülkücü örgüt yöneticilerinin bu çağrıyı tekrarlamaları, bir şekilde engellendi!.. Eğer o günlerde, “komünist ülkelerin güdümünde olmayan” sol örgütlerden bir kısmı bu çağrıya olumlu karşılık verebilmiş olsalardı, belki de, daha sonraki yıllarda yaşananlar yaşanmayacak ve binlerce gencimiz ölmeyecekti; ve tabii, emekli orgeneral Bedrettin Demirel’in, aşağıda sözü edilen, 12 Eylül darbesinin “gerekçesi(?)” de oluşmayacaktı!
Ülkücüler, kaşı taraftaki örgütlerin tamamının, “Sovyetler’in, Çin’in ya da bir başka komünist ülkenin gizli servislerinin” güdümünde olduklarına inanırken, karşı taraftakiler de ülkücülerin “NATO ve ABD-CIA” güdümünde olduklarını düşünüyorlardı. İşin geçeği ise, komünist örgütlerin bir kısmı komünist ülkelerin, bazıları ABD-CIA’nın güdümündeyken, pek çoğu da, gerçekten anti-emperyalist, son derece vatansever ve Türkiye’nin her bakımdan “tam bağımsız” bir ülke olması gerektiğini savunuyorlardı. Ülkücü Hareket’e gelince; Ülkücüler de, öyle komünistlerin zannettikleri gibi, bütünüyle CIA güdümünde değillerdi. Ancak CIA’nın, ülkücüler arasına yerleştirdiği profesyonel ajanları vasıtasıyla, Sivas’ta (04-05 Eylül 1978) 12 kişinin, Kahramanmaraş’ta 111 kişinin (19-26 Aralık 1978) ve Çorum’da 57 kişinin (28 Mayıs-14 Temmuz 1980) öldüğü, “Alevîlere yönelik” saldırılar gibi, “kitlesel Alevi-Sünni çatışmaları çıkarma amaçlı”, münferit bazı provokasyonlar yapabildiği, daha sonraki yıllarda, açıkça anlaşılmıştır.
Komünist ve Ülkücü gruplar arasında sert silahlı çatışmaların yaşandığı 1975-80 yılları arasında, gerek devlet kurumları ve bürokrasisi ile gerek siyasiler ve aydınlar, maalesef son derece kötü bir sınav vermişlerdir. Arada, elbette son derece akl-ı selim insanlar her kesimde çıkmıştır; ne yazık ki, o yıllarda, o aklı başında insanlara kulak veren kimse olmamış, ülkemizde, kitlesel bir paranoya yaşanmıştır. Dahası, 5 bini aşkın genç insanımızı kaybettiğimiz olaylar karşısında, o dönemin her düzeydeki siyaset oligarkları, “tavşana kaç-tazıya tut” tutumlarını sürdürmüşlerdir.
O dönemde kurulan, I. Milliyetçi Cephe (31.03.1975-21.06.1977 arası: AP, MHP, MSP, CGP ve Bağımsızlar), II. Milliyetçi Cephe (21.07.1977-05.01.1978 arası: AP, MHP, MSP), Bülent Ecevit (05.01.1978-20.09.1979 arası CHP, DP+11 Bağımsız) ve Süleyman Demirel (12.11.1979-12 Eylül.1980 arası AP) hükümetleri, çoğu zaman sıkıyönetim uygulamaları da yapılmakta olduğu halde, çok ilginç bir şekilde, silahlı çatışmaları durdur(a)madılar!
VE “12 EYLÜL DARBESİ” GELİYOR!
Türkiye’de 12 Eylül öncesindeki silahlı olaylarda, çoğu dış destekli komünist örgütlerin giderek güçlerinin artmakta olduğunu gören ABD yetkililerinin, Ülkü Ocakları’nın, komünist örgütler karşısında yeterli bir engel olamayacağını değerlendirdikleri ve TSK’dan müdahale etmesi talebinde bulundukları biliniyor. Ancak, Amerikalılara göre, o dönemdeki Genelkurmay Başkanı Org.Kenan Evren, hükümete müdahale konusunda pek aceleci davranmıyordu.
ABD’liler, TSK’ya yönelik dolaylı baskılarının işe yaramadığını görünce, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya’yı, rutin bir “NATO ziyareti” bahanesiyle Washington’a çağırmışlar, ABD Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı ile ayrı ayrı yenen yemeklerde Şahinkaya’ya, “Daha ne duruyorsunuz?” mesajını vermişlerdi. Nitekim, Org. Şahinkaya’nın Ankara’ya döndüğü 11.09.1980 tarihinden bir gün sonra, sabaha karşı darbe yapılmıştı.
Genel Kurmay Başkanı ile 4 Kuvvet Komutanı (Kara, Hava, Deniz ve Jandarma) tarafından oluşturulan 5 kişilik “Milli Güvenlik Konseyi” adı altında, askerî emir-komuta zinciriyle, ülke yönetimini ele alan darbeciler, TBMM’yi, siyasi partileri, sendikaları, dernekler, vb. gibi tüm sivil toplum kuruluşlarını kapattı. Başta siyasi partilerin genel başkanları olmak üzere, olaylarla ilgili ve sorumlu görülen tüm siyasiler (1940’lı yıllardan bu yana bilinen belli başlı “siyaset oligarkları” dışında) ve STK yöneticileri ile örgüt mensupları tutuklandılar.
Bir gün öncesine kadar günde 8-10 kişinin hayatını kaybettiği silahlı saldırıların olduğu Türkiye’de,12 Eylül sabahından itibaren, adeta “bir düğmeye basılıp sistem kapatılmış” gibi, olaylar zınk diye durdu! Ve bugüne kadar da hiç kimse, “O bir gecede ne oldu, nasıl bir tedbir alındı da olaylar aniden durdu?” diye sormadı!
“ŞARTLARIN OLGUNLAŞMASI” İÇİN 1 YIL BEKLEMİŞLER!
12 Eylül Askerî darbesinin yapıldığı tarihte II. Ordu Komutanı olan Org.Bedrettin Demirel, ölümünden kısa süre önce (darbeden 7 yıl sonra 1988’de) Milliyet gazetesinden Yener Süsoy’a verdiği mülakatta, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu, 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı, en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı.” diyecektir. Nitekim, 12 Eylül öncesinde, 1975-80 arasındaki çatışmalarda ölen 5 bini aşkın gencin yaklaşık 3 bini, o son bir yıl içinde vurulmuşlardı.
Tüm “yasama” ve “yürütme” yetkilerini uhdelerine alan Milli Güvenlik Konseyi, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli oramiral Bülent Ulusu’nun Başbakanlığında bir hükmet kurdu. Bu hükümet eliyle, doğrudan ya da dolaylı olarak, 12 Eylül öncesindeki silahlı olaylardan sorumlu tuttukları kişilere ve kuruluşlara karşı, yoğun bir takibat ve tutuklamalar yaptılar.
TUTUKLAMALAR, İŞKENCELER VE CEZAEVLERİ
Bu dönemde, MİT, asker ve polis kullanılarak gerçekleştirilen tutuklamalar sırasında, pek çoğu daha sonraki yıllarda mahkemelerde de ispatlanacak olan, bazıları ölümle sonuçlanan, son derece ağır işkenceler yaşandı. Yoğunluk bakımından en ağır fizikî işkenceler o dönemde, Ankara’da Mamak ve Ulucanlar cezaevleri ile İstanbul Metris ve Diyarbakır askerî cezaevlerinde yaşandı. 12 Eylül Dönemi işkenceleri ile ilgili olarak, daha sonraki yıllarda, gerek Ülkücüler ve gerekse komünistler tarafından, çok sayıda yazılar ve kitaplar yazılmıştır.
O dönemde komünist örgütlere ve o örgütlerin yönetici ve mensuplarına karşı açılan davalar ile Ülkücülere karşı açılan davalar, son derece ciddi bir eşitsizlik örneği oldu. Komünistler, örgütsel çatı altında katıldıkları tüm eylemler birleştirilerek, “tek bir suç tanımı yapılarak” yargılandılar ve tek bir ceza aldılar. Ülkücüler ise, kendi teşkilatları kapsamında katıldıkları “her bir olay için ayrı ayrı suç tanımları yapılarak” yargılandılar ve her suçla ilgili ayrı ayrı yüksek cezalara çarptırıldılar. Böylece, örneğin, birbirlerine benzer 5 olaya karışan komünist militanlar, en yüksek ceza olarak, diyelim, sadece 24 yıl hapis cezası alırlarken; aynı durumdaki Ülkücü militanlara, her bir olaydan ayrı ayrı 24’er yıl olmak üzere, toplam 120’şer yıl gibi, akıl almayacak derecede ağır hapis cezaları verilmişti. Bu çarpıklık, 1980’li yılların sonlarında, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Oltan Sungurlu’nun müdahalesi ile kısmen düzeltilmiştir.
Gelecek yazımızda, 1960 askerî darbesinden sonra kurulan “Adalet Partisi(AP)’nin 1964 yılındaki Kurultayında, “Saadettin Bilgiç ile Süleyman Demirel arasında yaşanan Genel Başkanlık mücadelesi”ne kısaca değindikten sonra, Türk siyaseti ile ilgili olarak, 12 Eylül darbesini takiben uygulamaya konulmuş olan “dış kaynaklı siyasi projeler”i ele almaya çalışacağız.