Ünlü Fransız felsefeci, Prof.Dr. Julien Benda’nın (1867-1956), Fransa’da 1928’de yayınlanan ve yakın zamanlarda Türkiye’de “Aydınların İhaneti” adı ile çıkan meşhur kitabını okumadıysanız, aşağıda okuyacağınız konulara pek anlam veremeyebilirsiniz.
Toplumların “aydın” kesimlerini oluşturan, bilim adamları, gazeteciler ve sanatçıların, hem “ortak” ve hem de “olmazsa olmaz” özellikleri “muhalif” olmalarıdır. Toplumsal fayda açısından ruhen muhalif olmayanlardan ve muhalif duruş cesaretine sahip olmayanlardan bilim adamı, gazeteci ve sanatçı, yani “aydın” olmaz!.. Muhalif olmak, bu işlerin özünden gelen bir gereklilik ve hatta mecburiyettir.
“MUHALİF VE CESUR” OLMAK, AYDIN OLMANIN GEREĞİDİR!
“Muhalif olmak” demek, sadece “siyasi iktidarlara muhalif olmak” demek değildir. İnsanlara, hayvanlara ve bitkilere, daha doğrusu tüm doğaya zarar veren, ama, bazı insanlar tarafından (bilinen ya da bilinmeyen sebeplerle) faydalı görülerek yapılmakta olan her faaliyete karşı çıkmak, yapılan işlerin zararlı yönlerini görmek ve halka bunları anlatmak, aydınların en önemli (bana göre tek) görevleridir. Kısacası, mevcut toplumsal düzendeki olumsuzlukların üzerine gitmek ve halka gördüğü olumsuzlukları anlatma cesareti, aydın olmanın gereğidir; yani, gerekli cesaret yoksa, aydın olmanın anlamı kalmaz!
Güçlü hukuk düzenleri bulunan, uygar ülkelerin tamamında, halkta aydınları koruyan bir kültürel anlayış ve hukuk sisteminde, özel koruyucu yasalar vardır ve bu yasaları değiştirmeyi de kimse düşünmez. Ancak, geri kalmış ülkelerde, bu tür uygulamalar göstermeliktir ve hiçbir gerçek fonksiyonları bulunmaz. Halkta da, kendi hak ve hukuklarına sahip çıkma kültürü olmadığından, iktidarı ele geçirenler, sadece kendi siyasi ve maddi çıkarlarının gerektirdiği şekilde, başta hukuk ve medya olmak üzere, eğitim ve akademik sistemlerle de canlarının istediği gibi oynayabilmektedirler. Çünkü, bu tür ülkelerin meclisleri de göstermeliktir; parlamento üyeleri, sadece tepeden gelen emirler doğrultusunda hareket eden, adete “parmak kaldırma/kaldırmama” robotları gibidirler. Onlara o koltukları bahşedenler (bizim, daha önceki yazılarımızda, “siyaset baronları” olarak nitelediğimiz kişiler), parlamenterlerden herhangi bir konuda fikir filan beklemezler ve düşüncelerini ifade etmelerini istemezler de.
Bilim adamlarının görevleri, uzmanlaşmış oldukları konularda eğitim ve araştırmalar yapmak, ortaya yeni bilgiler ve fikirler koymak, siyasetçilere de tamamen bağımsız olarak “yol göstermek”tir. Bu nedenle, bilimsel faaliyetler ile bu faaliyetleri yapanlar, tüm ileri ülkelerde, özel kanunlarla korunurlar ve desteklenirler, bilim adamlarının “iktidar yanlısı olup-olmadıkları” gibi saçmalıklar, başta iktidar sahipleri olmak üzere, hiç kimsenin umurunda değildir. Herkes, öncelikle kendi işiyle meşguldür, çünkü, topluma karşı o konuda sorumludur. Toplumsal düzende aksayan yönleri ortaya koyan, eleştiren-hicveden sanatçılarla ilgili durum da aşağı-yukarı bu şekildedir.
MEDYA SEKTÖRÜ, “ÜCRETLİ BORAZAN” OLMAMALIDIR
Ancak, halkı, bilmeleri gereken gündelik konularda zamanında ve doğru bir şekilde bilgilendirme görevini yapan medya konusunda bazı farklılıklar söz konusudur. Çünkü, siyasetçinin oy aldığı insanların kanaatlerinin şekillenmesinde, medya tarafından yapılan bilgilendirmeler, büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, siyasetçiler medya mensuplarını (ve bazen de kuruluşlarını) gizli ya da açık bir şekilde satın alırlar, ya da doğrudan kendileri yayıncılığa soyunurlar.
Özellikle iktidardakiler olmak üzere, siyasetçilerin olumsuz icraatlarını ve işlerini görmek ve deşifre etmek, öncelikle gazetecilerin ve sonra da, bilim adamları ve sanatçıların görevleridir. O nedenle, bunlar, iktidar yanlısı olamazlar, olmamalıdırlar! Yani, “haklı ve doğru” olmadıkları sürece, güçlüleri ve iktidarları desteklemek, aydınların işi değildir ve olmamalıdır da. Onların, zaten, hasbelkader halka da faydası olabilecek türden, pire kadar icraatlarını deve kadar büyüterek anlattıracakları “ücretli borazanlar”ı vardır!
Gelişmiş ülkelerde, açıktan belli bir tarafı desteklemekte olan yayın organları, kendi taraftarlarından başka kimse tarafından ciddiye alınmazlar. Çünkü, halkın, yeterince ve zamanında doğru bilgi alma imkanları her zaman vardır. Ancak, geri kalmış ülkelerde, çoğu zaman halkın doğru bilgi alma kaynakları ya yoktur, ya da yeterli değildir. Bu gibi ülkelerde, maalesef hem ülke, hem devlet ve hem de halk, bir şekilde iktidarı ele geçirmiş olan ve aslında bir “çıkar ortaklığı” olan küçük bir grubun elindedir. Bu tür ülkelerde, toplumsal enerji yeterince ortaya çıkamayacağından, üretkenlik ve yaratıcılık hızla zayıflar; böyle bir ülkenin gerilemesi kaçınılmazdır. Ne var ki, G.Kore örneğinde olduğu gibi, halk bu gerilemenin farkında değildir.
MESLEKLERİNİN FAHİŞELERİ
Bir toplumda en aşağılık ve en zararlı tipler, taşımakta oldukları akademik, gazetecilik ve sanatçılık vb gibi meslekî etiketleri kullanarak, güçlülere ve iktidarlara yerli-yersiz yalakalık yapanlardır. Yani, mensup oldukları ayrıcalıklı mesleklerin etiketlerini, gizli ve/veya açık menfaat ilişkileri bağlamında yalakalık yapanlar için, “mesleklerinin fahişeleri” tabiri kullanılır.
Türkiye’de, Özal dönemine kadar, mesleklerinin fahişeleri olan bu tür tipler, her kesimde parmakla gösterilecek kadar az iken, 1983’ten sonra, bunların sayıları hızla çoğaldı; bugün ise, bilhassa medya sektörü ve sanatçılar başta olmak üzere, onurları ile mesleklerini icra edenler, parmakla bile gösterilemeyecek kadar azaldılar!
Halen, üniversitelerimizde, bilim adamlığı kimliklerine sahip çıkarak, akademik özerklikleri için direnen epeyce yetişmiş aydınımız var. Ancak, bir kısmının emekliliklerinin gelmesi ve bir kısmının da bireysel direnme güçleri zayıfladığından, mesleklerinden ya da ülkemizden ayrılıyorlar. Böylece meydan, özel kayırmalarla “kendilerine bahşedilmekte olan” kadro ve unvanlardan başka, kayda değer hiçbir akademik nitelikleri bulunmayan yalakalara kalıyor.
Geri kalmış toplumlara musallat olan en önemli sorunlardan biri de “liyakat”in iş ve eğitim hayatından tamamen çıkarılması ve yerine, körü körüne “sadakat”in geçirilmesidir. Bu maalesef, geri kalmış ülke siyasetçilerinin vazgeçemedikleri (daha doğrusu vazgeçemeyecekleri) bir durumdur.
GELELİM BALIKESİR’E
Şehr-i güzîdemiz Balıkesir’le ilgili olarak da, en baştan bu yana yaptığımız açıklamalar ışığında değerlendirilebilecek pek çok durum söz konusudur. Bilhassa son 40-45 yıl içinde, Balıkesir’de yapılan öyle saçma-sapan işler var ki, bunlar zamanla, şehrin gelişimini engelleyen etkenlere dönüşmüştür.
Örneğin, Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) tarafından öğrenci yurdu, şehrin kuzeyinde (Paşaalanı’nda) yapılırken, Balıkesir Üniversitesi ana kampüsünün neden güneye (Çağış köyü arazilerine) yapıldığına dair, herhangi bir mantıklı açıklama yoktur! Üniversitemizin, yaklaşık 30 bin öğrencisi Çağış kampüsündeki fakültelerde ve yüksekokullarda okumaktadırlar ve bu gençlerimiz (sadece 3 bini hariç) şehir merkezindeki yurtlarda ve evlerde yaşamaktadırlar. Dolayısı ile şehirde, çözümü mümkün olmayan bir ulaşım sorunu yaşanmaktadır. Okulların açılması ile, yoğunluk sebebiyle sabahları kampüs istikametine, akşamları da şehir yönüne giden toplu taşıma araçlarına binmek mümkün olmuyor. Ama, dönüşlerde o araçlarda tek bir yolcu dahi olmuyor. Bu da, kaçınılmaz olarak, kampüse ulaşımın maliyetini yükseltiyor.
“ÇÖZÜM” DİYE ÖNERİLEN GÖRÜŞLER
Bazı kişiler, bu problemin çözümünü, şehirle kampüs arasındaki, birinci sınıf tarım arazilerinin, tıpkı Plevne, Bahçelievler ve Paşaalanı mahallelerinde olduğu gibi, imara açılmasında görüyorlar. Kısacası, şehirle kampüs arasındaki ulaşım sorunundan kurtulmak için, Balıkesir ovasının en verimli topraklarının betonlaştırılmasını teklif ediyorlar!
Bazıları da, raylı sistemden bahsediyorlar… Sanki, bugün otobüs ve minibüsler için söz konusu olan “tek yöne dolu, diğer yöne boş” gidiş-geliş durumu, raylı sistemde değişecekmiş gibi!
Yine şehrin gelişimini engelleyen diğer bir konu da, şehrin kuzey çıkışındaki Küçük Sanayi Sitesi’dir. Yaklaşık 2 bin işyerinin bulunduğu sitede, daha önceden müktesebi bulunan 10-15 işyerinin dışında, tüm işyerleri “ruhsatsız” olarak çalışmaktadır!
Ne yazık ki, bunlara benzer, saçma tercihler, bugün de devam ediyor; örneğin Çamlık ve Avlu projeleri…
HALK, KENDİ HAKLARINA VE HUKUKUNA SAHİP ÇIKMALIDIR
Peki, acaba neden böyle saçma-sapan işler oluyor?
Bu şehirde, bilim adamı, gazeteci ve sanatçı adları altında yaşamakta olan “aydın” görünümlü çapulcular, üzerlerine düşen sorumlulukların gereği olan görevleri yapmak yerine, şehirde kendilerince güçlü gördükleri çevrelere ve iktidar partilerinin yereldeki siyaset kâhyalarına yalakalık yaparak menfaat peşinde koştukları için oluyor tüm bu saçmalıklar. Bu ifadeye Balıkesir’de, isim isim, tarih tarih…. kimlerin dahil edilebileceğini, eminim sizler benden çok daha fazla ve çok daha iyi bilirsiniz.
Güçlülerin ve iktidar mensuplarının dümen suyunda hareket eden ve akademik unvanlı kişilerden başlayarak, gazeteci ve sanatçı kimlikleri ile ortalıkta arz-ı endam edenlere “Hadi ordan!” demek halkın görevdir. Halk bunu demediği sürece, bunlar da, yerel siyaset kahyaları ile birlikte, halka ait olan her şeyi sömürmeye ve İvrindi kuzuları gibi semirmeye devam edeceklerdir.