Kayda değer hiçbir meslekleri ve gelir getirici meşgaleleri olmayan, tek işleri “din pazarlamak” olan sözde tarikat ve cemaatlerin, Atatürk’le ve Cumhuriyeti kuran kadro ile asıl sorunları nedir hiç düşündünüz mü? Günümüzdeki dincilerin (belki, birkaç küçük çaplı istisna dışında) alayı, geçmişte Osmanlı devletinin ve milletin sırtından geçinen, yozlaşmış medresecilerin ve tarikatların devamı olan oluşumlardır.
BİR YANDA “DİN” YOBAZLARI, DİĞER YANDA “ATATÜRK” YOBAZLARI
Türkiye’ye yıllardır, sürekli birbirleri ile kavga halinde olan “din yobazları” ile “Atatürkçülük yobazları”nın yarattıkları son derece gereksiz ve zararlı birtakım toplumsal ve siyasi gerilimler yaşatılıyor. Bu gerilimden beslenen birtakım siyasi partiler, STK’lar vb. oluşumlar, toplumsal barışı ciddi ölçüde sabote etmektedirler.
Osmanlı devletinin son yüz yılında, “askerlikten ve vergiden” muaf olmaları bir yana, bir de devlet bütçesinden hatırı sayılır miktarlarda ödenekler almakta olan ve o dönemde ağır cehalet yuvalarına dönüşen medreseler ile tarikatlar, Cumhuriyetin kurulması ile tüm bu maddi imkanları kaybettiler, varlıkları resmen ilga edildi. Bunlar, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip, 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı yasa ile kurumsal olarak ortadan kaldırılmış olsalar da mensupları birbirleri ile yakın ilişkiler içerisinde olduklarından, birtakım yasadışı oluşumlar halinde yaşamaya devam ettiler.
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile resmen olmasa da fiilen bunlara yol verilmiş ve yeniden örgütlenmelerine imkanlar sağlanmış ve hatta örtülü olarak, devlet destekleri sağlanmıştır. Bunların en büyük yalanları, cumhuriyetin ve başta Atatürk olmak üzere, cumhuriyeti kuranların “din düşmanı” olduklarını söylemeleridir. Diyanet İşler Başkanlığı’nı ve ilk İmam Hatip Mektepleri’ni (26 adet) kuran Atatürk ve arkadaşları, bunlar tarafından “dinsiz ve din düşmanı” ilan edilmiştir.
YOBAZLARIN KAVGASI
Bir diğer önemli yalanları ise, laikliğin, “resmî din düşmanlığı” olduğunu iddia etmeleridir. Maalesef, laiklik konusundaki yalan, yıllardır “kendilerini Atatürkçü ilan eden” cahil sürüleri tarafından da beslenmiştir. Bunlar, sözde “Atatürk ve Cumhuriyet yanlıları” olarak, “Kemalizm” adı altında, temel kavramları sol ideolojilerden ithal edilen, ucube bir yobazlıkla, maalesef devlet kurumlarının pek çoğunda etkili olmuşlardır. Öyle ki, “başörtüsü” gibi aptalca bir mesele yüzünden, ülkemiz adeta tımarhaneye döndürülmüştür.
Siyasi partiler, cemaatler, tarikatlar, dernekler, vakıflar vb. STK’lar şeklinde örgütlenmiş olan din yobazları “samimi dindarlar”ı, sözde sol siyasi partiler, dernekler, sendikalar, vakıflar vb. STK’lar şeklinde örgütlenmiş olan Atatürkçülük yobazları da, özlerinde Kuva-yi milliye ruhunu taşımakta olan “samimi vatanseverler”i istismar ederek (ve onları adice kullanarak), birbirleri ile kavga halindedirler.
TÜRK MİLLETİNE KURULAN “28 ŞUBAT TUZAĞI”
“28 Şubat Dönemi”nde, devlet kurumlarının kahir ekseriyeti “Atatürkçülük yobazları”nın etkisiyle, dini siyasi malzeme yapmakta olan kesimlerin ortaya attıkları “başörtüsü” gibi aptalca bir mesele yüzünden, resmen adice uygulamalara girişmişlerdir. Giderek, yaygın toplumsal kavgaya dönüşen süreçte, özünde dinle pek alakası olmayan bazı tanınmış dürüst solcular dahi, devlet eliyle yürütülen o rezil uygulamalara, açıktan karşı çıktılar.
Toplumda ortaya çıkan yaygın tepkiyi kendi lehlerine bir etken olarak değerlendiren siyasal dinciler, yıllar yılı, içinde yetişmiş oldukları kadim dinci partilerinden ayrılarak, “gömlek değiştirdiler” ve AK Parti’yi kurdular. Başlangıçta, 1983’te Turgut Özal tarafından kurulan ANAP’ta olduğu gibi, toplumdaki tüm kesimleri kucaklayan AK Parti, zamanla, radikal bir dinci partiye dönüştü. Partinin lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın, geçmişte sık sık tekrar ettiği, “Demokrasi bizim için araçtır.” ve “Biz bağlı olduğumuz merkezden aldığımız talimatlar doğrultusunda, gerektiğinde papaz elbisesi de giyer, yolumuza devam ederiz.” vb. sözleri unutulmuştu!
“15 TEMMUZ” İHANETİ VE SONRASI
Her bakımdan ülkemize ve milletimize çok büyük zararları olan 15 Temmuz ihanetinin sadece Recep Tayyip Erdoğan’a akıl almayacak derecede büyük faydalar sağlamış olmasını unutmamak gerekiyor. Hemen herkese ve her yere zarar veren bir ihanet olayı, Erdoğan’ı her bakımdan ihya etmiştir!
İşte, 15 Temmuz rüzgarını arkasına alan Erdoğan için, artık, tereddüt edeceği hiçbir engel kalmadı. O da, ülkedeki tüm dinci oluşumları bünyesine katarak, pervasızca, Cumhuriyet’le kazanılan çağdaş değerleri yok etme uygulamalarını başlattı. Artık, yürürlükteki Anayasa’ya ve ceza yasalarına göre “ağır suç” olmasına rağmen, sokaklarda “Yaşasın şeriat” diye bağıran kalabalıklara polis korumaları sağlanıyor; ancak, hiçbir şiddet kullanmadan, ne kadar meşru olursa olsun herhangi bir toplumsal talebi dile getirenlere polis acımasızca saldırıyor, kabul edilemeyecek düzeyde ağır şekilde şiddet uyguluyor.
Ne yazık ki, bu noktada çok önemli bir tarihsel gerçeklik unutulmaktadır: Zulüm, asla payidar olamaz! Ve tarihte bilinen tüm zulüm dönemleri, zalimlerin hüsranları ile sona ermiştir.
ZULÜM, ADALET, ÖZGÜRLÜK!
Toplumsal hayatta zulmü önlemenin tek yolu, “adalet”tir. Devleti yönetenlerin en önemli ve hatta tek görevleri adaleti sağlamaktır. Devlet adaleti sağladığında, halk diğer her şeyi kendisi yapabilir. Ancak, adaleti sağlamanın tek yolu özgürlüktür; yani, toplumsal ve bireysel özgürlük. Ve özgürlüğün hem kaynağı ve hem de tek koruyucusu “basın özgürlüğü”dür. O nedenle, kendi çıkarları için adaleti tahrip eden devlet yöneticileri her şeyden evvel basın özgürlüğünü kısıtlamaya başlarlar ve nihayetinde de tamamen ortadan kaldırırlar. Basın özgürlüğünün zayıflatılması ile doğru orantılı olarak, zamanla tüm toplumsal ve bireysel özgürlükler ortadan kalkar; ve ülke, bir zulüm cehennemine dönüşür.
Toplumsal hayatın düzenli ve dengeli bir şekilde sürdürülebilmesi, insanların, gündelik olup-biten ve bir şekilde toplumu ilgilendiren her konuda, sağlıklı (zamanında, yeterince ve doğru) bilgi edinebilmelerine bağlıdır. Bu d, büyük ölçüde, gazete, radyo TV vb. gibi konvansiyonel medya organları ve günümüzde giderek önemi artmakta olan internet ortamındaki sosyal medya mecraları ile kısacası “basın” yoluyla mümkün olmaktadır.
Herkesin, toplumu ilgilendiren her konuda ve vazgeçilemez olarak;
- Zamanında (yani, olabildiğince kısa zaman içinde),
- Doğru ve
- Yeterli bilgiye ulaşma hakkı vardır.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ, HİÇBİR GEREKÇE İLE ENGELLENEMEZ!
Uluslararası hukukun genel ve temel kabullerine göre, bu hak, hiçbir sebeple ve hiçbir merci tarafından engellenemez ve kısıtlanamaz! Bunun için tüm dünyada, “basın özgürlüğü”nün, diğer tüm özgürlüklerden çok daha önemli ve öncelikli olduğu kabul edilir. Zira, basın özgürlüğünün olmadığı bir yerde, diğer özgürlüklerin hiçbirinden söz edilemez!
Gerek uluslararası hukukta ve gerekse ülkelerin kendi hukuk mevzuatlarında, basın özgürlüğünün sağlanması ve sürdürülebilmesi ile ilgili özel düzenlemeler söz konusudur. Bu düzenlemelerin bir diğer yönü ise, “basına sağlanan ayrıcalıkların kötüye kullanılmasının önlenmesi”ne dairdir. Bu kapsamda, hiç kimse, basın özgürlüğünü ve bunun için yürürlüğe konulan yasaları istismar ederek kişisel çıkar sağlayamaz ve topluma zarar verebilecek en küçük bir fiilde bulunamaz!
Ne var ki, gelişmemiş ülkelerde, şu ya da bu şekilde topluma karşı kullanabilecekleri belli birtakım “güçler”e sahip olan kişi ve kuruluşların (öyle, çok açıkça olmasa da), basın özgürlüğünü engelleme, istismar etme vb. topluma karşı kötü amaçlarla kullanmaları önlenememektedir. Siyasi ve/veya ekonomik güçlerini kullanarak, basın-yayın organlarını, halkın aleyhine kullananlara karşı etkili tedbirler alınamıyor.
HİÇ KİMSENİN, “HALKA YALAN SÖYLEME” HAKKI YOKTUR!
Gelişmiş ülkelerde, “halka karşı yalan söylemek”; ve aynı şekilde, kişilere ve resmi mercilere karşı yalan beyanda bulunmak da aynı şekilde çok ciddi bir suçtur. Halka, resmi mercilere ya da kişilere yalan söylediği yasal olarak kesinleşen kişilere, işlediği suça göre değişen, “medeni haklardan mahrumiyet” cezaları verilir. Eğer herhangi bir yalan, devlete ait iş ve işlemlerle ilgili konularda ve resmi sıfatları bulunan kişilerce söylenirse, cezası misliyle ağırlaştırılmaktadır.
Maalesef, birkaç istisna haricinde, ülkemizdeki konvansiyonel medya kuruluşlarının tamamına yakını, iktidar cenahı tarafından çok sıkı bir şekilde kontrol edilmektedir. Dahası, başta devletin siyasi yöneticileri olmak üzere, devletin en üst mercilerinde yer alan kişiler, hiçbir şekilde en küçük bir tereddüt bile etmeden ya yalan söylüyorlar ya da var olan bir gerçeği çarpıtarak, “resmi görüş” şeklinde halkı yanıltıyorlar. Bu konuda, ne yargı sistemi ne de RTÜK, kıllarını kıpırdatmıyorlar. Ama, o çok güvenilir olan yargımız, bir kadın gazetecinin evlilik haberlerine, anlaşılamayan bir sebeple yıldırım hızıyla “yayın yasağı” getirerek, halkın “haber alma hakkı”nı engelleyebiliyor!
SİYASİLER, HER SÖZLERİNE SAHİP ÇIKMAK ZORUNDADIRLAR!
Eskiden, devlet yönetimine ait halk tarafından bilinmesi gereken her türlü bilgiler, hem “resmi açıklamalar” ve hem de “siyasi konuşmalar”la, tereddütsüz olarak halka verilirdi. Siyasiler, ne zaman, nerede ve hangi vesile ile söylemiş olurlarsa olsunlar, ağızlarından çıkan her ifadeyi, sonuna kadar sahiplenirlerdi. Siyasilerin söz ve fiilleri, daima “kamusal” konular olarak kabul edilir ve yasalarla filan korunmazdı! Öyle ki, sıradan insanlara ait özel hayat konuları kanunla korunurken, siyasilere ait benzer hususlar, asla “özel” olarak kabul edilmezdi. Kısacası, siyasilerin ve toplumsal şöhretleri olan kişilerin “özel hayat” sınırları, sıradan insanlara göre son derece dar kabul edilirdi.
Çok ilginçtir ki, günümüzdeki siyasiler, hiçbir söylediklerine, daha sonraki zamanlarda, sahip çıkma ihtiyacı duymuyorlar. Evlere şenlik siyasilerimiz, bulundukları ortamlarda o andaki duruma göre kurdukları cümlelerin, adeta “o an ve o yer”le sınırlı kalmasını istiyor gibiler. İşin ilginç yanı, halk da bu konuda son derece umursamaz ve duyarsız davranıyor. Bir gün önce “ak” dediği bir şeye ertesi gün rahatlıkla “kara” diyebilen siyasilerin, “ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaları” gerekmiyor!
ADNAN MENDERES HAVALİMANI’NI KİM YAPTI?
Bu konuda, isterseniz, örneğimizi en tepeden verelim: İnternet ortamı, Erdoğan’ın pek çok konuda birbirlerinin zıddına söylediği sözlerinden geçilmiyor! Eminim, sizler çok daha fazlasını hatırlayacaksınız ama ben burada, sadece tek bir örnekle yetineceğim:
2018 Cumhurbaşkanlığı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri öncesinde, İzmir Gündoğdu meydanında, mitingde mealen, “Bugüne kadar İzmir’de bu şehre yakışacak bir havaalanı var mıydı? İşte bugün, parmakla gösterilen bir havaalanınız var.” diyerek, 1987 yılında Turgut Özal tarafından açılışı yapılan Adnan Menderes Havalimanı, sanki kendi dönemlerinde yapılmış gibi söz ediyor. Halbuki Adnan Menderes Havalimanı’a, AK Parti iktidarı döneminde, kayda değer ilave hiçbir şey yapılmış değildir. Balık baştan kokar misali, tepedeki böyle konuşunca alttakileri siz düşünün artık.