İnsanlara, “din” adı altında, “otoriteye (güce) tâbi olma”yı empoze eden Emevi siyasi saltanat ideolojisi, bugün, adlarına “İslam ülkesi” denen tüm ülkelerde hakim inanç olarak, toplumların geri kalmasına, zulüm altında ve pek çoğu da kan ve gözyaşı ile yaşamalarına sebep oluyor!
Bugün İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’ne üye 57 devlet arasında, her bakımdan açık ara önde ve ileri durumda olan Türkiye’de, bugün cereyan eden hadiseleri doğru bir şekilde anlayabilmek için, birbirleri ile mücadele eden tarafların tarihsel geçmişlerine ve kökenlerine bakılması gerekiyor.
TARAFLAR, HER BAKIMDAN BİRBİRLERİNDEN FARKLI
Özellikle, milletimizin son ikiyüz yıldır yaşamakta olduğu süreçte, günümüzdeki hadiselere ışık tutacak pek çok ayrıntı vardır. O ayrıntılarla ilgili bilgi sahibi olunmadığında, bugün Türkiye siyaset sahnesinde yaşanmakta olan hadiseleri, “herkesin aynı kurallara ve ölçülere sadık kalarak” basit siyasi mücadeleler içinde oldukları zannedilir. Ki, durum, hiç de böyle değildir… Ülkemizdeki siyasi durumu doğru olarak algılamak, anlamak ve yorumlayabilmek için, bizim çok farklı ve yeni bir bakış açısına ihtiyacımız bulunuyor. Bunun için de, gelin, geçmişe şöyle basitçe, satır başları ile bir göz atalım:
16. yüzyıl başlarında, Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır, Arabistan ve Irak’tan İstanbul’a getirtilen “Arap uleması” tarafından, o gün için “Maturîdî ve Hanefî” anlayışında Müslüman olan Türk milletine empoze edilmeye başlanan Emevi ideolojisinin, bir asır sonra ortaya çıkan etkileriyle, Osmanlı padişahlarının adları Türkçe’den Arapça’ya dönmüştür. Nihayetinde, 18. yüzyıldan itibaren (ki, tarihçiler bu döneme, “Osmanlı’nın yıkılış dönemi” derler) Osmanlı’da, adı Türkçe olan tek bir padişah, tek bir sultan ya da tek bir şehzade yoktur! 19. yüzyıl başlarında, padişah II. Mahmut döneminde (1808-1839) başlatılmak istenen yenileşme hareketleri, vaktiyle Kanûnî Sultan Süleyman’ın Şeyhülislamlık makamına atadığı Ebussuud’la zirvesine erişmiş olan sözde din anlayışını benimseyenler tarafından engellenmiştir. Önceleri sadece tekke ve zaviyeler ile loncalarda (meslekî kuruluşlarda) “tarikat” adı altında ve Osmanlı devletinin son 150-200 yıllık döneminde medreselerde de örgütlenen bu anlayışın sözde “uleması (âlimleri, bilginleri)”, Osmanlı devletindeki tüm yenileşme hareketlerine karşı çıkmışlardır.
İŞGAL YILLARINDAKİ AYRIŞMA
I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Mondros Ateşkes Mütarekesi (30.10.1918) ile, Osmanlı devletinin toprakları düşman devletler tarafından işgal ve istila edilirken, padişah Vahdettin’in yanında yer alarak, halkın, düşmana karşı çıkmaması için çaba gösterenler de bunlardı! Türk milleti, düşman saldırılarına, Padişahın ve bu sözde “din uleması”nın çabalarına rağmen İstiklal Harbi’ni kazanıp, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğunda, başta padişah Vahdettin ve onun, şeyhülislam atadığı Mustafa Sabri ile Damat Ferit hükümetinin şeyhülislamı Dürrizâde Abdullah gibi, bu kesimin bilinen aktif isimleri yurt dışına kaçarken, ülkeden kalanlar, doğal olarak sessizliğe gömüldüler; taa ki, 1946’da Demokrat Parti (DP) kuruluncaya kadar!
DP’nin 1950 yılında iktidara gelmesi ile, sessizliklerini bozan bu sözde İslamcılar, Osmanlı devletinin yıkılış dönemlerinde, kendilerinin yaşamış oldukları (hatta, vergi vermedikleri, askerlik yapmadıkları, devlet bütçesinden bol miktarda tahsisatlar aldıkları) o saltanat günlerine dönme hevesi ile çalışmalarına, kaldıkları yerden devam etmeye başladılar. “İslamcılık ve Ümmetçilik” söylemleriyle Türk fikir hayatında ve siyaset sahasında boy gösteren bu kesim, maalesef engellenememiş ve devleti ele geçirmeleri önlenememiştir. Yukarıda adını zikrettiğimiz Ebusuud’un anlayışı ve görüşleri doğrultusunda, sözde ümmetçilik siyaseti güden bu insanlar, Türk milletinin her şeyine karşı ve düşman iken, Arapların (ve Osmanlı azınlıkları olan Rumların ve Ermenilerin de) hiçbir şeylerinden rahatsız olmadıkları gibi, Türk milletini Araplaştırma faaliyetlerini de, en önemli “din hizmeti” olarak görüyorlar!
“DİNCİ ÜMMETÇİLER (Yunancılar)” VE KUVA-YI MİLLİYECİLER
En başından bu yana, Osmanlı devletinin son şeyhülislamı olan Mustafa Sabri’nin Türkiye Cumhuriyeti için verdiği fetvayı (yazının sonunda verilen linkten, bu adamın bazı fetvalarına erişebilirsiniz) esas alarak, onbinlerce şehidin kanı pahasına kurulmuş olan bu devleti “dâr-ül harp (savaşılması gereken ülke)” ve bu devletin vatandaşlarını da “mürted (dinden dönen, öldürülmeleri gereken)” olarak gören bu kesim, maalesef bugün, sadece devlete değil, ülkeye ve halka da hakim görünüyor. Görünüşe bakılırsa, kendilerince, “verdikleri mücadeleyi kazanmış” olarak gören bu insanların gerçekte neyin peşinde oldukları hususunda, yeterince düşünen de çalışan da yok bu ülkede!
Birtakım, yapay teferruatlar bağlamında birbirlerinden farklı oldukları zannedilse de, Türkiye’deki siyasi yelpaze(!)nin, başlıca iki tarafı bulunuyor: Bunlardan biri, en açık şekli ile İstiklal Harbi döneminde ortaya çıkmış olan ve sözde padişahın (ve dolayısı ile ülkemizi işgal eden düşmanların) tarafında olan sözde “DİNCİ ve ÜMMETÇİ”ler; diğeri de, batı medeniyeti karşısında ölüm-kalım savaşı veren “KUVA-YI MİLLİYECİ”ler.
KAYBETTİKLERİ İMTİYAZLARI GERİ ALMA MÜCADELESİ
17. yüzyıl sonlarından itibaren güçlenmeye başlayan ve Osmanlı devletinin idaresine hakim olarak, vergiden ve askerlikten muaf tutulan, devletin ekonomisi çökmekte olduğu yıllarda bile bütçeden yüklü tahsisatlar verildiğinden, alabildiğine şımarık bir hayat tarzı yaşayan sözde ümmetçiler, doğal olarak Cumhuriyetle birlikte, tüm bu imtiyazları kaybettiler. Osmanlı devletinin son yüzyıllarındaki savaşlara hiçbir şekilde katılmayan bu kesim, tüm o savaşlarda can veren ve kan döken insanlara, son olarak giriştikleri İstiklal Harbi’nde de, her türlü düşmanlığı yapmaktan geri durmadılar.
Bugün bu kesim, Kuva-yı Milliyecilere karşı, 30 Ağustos 1922’de kaybettikleri mücadelenin rövanşını (yine o eski düşmanların da gizli ve açık destekleri ile) aldıklarını düşünüyor! Ve onlara karşı, siyasi yelpazenin sözde muhalefet tarafında konuşlanmış olan Kuva-yı Milliyecilerin torunları, karşılarında, fikirleri farklı olsa da, yapıları, ölçüleri ve kuralları kendilerine benzeyen bir siyasi yapı var zannediyorlar. Halbuki, durum hiç de böyle değildir! Muhalefetle siyasi mücadeleye girmeyi artık gerekli bile görmeyen bu adamlar, “İslam” adına, “İslam olmayan”ların elinden aldıkları devleti ve ülkeyi “yeniden İslamlaştırmak” söylemleriyle, Cumhuriyetin, ülke, devlet ve toplum düzeyindeki tüm kazanımlarını, amansız bir düşmanlıkla yok ediyorlar!
HALKIN GÖZÜNÜ BOYAYAN, AMA SEVİYEDEN YOKSUN ÜSLUP
Elbette bu işleri yaparken, halka karşı çok farklı siyasi palavralar atıyorlar, yeni petrol ve gaz yatakları vb gibi, insanların gözlerini boyayacak türden, Goebbels’vari birtakım yalanları, sürekli olarak tekrar ediyorlar.
Maalesef, halkın önemli bir kesimi o yalanlara, taparcasına inanıyor! Diğer ülkelere ve onların bazı yöneticilerine karşı, en aşağı seviyelerde, bir sokak ve kahvehane azı ile sözüm ona kabadayılık ifadeleri, eğitimsiz ve cahil insanların gönüllerini okşuyor olsa da, o ülkeleri yönetenler, Türkiye ile ilgili politikalarını bu gibi nümayişlere bakarak belirleyecek kadar aptal değildirler. Onlar, Türkiye’yi yönetenlerin her türlü seviyeden yoksun bu üsluplarını da, neyi niçin söylediklerini de gayet iyi bilirler ve kendi çıkarlarına en uygun politikaları buna göre belirlerler ve uygulamaya koyarlar.
MESELEYE, BİR DE BALIKESİR’DEN BAKALIM
Gelelim, kendini “Kuva-yı Milliye şehri” olarak ilan etmiş ve fazlası ile hak ettiği “İstiklal Madalyası”nı alabilmek için yoğun mücadele içinde olan Balıkesir’deki duruma: Tüm ülke genelinde olduğu üzere Balıkesir’de de, eskinin padişah ve Yunan yanlıları ortak bir blok oluşturmuş ve kavgasını etkili bir şekilde yürütüyorken, Kuva-yı Milliyecileri temsil etmeleri gereken sözde siyasetçiler ise, birbirleri ile didişmekten, günümüzdeki Yunancıların ülkemize, milletimize ve devletimize vermekte oldukları zararları engellemek için, hiç, ama hiçbir şey yap(a)mıyorlar! Ülke genelindeki yağma konusunda, Balıkesir’in pek de geri kaldığı söylenemez!
Türk milletinin geleceği bekası için kaygı duyanların bu durumu görmeleri, çok iyi anlamaları, derinlemesine analiz etmeleri ve halka anlatmaları gerekiyor. Bunun için de, günümüz Türkiye’sindeki siyasi mücadelenin, “sahada maç yapmakta olan iki futbol takımı gibi, birbirlerinin aynı yapılarda olmadıklarını” görmeleri ve ona göre yeni bir bakış açısı edinmeleri gerekiyor!
Kısacası, sahaya, üzerlerinde futbolcu formaları ve ayaklarında kramponlarla çıkan “futbol” takımının, ellerinde kılıçlarla karşılarına çıkan “eskrim” takımı karşısında, hiçbir kazanma şansının olmadığını ve olamayacağını anlamalarını temenni ediyorum.
****
Link: https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi
-------------------