Tüm toplumsal hastalıkların, son tahlilde asıl ve tek kaynağı “toplumsal yaygın cehalet”tir. O nedenle, cehaletin aşılamadığı durumlarda, insanlık tarihinde bilinen kötülükler ortaya çıkmaya başlar ve önlenemez! Cehaletten kaynaklanan kötülükler arasında ilk üç sırayı, “adaletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm” şeklinde ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bilinen tüm diğer kötülükler, bu üçünden doğmaktadır.
Geçen haftaki “Yaygın ve Örgütlü Cehalet Tehlikesi” başlıklı yazımızda cehaletin, zamanla örgütlenerek, adeta “din (yani, bir inanç sistemi)” haline geldiğine işaret edilmişti. Böyle olunca, her türlü kötülük, dine dayandırılarak “meşru ve makul (mubah)” gösterilebilir.
EMEVİLERLE BAŞLAYAN SÜREÇ
Burada, İslam tarihinden gösterebileceğimiz çok açık bir örnekten söz edebiliriz:
Muaviye, “son halife” Hz. Ali’ye karşı isyan ettiğinde, İslam dinine göre dayanabileceği aslında hiçbir sağlam ve meşru gerekçesi yoktu! Üçüncü Halife Hz.Osman’ın, 17.06.656 tarihinde evine düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra, Halifelik makamına Hz.Ali getirildi. O yıllarda Şam Valisi olan Muaviye, Hz. Ali’nin Hz.Osman’ın katillerini yakalama ve cezalandırma konusunda ihmalkar davrandığını ve onlar tarafından desteklendiğini iddia ederek, isyan etti.
Beş yılı aşkın bir süre devam eden çatışmalardan sonra, Muaviye, Hz.Peygamber tarafından kurulan ilk İslam Devleti’nin yönetimini, savaşarak ve çeşitli hileli yollarla, 661 yılında ele geçirdi. Hz.Ali’ye kadar olan ve Hulefâ-yi Râşidîn denen ilk 4 Halife, kendilerini, “Halîfetü Resûlillâh (Allah Resulü’nün Halifesi)” veya “Emîrü’l Mü’minîn (Müslümanların Emîri)” unvanını kullanıyorlar ve bu sıfatlarla anılıyorlardı. Ama, İslam devletini Bizans usulü (bu ifade Hz.Hasan’a aittir) “Hanedan Saltanatı”na dönüştüren Muaviye, kendisini “Halîfetullah (Allah’ın Halifesi)” ilan etti ve bu unvanla anılmaya başlandı.
EMEVİ SALTANATININ, “DİNİ MEŞRUİYET” SORUNU!
İktidarı ele geçirdikten sonra, büyük bir kısmı hayatta olan sahabeler karşısında, ciddi bir meşruiyet sorunu ile karşılaşan Muaviye, çözümü “Kur’an-ı Kerîm’den ziyade, hadislere dayanan”, en temel özelliği “saltanatı kutsamak” (ve aslında bir siyasi ideoloji) olan, yeni bir din anlayışı geliştirdi. Büyük yerleşim yerlerinde inşa ettirdiği devasa camilere atadığı “ücretli” imam ve vaizler, Muaviye’nin bu yeni din anlayışını halka anlatmaya başladılar. Camiler, halkın tek eğitim yerleri olduğundan, Muaviye’nin “cahil bırak ve yönet” anlayışını temel alan siyasi ideolojisi, zamanla halkın inanç sistemi haline dönüştü.
Hz.Osman döneminde, dağınık halde elden ele dolaşmakta olan Kur’an metinleri toplanıp yeni bir tertiple kitap (Mushaf) haline getirilmiş ve çoğaltılarak, ülkenin her tarafına dağıtılmıştı. Bu nedenle, Muaviye’nin saltanatının, Kur’an-ı Kerîm’e rağmen dinen meşru kabul edilmesi imkanı yok denecek kadar zayıftı. İşte, Muaviye bu problemi, okuma-yazma bilenlere para karşılığında Hadis (Hz.Peygamber’in sözü) toplatarak ve yazdırarak aşmayı düşündü. Rivayetlere göre, bu şekilde, 250 ila 300 bin hadis kaleme alınmıştı. Daha sonra da, “Kur’an-ı Kerîm’in orijinal hali herkes tarafından doğru bir şekilde anlaşılamaz; ancak, hadislere bakarak anlaşılabilir.” söylemi ortaya atılarak, Kur’an ile insanlar arasına “hadis” adı verilen birtakım metinler konuldu. İşte, bizim bugün “İslam dini” dediğimiz, sözde hadislere dayalı Emevi ideolojisi böyle doğdu.
EBÛ HANİFE’NİN İTİRAZI
Muaviye’nin ve oğlu Yezid’in yazdırdıkları hadislere ilk ve en önemli itiraz İmam-ı Âzam Ebû Hanife (699-767) tarafından yapılmıştır. Yazdırılan tüm metinleri gözden geçiren Ebû Hanife, “Ancak 900 küsur kadarının hadis olabileceğini, diğerlerinin ise hadis kabul edilemeyeceğini” söylemiş; ama, sadece 17 tanesini, kendi fetvalarında “ikinci derece delil” olarak kullanmıştır. Bu nedenle Emevi sultanları ile arası açılan Ebû Hanife hapse atılmıştır.
O yıllarda ülke genelinde zayıflamakta olan Emevi saltanatına karşı Abbasiler, Ebu'l-Abbas Seffâh liderliğinde isyan ettiler ve 750 yılında, saltanat onların eline geçti. Ancak, Emevilerin dine aykırı uygulamalarını gerekçe göstererek isyan eden Abbasiler, iktidarı ele geçirdikten sonra Emevilerin siyasi düzenini ve uygulamalarını sürdürmeye devam ettiler. İmam-ı Âzam Ebû Hanife, bu sefer Abbasilere de itiraz etti ve yine hapse atıldı ve hapiste işkence edilerek, 68 yaşındayken katledildi.
Ne yazık ki, o günden bu yana, halkın cahil kalmasına yol açan ve hanedan saltanatını kutsayan, “ehl-i sünnet vel-cemaat” adıyla bir inanç sistemi inşa edilmiştir. “Akla ve bilime düşman”, Kur’an-ı Kerîm’den ziyade “hadis” dedikleri yazılı kültüre dayanan, Hıristiyanlık, Musevilik ve diğer bazı inanç sistemleri gibi kurumsal yapılar haline gelen ve mutlaka siyasal otorite ile yakın ilişkide olan bu ilginç ortodoks inanç sistemi, insanlara “İslam dini” diye empoze ediliyor. İnsanlar yüzyıllardır, bunu gerçekten “din” zannediyorlar! Emevilerden bu yana geçen 1360 yılda, bu alanda öylesine devasa bir literatür oluşturulmuştur ki, bugün Kur’an-ı Kerîm’le bile, bununla baş etme imkanı bulunamıyor.
DİN TÜM İNSANLIĞI, İDEOLOJİLER İSE, SADECE TARAFTARLARINI MUHATAP ALIR…
Din, tüm insanlığın huzurunu temin etmeyi ve çıkarlarını korumayı hedeflerken, ideolojiler, sadece kendi mensuplarının çıkarlarına hizmet eder. 13 asrı aşan bir süredir, “Müslüman” denen (ya da zannedilen) toplumlar arasındaki kanlı kavgaların sebebi, din zannettikleri siyasi ideolojidir. İdeolojiler, onu benimseyen toplumların çıkarlarına göre, ilkeler, ölçüler ve değerler bakımından farklı şekillenirken, dinde bu anlamda herhangi bir farklılaşma düşünülemez. Sadece, toplumsal farklılıklara ve zamanın şartlarına göre zorunlu ve istisnai farklı uygulamalar söz konusu olabilir; ama, dinin ilkeleri, ölçüleri ve değerlerinde, en küçük bir farklılaşmadan söz edilemez!
Tüm İslam tarihi boyunca, Müslüman denen toplumlar ve devletler arasında cereyan eden tüm ihtilafların ve savaşların gerçek sebepleri hep “menfaat” olmakla beraber, fikrî temelleri, birbirlerine karşı kullandıkları ve (farklı inanç ve anlayışlarla) adına “din” dedikleri siyasi ideolojilerdir.
Bugün tüm toplumların en önemli ortak özelliği (kendileri aksini iddia etmelerine rağmen) ise, akla ve bilime uzak (ve hatta düşman) olmaları, yani cehaletleridir. Bu toplumlarda kimse, “Müslümanlar neden bin yıldır evrensel bilime hiçbir katkı yapmamışlar ve herhangi bir şey icat etmemişler?” diye merak etmez ve sorgulamaz! Sürekli olarak, Müslüman olmayan insanları ve toplumları eleştirirlerken, bugün hayatlarında kullanmakta oldukları her şeyin, neden “Müslüman olmayan” bilim adamları ve uzmanlar tarafından icat edildiğini ve üretilmekte olduğunu düşünmeyi akıl etmezler.
FİLİSTİN’DE KOPAN FIRTINA
En son, geçen hafta (07 Ekim, Cumartesi) Hamas’ın İsrail’e yönelik “Aksa Tufanı” adını verdiği saldırıdan sonra, İsrail’in başlattığı misilleme saldırıları sebebiyle de görüldüğü üzere, batılı ülkeler, kendi uygarlık dairelerinde gördükleri İsrail’e destek konusunda hızla bir araya gelirken, 57 üyesi bulunan “İslam İşbirliği Teşkilatı”ndan ses-seda yok! Dünyanın önde gelen tüm ülkelerinden İsrail’e ciddi ölçülerde somut yardımlar yağdırılırken, Filistinlilere sadece, Türkiye’den bir uçakla “insanî yardım malzemeleri” gönderilebildi! Bu durumun neden böyle olduğuna dair, konjonktürel şartlara dayalı açıklamaların yapılması mümkün ve anlaşılabilir olsa da, 70 yıldır görüldüğü üzere, bunların Filistin sorunun çözümüne (ya da Müslümanlar adına başka herhangi bir şeye) hiçbir yararı olmaz!
Bilindiği üzere, “ıkra (اِقْرَأْ)” emriyle başlayan Alâk Suresi, Kur’an-ı Kerîm’in, Allah tarafından gönderilen “ilk” suresidir. Ancak, Müslümanlar, 1400 yıldır, elimizdeki mushaflarda nedense 96. sırada yer alan bu surenin, o ilk ayetlerinin hikmeti üzerinde düşünmüyorlar. İnsan kabiliyetini aşan iman meseleleri ile 70-80 ayetten ibaret “ibadet” bahislerine sıkışıp kalan Müslümanların, bugüne kadar ortaya koydukları usullerle, rakip toplumlar karşısında istenilen sonuçları elde etmeleri imkansızdır. Gelgelelim, Müslüman denen, ama gerçekte inançlarının ne olduğu net olarak tanımlanamayan ve son derecede muğlak olan bu insanlara, bu vahim durumu kim, nasıl anlatacak?
“SİSTEMLİ DÜŞÜNME” OLMADAN, BİLİM VE FİKİR ÜRETİLEMEZ!
Halihazırda, ancak gündelik konular üzerinde yüzeysel ilgi ve düşüncelerin dışında, kayda değer hiçbir zihinsel performansımız bulunmuyor! Müslümanlar olarak (ve maalesef Türk milleti olarak da), “sistemli düşünme”yi bilmediğimizden, bilim, teknoloji ve geleceğe matuf fikirler üretebilme kapasitemiz yoktur.
Bugün, din adına kıyasıya tartışmakta olduğumuz (ve birbirimizin kanlarıni dökmekten perva etmediğimiz), ama gerçekte hiçbir anlamı da önemi de bulunmayan konuları bir kenara bırakıp, içine düşürülmüş olduğumuz bu yaygın toplumsal cehaletten nasıl kurtulabileceğimiz konusunda kafa yormamız gerekiyor.
ÖNCE “İNSAN” OLMADAN, “İSLAM” OLUNAMAZ!
Yeryüzünde bugün, en fazla kan döken, en büyük ve en fazla kötülükleri üretmekte olan toplumlar, maalesef Müslüman addedilen toplumlardır. Elbette bu, bugün o “medenî” denen toplumlar kötü işler yapmıyor demek değildir; ama, bugün dünyada “insanlığın yararına olan” neredeyse her şeyi de onlar üretiyorlar… “Cehalet ve vasıfsızlık”, günümüz Müslümanlarının âdeta alâmet-i farîkasıdır ki, bundan çok daha utanç verici bir durum olmasa gerektir. Çünkü, İslam dininin istediği niteliklere sahip “insanlar” olabilmemiz, ancak cehaletten kurtulabilmemize bağlıdır. Bunun için de, bir an evvel akılla ve bilimle barışmamız gerekiyor…
Önce “insan (akıl ve irade sahibi)” olmadan, “İslam” olunamayacağını bize kim, nasıl öğretecek acaba?