Cumhurbaşkanı Geçici Aday Listesi, 28 Mart 2023 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanacak ve bu listeye, ertesi gün saat 17:00’ye kadar itiraz edilebilecek. O listede eğer sayın Erdoğan’ın adı yer alır da (Anayasa’nın 101. ve 116. maddeleri uyarınca) itiraz eden olmazsa, muhalefeti ciddiye almaya gerek yoktur; oylarınızı doğrudan AK Partiye verin gitsin… Çünkü, Anayasa’nın 101. maddesindeki o cümle aynen şöyledir: “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” Ve Erdoğan da, ilki TBMM ve ikincisi halk tarafından olmak üzere, “iki defa” Cumhurbaşkanı seçilmiştir! Ama, eğer muhalefet buna itiraz eder de Yüksek Seçim Kurulu (YSK), bu itirazı reddedip, Anayasa’daki açık hükümlere rağmen, Erdoğan’ın adaylığını kesinleştirir ve ilan ederse, o zaman da muhalefetin seçime girmesine gerek yoktur. Anayasa’nın ihlal edildiği bir seçim, asla yasal ve meşru kabul edilemeyeceğinden, muhalefet, böyle bir durumda, “seçimlere katılmayı kabul ederek”, bu Anayasal gayrimeşruluğa ortak olmamalıdır!
DİPLOMA MESELESİ YİNE GÜNDEMDE
Diğer taraftan, 2014’ten bu yana bir türlü bir sonuca bağlanamayan Erdoğan’ın üniversite (4 yıllık lisans) diploması meselesi yeniden gündemdedir. YÖK eski Başkanı ve Erdoğan’ın eski avukatı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, geçen hafta içinde katıldığı bir TV canlı yayınında, Erdoğan’ın üniversite diploması konusunu araştırdığını ancak, “herhangi bir kayda ulaşamadığını” açıkladığına göre, muhalefetin bu konuyu derhal Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi gerekiyor! Ne var ki, 2014’te Erdoğan TBMM’de Cumhurbaşkanı seçilmek için aday olduğunda ayyuka çıkan diploma tartışmalarına rağmen, muhalefet konuyu mahkemeye götürmemekle, aslında, AK Parti ile bir tür “danışıklı dövüş” yapmıştı. Diploma konusunda, çok ilginç olan bir diğer detay şudur: Kendisi aleyhine yapılan hemen her yayına karşı, bugüne kadar yüzbinlerce dava açan Erdoğan’ın, diploma meselesine dayalı (birkaç tanesi kitap boyutunda) olan ağır eleştirilere karşı, tek bir dava açmaması da dikkat çeken bir durumdur.
Prof.Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın diploma konusundaki sözlerinden sonra, Marmara Üniversitesi Rektörlüğü ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından, birkaç gün önce yapılan konuyla ilgili açıklamalar ve “belge” denilerek dağıtılan görsellerin kamuoyunda yarattığı müspet ya da menfı etkiler konusuna girmeyeceğim; ancak, o açıklamaların (paylaşılan görsellerin, konuyla ilgili standart prosedürlere uygun olmaması nedeniyle), kamuoyu tarafından pek de inandırıcı bulunmadığını söyleyebiliriz..
DİPLOMA İLE İLGİLİ AÇIKLAMALAR PROBLEMLİ
Marmara Üniversitesi Rektörlüğü, 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri öncesinde de, Erdoğan’ın, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden, 1981-Şubat Döneminde mezun olduğuna dair, diploma benzeri bir görsel dağıtmıştı. Şimdi o görselle birlikte, “Diploma Defterinin” ve Mezunlar Listesinin de görselleri verildi; ancak, orada da, Cumhurbaşkanının adı sadece “Tayyip Erdoğan” şeklinde yazılmış! Yani, ilk adı olan “Recep” Mezunlar Listesinde yok! Ayrıca, adı, diğer isimlerle aynı hizada değil, sanki sonradan eklenmiş gibi…
1981 yılına ait o görsellerde Dekan olarak adı yer alan Prof. Dr. Ömer Faruk Batırel, 1982 yılında profesörlüğe yükselmiş ve aynı yıl Dekan olarak atanmış. O nedenle, 1981 yılının Şubat ayında, “profesör” ve “Dekan” unvanları ile imza atması mümkün değil. Üniversitelerde, diplomalar, “mezuniyet tarihinde görevde bulunan Dekanlar ve Rektörler” tarafından imzalanır. Bilahare, öğrencinin talebi olduğunda, imza karşılığında kendisine verilir ve bir daha da diploma düzenlenmez! Yani, diplomalar, mezuniyetten yıllar sonra (öğrencinin talep ettiği gün) düzenlenmez, hemen düzenlenir, imzalar tamamlanır ve öğrencinin dosyasına konur; öğrenci başvurduğunda da oradan çıkarılıp, imza karşılığında kendisine verilir! Kaybedilen diploma ise bir daha aynı şekilde düzenlenmez, yerine mühürlü resmi bir Dekanlık belgesi verilir.
Halbuki, internet ortamında iki farklı üniversite diploması ve bir de eski İstanbul İktisadi İdari İlimler Akademisi’ne bağlı “Ticari Bilimler Fakültesi”ne ait, mühürsüz bir Mezuniyet Belgesi dolaşmaktadır. Ne var ki, 1982 yılında Üniversitelere dönüştürülen eski akademilerdeki eğitim birimleri 2, 3 ve 4 yıllık “Yüksek Okul”lar şeklindedir; yani, akademilerde “Fakülte” yoktur. İstanbul İktisadi İdari İlimler Akademisi, 1982 yılında kurulan Marmara Üniversitesi’ne katılmış ve akademinin eskiden Yüksek Okul olan eğitim birimleri de ondan sonra Fakülteye dönüştürülmüştür.
DEVLETLER, “ANAYASA” İLE VAR OLURLAR
Burada 13 Mart’ta yayınlanan “Çiğnemek için, neden Anayasa’dan daha uygun bir şeyimiz yok?” başlıklı yazımızda, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili Anayasal engel konusu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştuk. Ne var ki, muhalefet 2014 ve 2018’de diploma meselesinin üzerine gitmediğinden, Erdoğan bugün de, Anayasa’nın, “bir kimsenin 3. kez Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği”ne dair 101. maddesine rağmen, adaylık başvurusunu yapmıştır. Muhtemelen bu başvuru (muhalefetin itirazı olur ya da olmaz), YSK tarafından kesinleştirilecek ve Erdoğan’ın adı da, Resmi Gazete’de yayınlanacak olan, Kesinleşmiş Adaylar Listesinde yer alacaktır.
Maalesef, bu, son derece açık bir Anayasa ihlalidir. Muhalefetin ve toplumun belli kesimlerinin bu ihlali görmezden gelmeleri ile bu mesele geçiştirilemez! Zira, seçimler tüm dünyanın gözleri önünde yapılmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti, bir “hukuk devleti” olduğu iddiasındadır! Hukuk devletlerinde, her şeyin üstünde olan, toplumsal eğilimler değil, “hukuk”tur. Devletlerde de, en üst hukuk metinleri Anayasalardır ve tüm diğer kanunların da, Anayasalara uyumlu olmaları zorunludur!
MİLLETVEKİLİ ADAYI YAPILACAK BAKANLARIN DURUMU
Diğer bir hukuksuzluk konusu ise, sayın Cumhurbaşkanının, “mevcut bakanların milletvekili adayı yapılacaklarına” dair açıklamasıdır. Zira, günümüzdeki bakanların tamamı, “atanmış kamu görevlileri”dirler. Yani, halihazırdaki görevlerine, halkın iradesi ile (“TBMM’de Güvenoyu alarak”) getirilmemişlerdir. Bakanların, “atanmış kamu görevlileri oldukları” hususu, Yargıtay içtihatları ile de sabittir. Bu durumda, milletvekili adayı olacak bakanların da, tüm diğer kamu görevlileri gibi, geçen 16 Mart akşamına kadar görevlerinden istifa etmeleri gerekiyordu!
Görünen o ki, bakanlar, hem milletvekili adayı, hem de görevlerine devam ediyor olacaklar. Yani, hem hükümet olarak seçim sürecini yürütecekler, hem de rakip siyasi partilerin adaylarına karşı mücadele edecekler! Eşitliğe aykırı olan böyle bir durumda, ister istemez, “bakanlarla ilgili bu istisna uygulamasının dayanağının ne olduğu” sorusu akla geliyor!
İTTİFAKLAR VE İKİLİ SİYASİ SİSTEM
Gelelim, seçimle ilgili ittifaklar meselesine… İlk olarak, 2018 seçimlerinde oluşan Cumhur İttifakı (AK Parti, MHP, BBP, Hüda-Par ve Y-RP) ve Millet İttifakı (CHP, İYİ Parti, SP, DP, DEVA, GP) bugün de karşı karşıyalar. Tabii bu ikisinin dışında, Ata İttifakı ve Sosyalist Güç Birliği vb. başka bazı ittifaklardan da söz ediliyor; ancak, bunların resmi durumları konusunda, henüz net bilgiler olmadığı gibi, seçim sonuçlarına dair kayda değer bir etkilerinin olmayacağı da açıktır.
Dünyanın, gelişmiş toplumlara sahip ülkelerinde genelde, “demokratlar” ve “cumhuriyetçiler” şeklinde adlandırılan, “ikili siyasi yapı”lar söz konusudur. Hukukun üstünlüğünün ve demokratik usullerin toplum tarafından içselleştirildiği bu gibi ülkelerde, ikili siyasi yapılar, adeta siyasi istikrarın da güvencesi gibidirler. Ne var ki, Türkiye gibi, toplumsal cehaletin yaygın olduğu ve kamusal işlerde, kararların, “cahil kesimlerin çoğunluk görüşleri” ile verildiği ülkelerde, siyasi eğilimlerin, akılcı ve sağlam dinamikleri yoktur. Çok basit ve çok küçük anlık menfaatler haricinde, kayda değer hiçbir parametresi bulunmayan ve çok büyük kesimi cahil olan insanlar, basit çıkarlarına göre davranırlar. Anlık kişisel menfaat saikiyle davranan insanlar, çıkarlarının üzerine dini ve milli meseleleri örterek, birbirleriyle (pek de etik olmayan usullerle) sert mücadelelere girerler. Bu durum ise, toplumda, fiilen keskin bölünmelere yol açar.
GEÇMİŞTEKİ DENEYİM VE GÜNÜMÜZDEKİ “İKİLİ SİYASİ SİSTEM”
Türkiye’de, çok partili sisteme geçilen 1946 yılından 1960 yılına kadar, “halkçılar” ve “demokratlar” şeklinde, oldukça sert bir toplumsal bölünme dönemi yaşanmıştır. Öyle ki, insanlar aynı camilere ve aynı kahvehanelere gitmez olmuşlar, birbirleri ile gündelik diyalogları dahi kesme noktasına gelmişlerdi. 1960 askeri darbesinden sonra, nispeten bir yumuşama olmuş ve zamanla, ülkede “çoklu siyasi sistem” hakim olmuştur. Görünen o ki, 2018’den sonra Türkiye, mahiyeti halk tarafından anlaşılamayan bazı güçler tarafından, giderek daha fazla “ikili siyasi sistem” yönünde ilerletilmektedir.
21 yıldır iktidarda bulunan AK Parti öncülüğündeki Cumhur İttifakı “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” adı altında, her şeyi tek bir şahsın uhdesinde toplayan ve kamu adına yasal denetimin mümkün olmadığı, “kuvvetler birliği”ne dayalı bir devlet yapısı öngörürken, Millet İttifakı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında, her anlamda kamusal denetime açık “kuvvetler ayrılığı”na dayanan bir rejim öngörmektedir. Ayrıca, ekonomi politikaları konusunda da, iki ittifak arasında taban tabana zıt sayılabilecek farklar söz konusudur. Cumhur İttifakı, dünyada henüz bir benzeri daha görülmemiş, tamamen kendine mahsus, “mahiyeti ve sistematiği ortaya konmamış” ilginç bir “heterodoks” ekonomi politikasında ısrar ederken, Millet İttifakı, mahiyeti ve sistematiği tüm dünya tarafından bilinmekte olan “ortodoks” ekonomi politikalarına dönülmesi gerektiğini savunuyor.
İKİ İTTİFAK ARASINDAKİ, EN CAN ALICI FARK
Bu iki ittifakın siyasi görüşleri arasında en can alıcı ve çok önemli fark ise şudur:
Cumhur İttifakı, artık kendilerinin de inkar etme ihtiyacı duymadıkları bir şekilde, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, İstiklal Savaşı’nı başlatan ve zaferle sonuçlandıran Cumhuriyetin kurucu kadroları ile bunların ortaya koydukları temel siyasi ilkelere, değerlere ve ölçülere radikal bir biçimde karşı çıkıyor. Henüz, hiçbir felsefi modeli ortaya konulmamış olan bir tür “Yeni Osmanlıcılık” söylemi ile halktan oy alabilmektedirler. Ülkemizdeki belli başlı dinci örgütlenmeleri çevresine toplayan Cumhur İttifakı, başta laiklik olmak üzere, çağdaş uygarlığın evrensel toplumsal ilkelerine ve değerlerine karşı, adeta savaş açmış gibidir.
Millet İttifakı ise, 1919’da ortaya çıkan Kuva-yı Milliye Ruhu’nu yeniden canlandırma ve başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri, ölçüleri ve değerleri ile insan hakları, özgürlük, adalet vb. gibi evrensel çağdaş insani değerlere sahip çıkma iddiasındadır. Ne var ki, 1950’den bu yana, dinci tarikat ve cemaatler ile siyasetçilerin belli bir kesimi tarafından, “laikliğin din düşmanlığı olduğu” anlatılagelmekte olan Türk toplumunda, bu çabanın yeterli desteği alabilmesi hiç de kolay görünmüyor!
TÜRKİYE, ÇOK CİDDİ BİR YOL AYRIMINDA BULUNUYOR!
Yukarıda da ifade edildiği üzere, kamusal konularda, halkın ekseriyetini oluşturan cahil ve fakir kesimlerin oyları ile belirlenecek olan yeni iktidar döneminde, Türkiye’nin, 21 yıldır yol almakta olduğu, laik Cumhuriyet karşıtı “Yeni Osmanlıcı” istikamette devam ile “cumhuriyete veda mı edeceği”ni, yoksa, bu istikametten, “çağdaş uygarlık yoluna mı döndürüleceği”ni, 14 Mayıs akşamı göreceğiz.
Ben şahsen, bu konuda kadınların oylarının etkili olacağını ümit etmek istiyorum. Zira, Cumhur İttifakı’nın bugün geldiği çizgi itibarı ile, “kadınların Cumhuriyet dönemindeki tüm kazanımlarının (hem de “din” adına) kadınların ellerinden alınacağı” artık açıkça görülmektedir. Umarım, kadınlarımız, sandık başına gittiklerinde, kendi hakları konusunda bir dönüm noktasında iken hangi yönde oy kullandıklarının bilincinde olurlar!