Esasen, partiler ve kişiler bağlamında siyaset üzerine yazmak ve konuşmak âdetim de, umurum da değil. Ancak, iktidarı ve muhalefeti ile her iki ittifakın da, adeta birbirleri ile yarışırcasına, “HDP’yi Türk siyasetinin kilit partisi” haline getirme gayreti içinde olmalarına, fena halde canım sıkılıyor!
Aylardır, çeşitli kamuoyu araştırma şirketlerinin aylık raporları, sürekli olarak, HDP’nin, önümüzdeki seçimlerde “kilit parti” olacağını gösteriyor! Yani, 2023 seçimlerinde, “kazanacak olan taraf”ı HDP belirleyecek! Maalesef, HDP de (az da olsa), sürekli olarak oy oranını yükselterek, bu pozisyonunu gayet başarılı bir şekilde değerlendiriyor. Görünen o ki, sözüm ona bölücülüğe karşı olduklarını iddia eden siyasetçiler ise, bu durumdan hiç de rahatsız değiller!
BU NE PERHİZ, BU NE LAHANA TURŞUSU
Kendi ittifaklarına dahil olmayanların HDP ile görüşmelerini, şiddetli bir şekilde “teröre destek vermek”le suçlayan iktidar cenahı, TBMM gündeminde olan Anayasa değişikliği meselesinde, destek istemek üzere, HDP’ye heyet halinde bir ziyarette bulunuyor. Bu durumda da, karşı taraf haklı olarak, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sorma hakkına sahip oluyor!
Önce şu Cumhur İttifakı cenahına sormak lazım: “Eğer HDP, PKK’nın siyasi uzantısı ve bölücü teröre destek veren bir parti ise, acaba neden yapılması gerekeni yapmıyorsunuz? Yok, eğer HDP, PKK’nın siyasi uzantısı ve bölücü teröre destek veren bir parti değilse, neden iftira ediyorsunuz?”
Halkın, tıpkı 1950’li yıllarda olduğu gibi, “birbirlerine adeta düşman kesilen”, karşılıklı iki kampa bölünmesinde, sorumluluk büyük ölçüde Cumhur İtifakı’ndadır! Ne var ki, Millet İttifakı da, bu konuda rakip taraftan geri kalmıyor! Kısacası, ilk, orta ve lise öğrencilerinin okul pikniklerinde oynadıkları “karşılıklı halat çekme” oyununda olduğu gibi, Türk siyaseti de, ülkeyi iki kampa bölmüşler, adeta aralarında halat çekme oyunu oynuyor gibiler. Her iki taraf da, karşı tarafı kendine çekme gayreti içindeyken, akıllarına “halatın kopabileceği” gelmiyor! Günümüz siyasi taraflarının durumları, var güçleri ile halatı iki taraftan çeken öğrencilerin, halatın kopması halinde düşecekleri durumdan farklı değil halbuki.
2023’TE KİMİN KAZANACAĞINA, HDP Mİ KARAR VERECEK?
2023 seçimleri ile ilgili olarak, en başta, bu halat çekme oyununa katılmayıp dışarıdan seyreden HDP’nin, her iki tarafla da, perde arkasında pazarlık yapmakta olduğu gayet açıktır. İşte, HDP’nin, bu pazarlıkların sonucuna göre yapacağı tercih, kazanan tarafı belirleyecektir. Ki, bu da, ülkemizin geleceği bakımından, hiç de hayra alamet bir durum değildir!
Ne yazık ki, gözlerinin, kendi menfaatlerinden başka hiçbir şeyi görmediği gayet açık olan Ankara’daki Siyaset Baronlarının hırslarını, ancak “kendi tabanlarından gelecek tepkiler” engelleyebilir. Bu bakımdan, her iki ittifaka mensup partilerin tabanlarının, tepedekilerin yarattığı bu sun’î ayrıştırmayı ve kamplaştırmayı reddederek, bu oyunu bozmaları gerekiyor. Zira, bu yapılamadığı takdirde, 2023’teki seçimlerin sonuçlarını, HDP, hem de tek başına belirleyecektir. Ve biz, HDP’nin o kazanacak olan taraftan hangi tavizleri aldığını hiç bilmeyeceğiz! Eğer biz millet olarak, zaten buna rıza gösteriyorsak, o zaman, düşman kamplara bölünmenin mantığı ve anlamı nedir?
Ne yazık ki, kulakları ve gözleri, her gün yüzyüze bulundukları parti tabanından gelen seslere açık olması gereken, yereldeki Siyaset Kâhyaları, sadece, Ankara’daki kendi Baronlarından gelen talimatlara göre halkı yönlendirme görevi yapıyorlar. Kısacası, siyasetin suyunu, büyük güç ve eforlar sarf ederek, tersine akıtıyorlar ve bunun maliyetini de, ekonomik kriz, yüksek enflasyon, devasa boyutlara ulaşan dış borçlar şeklinde, sürekli olarak millete ödetiyorlar!
OSMANLI DEVLETİ’NİN BATMASINDA DIŞ BORÇLARIN ETKİSİ
Osmanlı devleti,1854 yılından (ilk borç İngiltere’den) 1914 yılına kadar geçen 60 yıl içinde, tam 41 kez dış borç almış ve bunları ödeyememiştir. Bu nedenle, 1875 yılında (06, 07 ve 10 Ekim Kararnameleri), resmen moratoryum (yani, “devlet iflası”) ilan ettiğini ve [II.Abdülhamit tarafından 1881 yılında kurulan Düyûn-u Umûmiye İdaresi’ne (alacaklı ülke temsilcileri tarafından halktan vergi toplayan “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi”) rağmen] verdikleri borçların ödenmeyeceğini gören alacaklı ülkelerin, bir tür “haciz işlemi” gibi, 1914-1919 yılları arasında, Osmanlı topraklarına yönelik işgal girişimleri başlattıklarını unutmayalım!..
I. Dünya Savaşı, bir açıdan Osmanlı devletinden alacaklı olan ülkeler arasında, “istedikleri payları alabilme kavgası”dır. Her iki taraf da, Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerine göz diktiklerinden ve bu konuda anlaşamadıklarından, aralarında savaş çıktı ve Osmanlı devleti de bu taraflardan birinin (Almanya’nın) yanında yer aldı. Eğer savaşı, Osmanlı devletinin bulunduğu taraf kazansaydı ne olurdu, bunu bilemem; ancak Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu “İttifak devletleri” savaşı kaybetti ve bu ittifakın diğer devletlerinin topraklarına müdahale olmazken, sadece Osmanlı Devletinin toprakları, galip devletler (İtilaf Devletleri) arasında paylaşıldı! Ve biz de, akabinde başlattığımız İstiklal Savaşı’nın kazanarak, ancak bugünkü Türkiye’yi kurtarabildik!
GELELİM, BUGÜNKÜ TÜRKİYE’NİN, DIŞ BORÇ/GSMH DENGESİZLİĞİNE!
Bunları neden anlatıyoruz? Türkiye’nin “Dış Borç/GSMH” dengesine baktığımızda; örneğin 1983 yılında (yani, 40 yıl önce, ANAP iktidara geldiğinde), sadece 20,3 milyar Dolar brüt dış borcu olan Türkiye’nin, GSMH (Gayri Safi Mili Hasıla) toplamı 210 milyar Dolar (yani, dış borcun yaklaşık 11 katı) seviyelerindeydi. 2021 yılı sonu itibarı ile (Hazine garantili özel sektör borçları hariç) devletin resmi dış borç toplamı, resmi kaynaklara göre, 450 milyar Dolar düzeylerindedir. Hazine garantisi verilen özel sektör dış borçlarının, gerçekte ne kadar olduğuna dair, elde resmi bir bilgi maalesef yoktur; bu konudaki “en iyimser” tahmin ise, 600 milyar Doların üzerinde olduğu şeklindedir! Tüm bu borç rakamlarına, “müşteri garantili” Yap-İşlet-Devret Projeleri için, devletin yapacağı döviz cinsinden ödemeler dahil değildir.
Bugün, nihai toplamda, bir trilyon Doların hayli üzerinde bir dış borç yükü altında bulunan Türkiye’nin, geçen yılki (2021) GSMH rakamı, TÜİK’e göre yaklaşık 400 milyar Dolar (7 trilyon 141 milyar 887 milyon 817 bin TL). Kısacası, Türkiye’nin dış borç toplamı, yıllık GSMH rakamının, yaklaşık 3 katına çıktığı anlaşılıyor! Bu, ülkemizin, mevcut ekonomik üretkenlik potansiyelinin (1983 yılına göre iki misli artmış olmasına rağmen), dış borçlar karşısında, yaklaşık 30 kat küçüldüğünü gösteriyor! Bu hesaba, 1983’ten 2021 sonuna kadar olan nüfus artışını da dahil edersek, Türkiye ekonomisi bugün, 40 yıl öncesine kıyasla, yaklaşık 40 kat küçülmüştür. Ne yazık ki, dış borca dayalı “ekonomik büyüme” masalları ile halkımız ayakta uyutuluyor!
Açıkçası, Türkiye bu hesapla nereye kadar gidebilir, bunu bilmek mümkün görünmüyor! Bu ülke, mevcut üretim kapasitesi ile halihazırdaki dış borçlarını ödeyemez! Nedense, hiç kimse, işin bu tarafını ve ekonomik açıdan yakın geleceğimizi düşünmüyor sanki!
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DIŞ BORÇ SERÜVENİ
Tüm bunları, Türkiye’nin, artık taşıyabileceğinin çok üzerinde bir dış borç yükü altına sokulduğuna ve bu işlerde sorumluluğu bulunanların, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi gündelik polemiklerle vakit öldürmekte olduklarına dikkat çekmek için anlatıyoruz. Dün olduğu gibi, bugün de, dünya politikalarında etkili olan ülkeler için, bulunduğu jeopolitik konumu sebebiyle, güçlü bir Türkiye son derece büyük bir problemdir. Bu nedenle, Türkiye’nin güçlenmemesi ve var olan gücünün zayıflatılması, o devletler için vaz geçilemeyecek bir keyfiyettir. Türkiye’yi yönetenlerin de, hiçbir zaman bu gerçeği göz önünden ayırmamaları gerekiyor.
1924 yılında, Lozan’da İngiltere Başbakanı D.Lloyd George, Türk heyeti başkanı İsmet İnönü’ye, “Burada bizim istediklerimizin hiçbirini vermediniz. Ama, ülkeniz harap vaziyette. Kalkınmak için nasıl olsa bize geleceksiniz ve para ve teknoloji taleplerinde bulunacaksınız. İşte biz, o zaman, bugün burada bizden aldıklarınızı sizden geri alacağız.” diyor. İnönü, Ankara’ya dönüşünde bunu mecliste anlatıyor. Ve o gün o meclis, ne pahasına olursa olsun dışarıdan borç almamayı, “temel siyasi bir ilke” olarak belirliyor!
Ne var ki, gerek 1929-1932 Dünya ekonomik krizi ve sonra da 1939-1945 yılları arasında 6 yıl devam eden II. Dünya Savaşı’nın yarattığı olumsuz ekonomik şartlardan etkilenen Türkiye, 1947’de Marshall Fonu’na borç başvurusunda bulunuyor. Ülkemizde, “Marshall Yardımı” olarak bilinen o para, Türkiye’ye 1950 yılında, Adnan Menderes döneminde geliyor. Türkiye’nin, 1950’den sonra yaptığı borç anlaşmaları yürek yakıcı hükümlere bağlanmış ve bunlar, o borçları alan iktidarlar tarafından, maalesef halktan gizlenmiştir. Keşke, Türkiye’yi ağır ekonomik ve siyasi yükümlülükler altına sokan tüm o borç anlaşmalarını, çıkıp halka birileri anlatsa!..
MEVCUT SİYASETÇİLERLE İŞİMİZ ÇOK ZOR!
Gerek ekonomik ve gerekse siyasi bakımlardan, ülkemizin halihazırda karşı karşıya bulunduğu iç ve dış şartlar, iktidarların “milli birliği temsil” bakımından olabildiğince güçlü olmasını gerektiriyorken, bugünkü siyasi manzara, hiçbir hal ve şart altında kabul edilebilir değildir!
Gelecek seçimlerin kaderini HDP’nin eline bırakan ve hatta siyasi şartları o yönde geliştirenlere, birilerinin, etkili bir şekilde “dur” demesi gerekiyor! Bu güç ise, ancak milletin bağrından çıkabilir! Temel yöntemleri toplumsal kamplaşmaya dayanan bu siyasilerle, ülke olarak işimiz çok zor…
Cenab-ı Allah encamımızı hayreylesin…