Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un (1908-1970) 1943 yılında yayınlanan bir makalesinde ortaya attığı “İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi”nde, insanların “ihtiyaç” konusundaki öncelikleri,
- Fizyolojik İhtiyaçlar (beslenme, uyku, sağlık, giyinme, barınma, cinsellik vb),
- Güvenlik İhtiyaçları (bedensel, iş, ahlâk, aile, sağlık, mülkiyet vb),
- Sosyal İhtiyaçlar (aidiyet ve sevgi, arkadaşlık, özel hayatın mahremiyet vb),
- Değer İhtiyaçları (özsaygı, özgüven, başarı, başkaları tarafından saygı duyulmak vb),
- Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçları (erdemlilik, yaratıcılık, samimiyet, gerçeklerle yüzleşmek vb)
şeklinde, başlıca 5 ana kademeye ayrılıyor. Buna göre, insanların ihtiyaç duydukları ilk şey, “temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayabilmek”tir. Öncelikle “temel ihtiyaçlar” karşılanabilmelidir ki, sonrasında, sırasıyla, “üst kademeler”deki diğer ihtiyaçlar düşünülebilsin…
MASLOW’UN KADEMELERİNİ, YUKARIYA DOĞRU ÇIKMAK!
Elbette, toplumlarda, bireysel olarak insanlar, hep aynı kademelerde olmayacaklardır. Ancak, toplumun seviyesini (gelişmişliğini ya da geri kalmışlığını), insanların çoğunluğunun bulundukları kategori belirliyor! Bu açıdan bakıldığında, biz Balıkesirliler, ağırlıklı olarak, henüz, ilk üç kademe içinde dönüp duruyor gibiyiz.
İşlerimiz dışında yaptığımız özel sohbetlerdeki başlıca konularımıza bir bakalım! Yani, dostlarımızla bir araya geldiğimizde, acaba aramızda neler konuşuyoruz? Yukarıda maddeler halinde sıraladığımız kategorilerden, 4. ve 5. kategorilere girebilecek konulardan, özel sohbetlerimizde ne kadar söz ediyoruz? Ben şahsen 18 yıldır aralıksız Balıkesir merkezde yaşıyorum, bu konuda hiçbir bilgim yok. Şahsen ben, bazen bu tür konulardan söz etmeye kalktığımda, hemen herkesin sıkılıp mevzuyu değiştirdiğine tanık oluyorum. Sohbet konularımızın kahir ekseriyeti, maalesef, henüz beslenme, uyku, sağlık, giyinme, barınma, cinsellik vb gibi temel fizyolojik ihtiyaçların üzerine çık(a)mıyor! Bu da demek oluyor ki, biz Balıkesir’de henüz, “var olmak”la ilgili sorunlarımızı çözebilmiş değiliz.
TOPLUMSAL ÇÜRÜMEYE GİDİŞ, NEDEN FARK EDİLEMEZ?
Bizim “var olma mücadelesi”nden ibaret olan hayatımızı sürdürmekte olduğumuz ortamlar, sürekli olarak, bizim dışımızdakiler tarafından (yeni icatlar ve sistemlerle) değiştirildiğinden, bir türlü diğer üst kademelerdeki ihtiyaçlara doğru ilerleyemiyoruz. Ne var ki, arkamızdan gelmekte olan yeni nesiller için, bizim yaşadığımız şartlar hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Ne yazık ki, yaşamakta olduğumuz ortamdan çıkamadığımızdan, aslında bu ortam, artık içinde yaşanamayacak kadar çürümeye başlıyor. Ne var ki, bu süreç ağır işlediğinden biz bu çürümüşlüğü “normal ve doğal” bir durum zannediyoruz!
Hani, bir kurbağa hikayesi vardır: Adam kurbağayı önce sıcak bir suya atar, ancak kurbağa hızla dışarıya fırlar. Sonra, kurbağayı soğuk suya koyar. Kendisini rahatsız eden bir şey olmadığından, hayvan su içinde kalmaya devam eder. Ancak, adam bu sefer suyun altını yakar ve “yeterince ağır bir şekilde”, suyu ısıtmaya başlar… Aradan bir zaman geçer, su hayli derecede ısınmıştır, ama kurbağada hiçbir hareket yoktur. Bir süre sonra da su kaynamaya başlar, ancak kurbağada, kendisini dışarı atmak için hiçbir hareket görülmez ve sonunda haşlanarak ölür. Bilmem, ülke genelinde durum nasıl; ama, Balıkesir’de hal ve gidiş, aşağı-yukarı böyledir.
HAREKET VE DEĞİŞİM DURDURULAMAZ!
Evrende, anlı ya da cansız, tüm varlıklar için geçerli ve “zorunlu” olan tek özellik “hareket ve değişim”dir! Hareketsizlik, fıtrata (yani, yaratılışa) uymaz! Ancak, her varlık için, bizim, bilimde “doğa kanunları” dediğimiz kurallar, ölçüler ve ilkeler vardır ve her varlığa mahsus hareketin muhtevası ve hızı bunlara göredir. Doğa kanunlarına uymayan davranışlar, sadece “insan” denen, varlıklar içinde “akıl” ve bireysel “irade” gücüne sahip olan varlığa mahsus bir durumdur.
İnsanlar, maalesef kendi yaratılışlarına uymayan tutum ve davranışlarla, kendileri için olması gereken hareketin ve değişimin doğasını bozuyorlar. Ve sonunda, hem yaşamakta oldukları doğal ortamlarda, hem de bireysel hayatlarında birtakım olumsuzluklar ortaya çıkmaya başlıyor; sonra da bunlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar ve bu mücadelede, aslında hayatlarını harcıyorlar.
Eğer ölüm olmasaydı ve arkadan yeni nesiller gelmeseydi, belki bu kadar çalışmaya ve bilimle ilgilenmeye de gerek kalmayacaktı. Ne var ki, hayatın döngüsü bu ve hiçbir şekilde önlenemeyen hareket nedeniyle, “değişim” kaçınılmaz oluyor! Akıl ve irade sahibi olan insan, işte bu değişimi olumlu yönde yönetmekle mükellef olduğunu pek düşünmüyor! Değişim süreçleri doğru yönetilemediğinde, hareket kısa zamanda kısır-döngüye dönüşür ve bir süre sonra da toplumsal çürüme başlar. Ne yazık ki bizler, çoğu zaman, tıpkı o kurbağa gibi sonu yok olmak olan o gidişatın pek farkında olamıyoruz. İşte tam bu noktada, bilimin ve bilim adamalarının önemi ortaya çıkıyor. Hz.Peygamber bir hadislerinde, “Benim varislerim, sadece ümmetimin âlimleridir.” diyor ve biz de, güya O’nun ümmetiyiz; ancak, ilimle de âlimlerle de ilgilendiğimiz yok!
DÜŞÜNCE, HAYAL VE İLHAMIN GÜCÜ
Aslında, içgüdülerimizle yaptığımı irade dışı davranışlarımızı bir tarafa bırakırsak, insan iradesi ile meydana gelen davranışların ana kaynağı “düşünce”dir; yani, insan önce düşünür sonra da o düşünceye göre bir hareket yapar. Gündelik yaşamsal hareketler, çoğu zaman alışkanlıklar şeklinde olur; yani, bir “düşünce ürünü” olmayabilir. “Düşünmek”, bir yerde beynimizin bir fonksiyonudur ve bir anlamda, o da bir hareket şeklidir. Eğer “düşünme” eylemi bir sisteme oturtulamazsa, pozitif yönde iradî bir hareket ortaya çıkarılamaz! Bu nedenle, bilimsel üretim için, mutlaka “sistemli düşünmek” gerekiyor.
Benzer bir durum, “sanat” için de geçerlidir. Sanatın kaynağı, bilindiği üzere, “hayal ve ilham”dır. Hayal kısmen iradeye bağlı bir husus olsa da, ilham tamamen irade dışı bir mazhariyettir. Ancak, eğer sistemli düşünme kabiliyeti gelişmemişse, yani hayaller ve ilham sistemli bir şekilde üretime (resime, heykele, müziğe, dansa vb) inkılab ettirilemezse, topluma yönelik bir faydadan da söz edemeyiz.
TOPLUM OLARAK, KENDİ AYDINLARIMIZA SAYGI DUYMUYORUZ!
İşte, tüm bunların toplum tarafından belli bir düzeyde anlaşılması ve kavranması gerekiyor. Bunlar kavranılamadığında, insanlar, hem bireysel hem de toplumsal olarak hayatlarını, Maslow’un hiyerarşisindeki o ilk birkaç basamağın üzerine çıkaramıyorlar.
Elbette ki, bu gibi mevzuların halkın her kesimi tarafından bilinmesi söz konusu olamaz; ancak, halkın önünü aydınlatması gereken aydınların bu hususlarla yeterince meşgul olmaları ve halkın da, kendi aydınlarına kulak vermesi gerekiyor. Yoksa, gündelik hayatla ilgili olarak, aydınların da kendileri gibi olmalarını beklemek ve talep etmek, hiç de doğru bir tutum değildir; ki, bizim milletimizin yüzyıllardır kurtulamadığı hastalıklardan bir budur.
Adam kendisi, örneğin Fazı Say gibi piyano çalamaz, beste yapamaz ve bu onun için sorun değildir; ama, gündelik herhangi bir konuda Fazıl Say’ın da, tamamen kendisi gibi düşünmesini ve davranmasını bekler. Adamın farklı bir ifadesi ya da davranışı olursa, onu linç etmeye kalkar! Bu toplumsal davranış, maalesef her zaman böyle oluyor ve neticede, toplum olarak biz kendi bilim adamlarımızdan ve sanatçılarımızdan istifade edemez hale geliyoruz; ve çoğu da ülkeyi terk edip gidiyor…
TOPLUMLARIN BİRBİRLERİ İLE MÜCADELESİ VE REKABETİ
Toplumlar, birbirleri ile sahip oldukları aydın kadroları vasıtası ile rekabet ve mücadele ederler. Toplumlar arasındaki en ileri düzeyde ve süresiz ilişkiler, sahip oldukları aydın kadrolar arasındaki ilişkilerdir. Yani, devlet adamları arasındaki ilişkiler, konjonktür sebebiyle devletler açısından ne kadar önemli olsa da, toplumlar için, aydınlar arasındaki ilişkiler kadar önemli ve “kalıcı” sonuçlar doğurmaz… Bu durum, ülke içindeki ilişkiler bakımından da böyledir. Örneğin, herhangi bir seçilmiş siyasi yetkili ya da atanmış bir devlet görevlisinin yaptıkları işler, o günün şartlarında ne derece önemli ve öncelikli olsa da, o toplumda yetişmiş olan bilim adamlarının ve sanatçıların yaptıklarını üzerinde olamaz.
Ne derece doğru olduğundan pek emin değilim; ancak, Balıkesir’in, genelde eğitim bakımından oldukça iyi bir düzeyde bulunduğu kabul edilir. Ne var ki, bunun, toplumsal hayatımıza yansıdığı söylenemez. Balıkesir’in aydın insanları ile halkın neredeyse hiçbir alakası yoktur; onlar, zaman zaman kendi aralarında bir araya gelirler, birlikte birtakım şeyler yaparlar, o kadar. Yani, aydınlardan halka yönelik bir etkiden söz etmek zordur. Halk, her şeyi, babasından ve dedesinden gördüğü gibi yapmaya devam eder, yapacağı işlerde kendi aydınlarından yararlanmayı aklına bile getirmez! Halbuki, insan hayatının en temel özelliği “değişim”dir! Tabii, değişimin daima pozitif yönde olmasının da tek şartı, aydınların öncülüğünde olmasıdır.
Kısacası, yoları kendi aydınları tarafından aydınlatılmayan toplumların gelecekleri konusunda akıl yürütmek mümkün olmaz!
Kalın sağlıcakla…