Kim ne derse desin, İslam dünyasının en büyük ve en temel problemi, toplumsal bakımdan adeta “din” haline getirilmiş olan “cehalet” ve başta “ahlaksızlık” ve “adaletsizlik” olmak üzere, cehalet ortamının ürünleri olan, tembellik, hırsızlık vb gibi, her türlü olumsuzluklardır. Ve maalesef, tüm insanlık tarihi boyunca, dünyanın hiçbir toplumunda, cahillere cahil olduklarını anlatabilmenin bir yolu bulunamamıştır. Bunun sebebi, kendilerince kemale erdiklerine inanan cahiller, aptalca, “her şeyi bildiklerine” inandıklarından, kendi inanışlarına uymayan her türlü bilgiyi reddederler; hatta, ortaya yeni bilgileri atanları, canlı canlı ateşte yakacak kadar zalimce davranabilirler!
Sözüm ona Müslümanlar(!) olarak yüzyıllardır, can sıkıcı gündelik hadiseler üzerinde (nihayetinde, temelleri cehalete dayanan), son derece faydasız konuşmalar yaparak zaman öldürüyoruz, ki bunun da tek sebebi, yaygın cehalettir. Bizim gibi, cehaleti kendilerine din haline getirmiş olan toplumlar, içlerinde yetişmekte olan en ahlaksız ve zalim insanları başlarına geçirirler ve sonra da, adeta, onların dışkılarında keramet aramaya başlarlar. Tarihte, bu gibi toplumların (hem de, vaktiyle Sümerler, Hititler, Lidyalılar vb gibi, son derece parlak medeniyetler de kurmuş oldukları halde), zamanla nasıl yok olduklarına dair, sayısız örnekler vardır.
DİN VE TARİH ÇARPITILARAK, ÜLKENİN ALEYHİNE KULLANILIYOR!
Cehaletin hakim olduğu toplumlarda, başta dini kaynaklar olmak üzere, uzak ya da yakın geçmişe ait tarihi bilgiler de, gündelik çıkar kavgalarında, toplumları ikna etmede yaygın olarak kullanılır. Örneğin, ayet, hadis, peygamber ve sahabeye ait anekdotlar vb gibi dini kaynaklar ile, tarihi olaylarla ilgili bilgilerin, gündelik çıkarlar için kullanılması, toplumda maalesef, yaygın ve kabul gören bir davranış şeklidir. O gün işine gelen bir ayeti, hadisi ya da tarihi bir olayı, çoğu zaman çarpıtarak, muhataplarına ve muarızlarına karşı kullanmak, hepimizin benimsediği bir davranış şeklidir. İşimize gelen ayeti, hadisi ve tarihi olayı, işimize geldiği şekilde (hem de çarpıtarak) kullanmak, maalesef bizde “normal” hale gelen, sıkıntılı bir durumdur.
Halkın, adeta dışkılarında inci aramakta olduğu bazı siyasetçiler, örneğin, çıkar “II. Abdülhamit’in tahtından indirildikten (27.04.1909) sonra idam edildiğini” söyler. Ve siz, kendinizi parçalasanız da, artık o insanlara, II. Abdülhamit’in, “tahtından indirildikten 7 yıl sonra (10.02.1918’de), Beylerbeyi Sarayı’nda, kalp yetmezliğinden 75 yaşında vefat ettiğini” anlatamazsınız! Aynı şekilde, kendi iktidarından çok önceki yıllarda gerçekleştirilmiş olan bazı işleri, milletin gözlerinin içine baka baka kendileri tarafından yapıldığını söyler. Ve ilginçtir ki, karşısında onu dinlemekte olan kalabalık, adeta bir sığır sürüsüymüş gibi, aslında kendilerinin çok iyi bildikleri bir konuda bile, adamın yalan söylemesine ses çıkarmazlar! Dahası, kamu varlıklarını çalıp çırpmaları, “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar!” gibi, akıllara zarar bir mazeret uydurarak görmezden geliniyor ki, bu durumun izahı mümkün değildir.
TÜRKİYE’Yİ, “DAR-ÜL HARP” OLARAK GÖRÜYORLAR!
Bugün Türk milleti olarak, tam olarak ne ile karşı karşıya bulunduğumuz konusunda doğru ve yeterince bilgi sahibi olmadığımız gayet açıktır. Ülkemiz, maalesef, “Türkiye Cumhuriyeti devletini “dâr-ül harp” olarak gören bir kadronun elinde yağmalanmaktadır. Son 20 yıl içinde yapılan hiçbir olumsuz uygulama, “sehven” ya da “bilgi-tecrübe yetersizliği” nedeniyle yapılmıyor; aksine, bilerek, isteyerek ve gayet planlı bir şekilde yapılıyor. Başta Anayasamız olmak üzere, hem devletimizin hem de toplumsal yapımızın tüm önemli unsurları, ardı ardına yerle bir ediliyor.
Örneğin, Anayasa’nın 101. maddesinde, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” şeklinde bir hüküm var. Ama, bugün başta siyasetçiler olmak üzere, hiç kimse bu ifadeyi dikkate almıyor ve halihazırda, görevinde 2. döneminde bulunan sayın Cumhurbaşkanımızın 3. defa aynı göreve aday olacağını düşünüyor! Hiç kimse, Anayasa’nın konuyla ilgili kesin hükmünü dikkate almak istemiyor! Hatırlarsanız, vaktiyle, Turgut Özal da, “Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” demişti. Ondan sonra da, insanlar, imkanları ölçüsünde, kanun-nizam tanımaz hale gelmişlerdi.
ANAYASA’NIN VE KANUNLARIN ASIL SAHİBİ KİM ACABA?
Bizim gibi geri kalmış ülkelerde, halk, yasal düzenin sahibi olarak, münhasıran devleti görür ve kendisi, sahiplenme ihtiyacı duymaz! Böyle olunca da, herkes, fırsatını yakaladığında, elinin erdiği, gücünün yettiği ölçüde kanunları çiğnemekte hiçbir sakınca görmez! Sanki, kanunları çiğnemek marifet, ama yakalanmak kusur gibidir bizde!
Halbuki, anayasayı ve kanunları, gücü yetenlerin keyiflerince çiğneyebildikleri ülkelerde, gelenekler de işlemez hale gelir ve adalet, ahlak, insan hakları, özgürlük, demokrasi vb gibi, çağdaş evrensel insanî değerler ve ilkeler giderek zayıflar ve nihayet tamamen yok olur! Ve bu gibi ülkelerde, “toplumsal güç birliği” sağlanamadığı için, insanların üretkenlik kabiliyetleri geliştirilemez ve ülke topyekun bir şekilde geri kalır; hatta, bulunduğu seviyenin gerisine düşer. Toplumsal yaygın cehaletin hüküm sürdüğü ülkeler, birtakım üçkağıtçıların, sözüm ona “siyasetçi kimliği” ile ülkeyi ve milleti soymalarına en elverişli ülkelerdir. Bu gibi ülkelerde, tüm medya kanalları kullanılarak, halk gerçeklerden koparıldığında, artık, orası siyasetçiler için, adeta bir “dikensiz gül bahçesi” ya da “köpeksiz köy” haline gelmiştir.
TOPLUMSAL DİNAMİZMİN YÖNÜ VE “SAHTE STK”LAR
Devlet yapısının ve resmi kurumların yukarıdan aşağıya, “merkezî” bir anlayışla teşkilatlandırılması, bir yere kadar doğru ve anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, toplumsal örgütlenmelerin aşağıdan yukarıya doğru bir dinamizme sahip olması gerekir. Böyle olmadığında, devletin tepesinde oturan siyasetçiler ve onların ortakları olan üst düzey bürokratlar, halkı sürü, kendilerini de o sürünün sahipleri olarak görmeye başlarlar ki, böyle bir durumda, o sürünün her şeyi kendilerine helal gibi görünür!
Bu bakımdan, yerel düzeyde sosyal, meslekî kültürel vb gibi, mevcut siyasi yapılardan tamamen bağımsız örgütlenmeler çok önemlidir. Siyasiler, bu gibi bağımsız örgütlenmelere karşı, kendileri dernekler, vakıflar, sendikalar, meslek kuruluşları vb gibi “sahte STK’lar (sivil toplum kuruluşları)” kurarak, halkın kendilerini denetleme gücünü zayıflatırlar ve hatta, çoğu zaman tamamen yok ederler.
“GERÇEK STK”LAR, TOPLUMSAL ÖNCELİKLİ KONULARIN TAKİPÇİLERİ OLMALIDIR
Bu nedenle, mevcut siyasi örgütlerle ilişkili olan sahte STK’lardan korunmak lazım; bırakalım, onlar kendi avaneleri ile STK’cılık oynamaya devam etsinler. Halk, kendi öncelikli konuları bağlamında gerçek STK’lar kurmalı ve siyasetçileri ve bürokratları, kendi konuları çerçevesinde sorgulayabilmeli, doğru uygulamalara destek vermeli, yanlış bulduklarına da açıkça ve etkili bir şekilde karşı çıkmalı ve engellemeye çalışmalıdır...
Lütfen, şöyle çevrenize bir bakın! Meslek Kuruluşu, Sendika, Vakıf, Dernek vb gibi (sözüm ona dini ve milli) STK görünümlü oluşumları bir gözden geçirin bakalım, hangileri gerçek ve hangileri sahte! Sahte STK’larda organize olmuş olanların, halka ait değerleri yağmalamaktan başka bir dertleri yoktur! Siyaset Kâhyalarının yanısıra, yıllarca oturdukları koltuklardan kaldırılamayan “STK Ağaları (sahte STK yöneticileri)” da, halkın yerel düzeyde enerjisini yok eden önemli faktörlerdir.
Tabanda örgütlenmesini gerçekleştiremeyen halklar, tepeden sığır sürüleri gibi yönetilmekten, istismar edilmekten ve sömürülmekten kurtulamazlar.