Tam üç haftadır, tüm millet olarak depremle yatıyor, depremle kalkıyoruz. 24 yıl önce 17 Ağustos 1999 Gölcük (7,4-18 bin 373 ölü; 48 bin 901 yaralı) ve 12 Kasım 1999 Düzce (7,2- 845 ölü ve 4 bin 948 yaralı) depremlerinden sonra da benzer durumları ve aynı duyguları yaşamıştık!
Peki, en küçük bir ders aldık mı? Elbette ki, HAYIR!
İyi de, NEDEN?
Başta deprem olmak üzere, orman yangınları, seller vb gibi, ülkemizi ve milletimizi ilgilendiren büyük felaketlerde, bulduğumuz birkaç “günah keçisi”ni suçluyoruz ve hep birlikte, işin içinden pür-ü pak sıyrılıyoruz!.. Ne âlâ memleket! Sonra da, eskiden olduğu gibi, her konuda bildiğimizi okumaya devam ediyoruz. Taa ki, bir sonraki benzer bir felaket gelinceye kadar!
MİLLET OLARAK HEPİMİZ AYNI DÜZEYDE HATALI VE SUÇLUYUZ
Eğer biz tüm millet olarak, neyin doğru ve neyin yanlış olduğu konusunda hakkı gözetiyor ve sağlam fikirler etrafında birleşiyor olsak, hiçbir kimse, bile-isteye yanlış bir şey yapamayacaktır. Devlet, herkesin başına bir polis koyacak değildir. Millet olarak, “toplum hayatının, ancak kurallarla mümkün olabileceğini”, hepimizin adam gibi kavraması, kabul etmesi ve benimsemesi gerekiyor.
Anlık durumlara ve o andaki “menfaat algımıza” göre toplumsal kuralları çiğneyerek, her seferinde geliyoruz, kafalarımızı sert kayalara çarparak yerlere seriliyoruz. Ne kadar ilginçtir ki, ayağa kalktıktan sonra, yine aynı şeyleri yaparak, aynı istikamette yolumuza devam ediyoruz. Yaşadığımız hiçbir felaket, bizim aklımızı başımıza getiremiyor! Baksanıza (hele daha eskilerini geçelim), Gölcük depreminden bu yana, çeyrek asırdır, irili-ufaklı olarak yaşamış olduğumuz depremleri, sanki hiç yaşamamışız gibi, bildiğimizi okumaya devam ediyoruz!
Şimdi, suçlamaya çalıştığımız birtakım kişiler, yaşadığımız depremle ilgili olarak gerçekten suçlu olsalar da, bu, bizim halk olarak masum olduğumuzu göstermez! Ve kuvvetle muhtemeldir ki, kısa bir süre sonra biz, millet olarak, yine eski bildiklerimizi okuyacağız ve bilimin gösterdiği gerçekleri hatırlatanları (bugüne kadar hep yaptığımız gibi), toplum olarak linç etmeye devam edeceğiz.
BALIKESİR’DE, “İMARA AÇILMASI MÜMKÜN OLMAYAN” YERLER
Mutlaka hatırlayanlarınız olacaktır, 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden sonra, ülke genelinde tüm belediyelere, yetki ve sorumluluk alanları ile ilgili “jeolojik deprem zemin etütleri yaptırma zorunluluğu” getirilmişti. Ayrıca, imar planları ve inşaat ruhsatları ile ilgili bir de “deprem yönetmeliği” yürürlüğe konulmuştu.
Balıkesir Belediyesi de o yıllarda, belediye sınırlarını kapsayan bölgeyle ilgili “jeolojik deprem zemin etütleri” işini, İstanbul Teknik Üniversitesi(İTÜ)’ne ihale etmiş, İTÜ ekibi de, çalışmalarını 2006 yılında tamamlayarak, Balıkesir Belediyesi’ne göndermişti. Bendeniz o dönemde, Balıkesir Belediye Başkan Yardımcısı görevinde bulunuyordum. Söz konusu raporla ilgili, birkaç yönetim toplantısı yapıldı; rapor defalarca, enine-boyuna tartışıldı. Raporun, halkı en çok ilgilendiren bölümü, Balıkesir şehir merkezinde, “imara açılması mümkün değildir” denen ve sınırları kırmızı bir çizgi ile belirtilen haritanın altındaki teknik bilgilerdi. Şehrin doğu tarafında, güneyde Çayırhisar köyünden başlayarak, kuzeye doğru Paşaalanı, Bahçelievler, H.B.Çantay, Gündoğan, Gümüşçeşme ve Paşaalanı mahallelerini kapsayan bölge, “imara açılması mümkün değildir” denilerek, işaretlenmişti.
O toplantılarda, bir dizi teknik tedbirin yanısıra, “halkın rapor hakkında bilgilendirilmesi”ne de karar verilmişti. Bu görev, Başkan tarafından, doğrudan bana tevdi edilmişti. Ben de, rapor üzerinde günlerce çalıştıktan ve beni aşan teknik konularda mimar ve mühendis arkadaşlardan da yardım aldıktan sonra, yayını yaklaşık 3 hafta süren 13 adet açıklama metni hazırladım. Bu açıklamaların Belediye adına yerel basında yayınlanmasını sağladım; ayrıca, o dönemdeki Belediye Başkanımız rahmetli Sabri Uğur da, yerel bir TV kanalında, ardı ardına gerçekleştirilen birkaç canlı yayında, konuyu olabildiğince ayrıntılı olarak halka anlattı.
İTÜ raporundaki hartada kırmızı çizgi içine alınan bölgenin imara açılmasını imkansız hale getiren sebepler olarak, başlıca üç madde belirtiliyordu:
- Yumuşak toprak derinliği çok fazla (bölge genelinde yer yer 100 metreyi de aşan, ortalama 35 metre),
- Yüzey suları yüzeye çok yakın (zeminin ortalama 2,5 metre altında),
- Tüm bölge, Birinci Sınıf Tarım Arazisi…
ARSA VE DAİRE FİYATLARINDA AKIL ALMAZ PATLAMA
Belediyede, İTÜ zemin etüt raporunu görüştüğümüz günlerde, örneğin Bahçelievler mahallesinde yapılaşma oranı, sadece %30-35 civarındaydı; yani, Bahçelievler’in 3’te 2’si boştu! Bizim, halkı bilgilendirme amaçlı o açıklamalarımızdan sonra, Bahçelievler ve Paşaalanı başta olmak üzere, tüm o mahallelerde, emlak fiyatlarında, akıl almayacak düzeyde, ani bir patlama meydana geldi. Birkaç ay içinde arsa ve daire fiyatları birkaç misli katlanarak yükselmeye başladı. Ve aradan geçen 15 yıl içinde bu mahallelerde, artık tek bir çivi çakacak yer kalmadığı gibi, emlak fiyatları da, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi metropollerde yaşayanları bile şaşırtacak seviyelerde, zirvede bulunuyor. Şimdi, bu fiyat artışları ile ilgili olarak kimi suçlayacağız?
Bu bölgede yapılacak binaların temellerinin (mutlaka radye temel), yumuşak toprak katmanı altındaki “sert zemin”le ilişkilendirilmesi gerekiyor ki, bu da ancak “fore kazık” denen, sert zeminin ne kadar derinde olduğuna ve üzerine yapılacak binanın kat sayısına göre değişen kalınlıklarda ve ancak, çapları bir metreyi aşan beton-çelik yapı elemanları ile mümkün. Bugün Balıkesir’de, temelleri fore kazık üzerine oturtulmuş, bildiğiniz kaç bina var acaba?
Bundan tam 125 yıl önce (29 Ocak 1898 tarihinde) meydana gelen büyük Balıkesir depreminde (7,0), tarihi Saat Kulesi dahil, şehir tamamen yıkılmış, Zağnospaşa Camisi’nin de kubbesi çökmüş… Balıkesir’in üzerinde yer aldığı fay hattında, o günden bu yana (ufak-tefek bazı sarsıntıları saymazsak), kayda değer hiç deprem olmamış; bu ise, bu fay hattında, 7’nin üzerinde deprem üretebilecek, tehlikeli bir enerji birikimine işaret ediyor. Hem zaten, son yıllarda, konunun otoritesi olan bilim adamları da, ısrarla bizi bu konuda uyarıyorlar. Peki, Balıkesirliler olarak, tüm bu uyarılar bizim umurumuzda mı? Ne yazık ki değil!
Allah göstermesin tabii… Ama, bilimsel araştırmaların gösterdiği gerçekler de ortada! Muhtemel 7’nin üzerindeki herhangi bir depremde, Balıkesir’de, yukarıda sözünü ettiğimiz mahallelerde, mevcut binaların hiçbirinin, ayakta kalabilmeleri mümkün olmayacaktır. Hiçbir tartışma götürmeyecek böyle bir gerçeğe rağmen, acaba neden (hem de akıl alamaz paralar dökerek), bu bölgelerde inşaatlar yapıyoruz ve daireler satın alıyoruz? Yarın, olması kuvvetle muhtemel depremde, tüm bu semtlerdeki haddinden pahalı binaların tamamı yerle bir olduğunda da, tıpkı 1999’da ve bugün yaptığımız gibi, sadece belediyeleri ve diğer bazı devlet yetkililerini mi suçlayacağız? Böyle yaptığımızda, muhtemel can ve mal kayıplarının önüne geçmiş mi olacağız?
PEKİ, BALIKESİR NE YAPMALI?
Balıkesir Büyükşehir Belediyesi, derhal bu konuda olabildiğince kararlı bir irade ortaya koyarak, “özel ve çok güçlü” bir birim kurmalı ve devletin merkezi yönetimi (yani hükumet) ile işbirliği yaparak, üç koldan hummalı bir çalışma başlatmalıdır:
- İTÜ gibi, jeoloji alanından güçlü akademik kadrolara sahip bir üniversite ile işbirliği yapılarak, bu birimin personeli, Balıkesir il sınırlarını kapsayan fay hatları konusunda eğitilmeli ve azami ölçüde bilgilendirilmelidir.
- Balıkesir’de bina yapımıyla ilgili teknik standartlar ve kurallar (binaların yapılacağı zeminlerin jeolojik alt yapılarının gerektirdiği şekilde) yeniden belirlenerek, uygulamaya konmalı; halka da bu konuda sürekli olarak, olabildiğince ayrıntılı bilgileri verilmelidir.
- İl genelinde mevcut tüm binalar teknik olarak incelenmeli ve binaların “teknik kimlik dosyaları” oluşturulmalı, kullanımı uygun olmayan binaların yıkılarak yenilenmesi için, hızla özel bir program yürürlüğe konulmalıdır.
Bu işin püf noktası, yeni yürürlüğe konacak “bina yapım standartlarından ve kuralları”ndan, “hiçbir şekilde, hiçbir kimseye ve hiçbir sebeple” en küçük bir tavizin verilmemesidir. Zira, bina yapımında verilecek en küçük bir tavizde, bu sistem işlevini kaybeder, dejenere olur ve ahlaksız bina sahipleri, müteahhitler ve resmi yetkililer için, son derece elverişli “istismar ve rant mekanizması”na dönüşerek, gelecekteki felaketlerin zeminini hazırlar.
Peki, Balıkesir halkı olarak biz, bu konuda, devlet ve belediye yetkililerini bilimsel gerekliliklere ve yasayla konmuş olan kurallara uymaya mecbur bırakacak toplumsal bir kararlık ortaya koyabilecek miyiz? Yoksa, bilime kulaklarımızı tıkayıp, bugüne kadar yaptığımız gibi, siyasetçi dediğimiz birtakım çapsız palavracılara ve çakallara prim vermeye devam mı edeceğiz?
Bakalım zaman neyi gösterecek?