Bu yazıyı okumadan önce sizlere, Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” adlı şiirini hatırlatıyor ve mümkünse okumanızı öneriyorum…(*)
Gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, Devlet Bahçeli’nin, 22 Ekim 2024 tarihinde, partisinin meclis grubunda yaptığı konuşma ile gün yüzüne çıkan ve iktidar tarafından, sözde “Terörsüz Türkiye” sloganı ile savunulmakta olan süreç, halkımız tarafından benimsenmemiştir. Erdoğan’ın, bu Ramazan ayının ilk iftarında, Dolmabahçe sarayında, Şehit Aileleri ile bir araya gelmesi ve o iftarda yaptığı konuşma, şehit ailelerinin bu süreçle ilgili endişelerini gider(e)memiş, düşüncelerini değiştir(e)memiştir.
MİLLET OLARAK, DÖKÜLEN ONCA KANIN ÜZERİNE SOĞUK SU MU İÇECEĞİZ?
Peki, 50 bini aşkın vatan evladının kanlarına ekmek doğramaya çalışanların bu girişimini, halkımızın kabul etmesi ve desteklemesi ihtimali var mı? Bana kalırsa, böyle bir ihtimal yok, asla ve kat’a olmamalı da; aksi taktirde, vatanın anlamı kalmaz! Bu topraklar, şehitlerimizin ve gazilerimizin kanları ile sulandığı için bizim vatanımızdır. Türk insanı vatan kavramını, hiçbir zaman, şehitlerimizin ve gazilerimizin döktükleri kanlarından ayrı düşünmez! Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devletin, adi bir terör örgütü karşısında diz çökmesi anlamına gelen bu sürecin, hangi emperyalist mahfillerde ve hangi karanlık niyetlerle hazırlanan planlara göre ortaya atılmakta olduğu (bu sürecin taşeronları tarafından, halktan ne kadar gizlense de), bilinemeyecek ve isabetle tahmin edilemeyecek bir şey değildir.
Siyasetçisinden gazetecisine ve aydınlarına (ve hatta, sosyal medya paylaşımları yapan sıradan insanlara) kadar, dönmekte olan ihanet çarklarına çomak soktuğu düşünülen muhalifleri, devletin kolluk kuvvetlerini ve yargısını kullanarak baskılamaya çalışan iktidarın, bu gayretlerinin, bekledikleri sonuçları vermeyeceği bilinen bir husustur. Tarihte, işgal etmekte oldukları millete ait makamların gücünü halka karşı kullanan despotların sonları ile ilgili sayısız örnek vardır; ama, ibret alan kim?
Son 4-5 aydan bu yana, “Terörsüz Türkiye” söylemleriyle ülke gündemini meşgul eden konuyla ilgili olarak, iktidar tarafından halktan gizlenen, pek çok önemli ayrıntının olduğu gayet açıktır. Çünkü, yapılan açıklamalar ve iktidar yanlısı medya organlarının yayınlarında ve internet sosyal medya mecralarındaki trollerin paylaşımlarında yer alan ifadeler, ülkemizin ve milletimizin kadim menfaatleri bakımından hiçbir mantığa oturtulamıyor! Eğer, herhangi bir mantığı olmadığı halde, bir iş yapılıyor ve yapılmasında ısrar ediliyorsa, o işin mutlaka, titizlikle “milletten gizlenen” bir açıdan, sağlam bir mantığı vardır. Bilinen Türk ve Türkiye düşmanları tarafından desteklenmekte olduğu görülen bu sürecin, hayırlı bir girişim olmadığı, ülkemizin ve milletimizin geleceği için, olumlu hiçbir sonuç vermesinin beklenemeyeceği gayet açıktır.
TARİHTE HİÇ DEVLET KURMAMIŞ OLAN KÜRTLERE ZORLA DEVLET KURULUYOR!
İktidarın ileri sürdüğü görüşlere katılmayan, halkımızı ve ülkemizi ilgilendiren her konuda olduğu gibi, bu konuda da, milletimizin çıkarları açısından değerlendirmeye çalışan herkes gibi, bizim de yoğun kaygılarımız var. Her şeye rağmen, makro planda son derece açık olan husus şudur: Bilinen insanlık tarihinde, tek bir tane olsun devlet kur(a)mamış olan Kürtlere, bilinen emperyalist mahfiller ve devletler tarafından, neredeyse zorla bir devlet kurdurulmaya çalışılıyor!
Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana, bu ülkede yaşamakta olan herkesle aynı ve eşit haklara ve fırsat eşitliğine sahip olan Kürtlerin önünde, toplumsal anlamda ve devlet nezdinde en küçük bir olumsuzluk söz konusu değildir. Gerek toplum nezdinde ve gerek devlet makamlarında, hiçbir makam ve statü, Kürtlere (ve hiç kimseye) kapalı filan değildir. Emperyalistler tarafından kurulan ve desteklenmekte olan birtakım örgütler tarafından, Kürtler adına ileri sürülen görüşler ve talepler, Türkiye gerçekleri ile örtüşmüyor.
KÜRTÇE, MÜSTAKİL BİR DİL MİDİR Kİ, RESMÎ DİL YA DA EĞİTİM DİLİ OLSUN?
“Ana dilde eğitim hakkı” ve “Kürtçenin ikinci resmî dil olması” vb. gibi söylemlerle, Kürtçenin eğitim dili ve devletin resmî dil olarak kabul edilmesi, hiçbir şekilde olabilecek bir iş değildir. Bir kere, “Kürtçe” dediğimiz diyalekt (konuşma biçimi), müstakil bir dil (yani, “lisan”) değildir. Çünkü, Kürtçede kullanılan kelimelerin tamamı, başta Farsça, Arapça ve Türkçe olmak üzere, pek çok farlı dilden alınmış olan kelimelerdir. Kendine mahsus (yani, başka herhangi bir dile ait olmayan) tek bir kelimesi bile olmayan Kürtçenin, yine kendine mahsus bir grameri de yoktur. Emperyalist amaçlarla, birtakım ülkelerde kurulmuş olan sözde “Kürdoloji Enstitüleri”nin bilimsel denebilecek hiçbir temeli olamaz. Zaten, böyle bir durum söz konusu olsaydı, bu tür kuruluşlar birkaç ülke ile sınırlı kalmaz, dünyanın tüm ülkelerindeki üniversitelerde de kurulurdu.
Dünyada ilk Kürdoloji Enstitüsü, batılı ülkelerin, zayıflamakta olan Osmanlı Devleti topraklarında yaşamakta olan azınlıklara yönelik faaliyetlerini gören Rusya tarafından, 1860 yılında St. Petersburg şehrinde kurulmuştur. Emperyalist batılı ülkelerin, Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan azınlıklara yönelik faaliyetlerine karşı Rusya da, başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere, bazı azınlıkların yanı sıra, Kürtlere yönelik de faaliyetlere girişmiştir. Ancak, Ermeniler konusunda kısmî bir başarı elde eden Rusya, Rumlar ve Kürtler konusunda, istediği sonucu alamamıştır. Nitekim, 1915 yılında (I. Dünya Savaşı yılları) “Ermeni Tehciri” meselesinin altında da, Rusya’nın Ermenilere olan bu ilgisi yatar.
“KÜRT KİMLİĞİNİN TANINMASI”NDAN KASIT NEDİR?
Devlet ve halk tarafından, “Kürt kimliğinin tanınması” ifadesine gelince; “üniter” bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, bu ifadenin hiçbir hal ve şart altında en küçük bir anlamı olamaz! Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti tarafından kurulmuş olan bir “Türk Devleti”dir. Dünyada, hiç kimsenin bu devlete “ortak” olmaya kalkışması kabul edilemez! 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan (ve Osmanlı Devleti açısından I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran) Mondros Mütarekesi akabinde, çeşitli devletlerin ülkemize yönelik fiili işgal girişimleri arasında, güneydoğuda, Urfa ve Gaziantep ve Hatay dışında kalan bölgeler yoktur.
Dolayısı ile bugün kısaca “güneydoğu” dediğimiz bölgemizdeki illerden İstiklal Savaşı’na (Tuncelili, Ferhatuşağı aşireti reisi Diyap Ağa dışında) katılım, yok denecek kadar az olmuştur. Kaldı ki, Urfa ve Gaziantep’te verilen mücadelelerde de, Kürt aşiretleri yer almamışlardır. Dolayısı ile, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin dağılmasını takip eden yıllarda, Türk Milletinin ortaya koyduğu mücadelenin başlıca sonucu ve ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait egemenlik haklarının, hiçbir şekilde herhangi bir başka etnik unsurla paylaşılması düşünülemez! Bu tür girişimler, uluslararası hukuka göre de, ilgili ülke için, her durumda, haklı ve meşru bir savaş sebebidir.
TARİHTEKİ KÜRT İSYANLARININ HİÇBİRİNDE, “SİYASİ TALEP” YOKTUR!
Yukarıda, Kürtlerin tarihte tek bir tane olsun devlet kurmadıklarına işaret edilmişti. Kürtler, bilinen tarihe göre, yaşadıkları bölgelere hakim olan farklı devletlerin tebaaları olarak yaşamışlar ve sürekli olarak da, o devletlerin yönetimlerine karşı isyanlar çıkarmışlardır. Gerek Safevilere, gerek Selçuklulara ve gerekse Osmanlılara karşı çıkarılan sayısız isyanların hiçbiri, müstakil bir devlet kurmak anlamında, “siyasi amaçlı” değildir. Bu isyanların pek çoğu, yerel aşiret liderlerinin ve ağaların bölgesel statü ve imtiyaz talepleri ile ilgilidir. 12. yüzyılda (Anadolu Selçuklu Devleti dağıldığında) Anadolu’da ve Kürtlerin yaşamakta oldukları tüm bölgeler de dahil olmak üzere, İran’ın batısında, Suriye’de ve Irak’ta 20’yi aşkın Türk beyliği kurulurken, tek bir tane olsun Kürt beyliği kurulması teşebbüsü ortaya çıkmamıştır.
Yaşadıkları bölgede hiçbir büyük devlet otoritesinin kalmadığı ve tarihin, Kürtlerin önüne çıkardığı en son ve en uygun böyle bir dönemde, bir tane olsun beylik kurmamış olan insanlara, şimdi birileri devlet kurdurmaya çalışıyor! Bu girişimlerin, gerçekte Kürt halkları ile alakalı olduğunu düşünmek çok zordur. Birtakım yapay ve zorlama yöntemlerle böyle bir devlet kurulsa bile, hiçbir devlet gelenekleri ve kültürleri bulunmayan bu insanlar, kurulan devleti nasıl idare edecekler ve yaşatacaklar acaba?
ERDOĞAN’IN “BOP EŞBAŞKANI” OLMAKLA ÖVÜNDÜĞÜ GÜNLER
Fikrî hazırlıkları 1950’li yıllara ve proje çalışmaları 1980’lere kadar giden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bilinen başlıca ortakları ABD, İsrail ve İngiltere’dir. BOP’un, Fas hariç, Kuzey Afrika’nın batısından Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı, İran’ı, Türkiye’yi, Pakistan’ı ve Afganistan’ı içine alan geniş bir coğrafyayı kapsayan, kapsamlı bir proje olduğu, artık herkes tarafından biliniyor. Türk halkı ise, BOP’un adını ilk kez, 2004 yılında, “Biz BOP’un Eşbaşkanıyız” diyen Erdoğan’ın ağzından duydu! 16 Şubat 2004 gecesi, Fatih Altaylı'nın Kanal-D’deki Teke Tek programına katılan Erdoğan aynen şunları söylemişti: “Şu anda, Amerika'nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım.”(**)
Erdoğan o yıllarda, sık sık kendisinin “BOP Eşbaşkanı” olduğunu da belirtiyor, sürekli BOP’tan bahsediyor ve örneğin, partisinin 13.01.2009 tarihindeki meclis grup toplantısına, “Türkiye’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin, Ortadoğu barışına yönelik kurulduğunu, bunun yanında bölgenin ekonomik kalkınmasına, özgürlüğüne, kadın haklarına yönelik kurulmuş, eğitim özgürlüğünü daha ileri safhalara taşımak için atılmış bir adım olduğunu” söylüyor ve “BOP’ta Türkiye’ye de görev verildiğini ve Türkiye’nin de bu görevi üstlendiğini”, övünerek anlatıyordu(***). Bu ifadelerle, Türkiye’nin, “başkaları tarafından görevlendirilebilen”, adeta bir “eleman” durumuna düşürüldüğünü ise, bugüne kadar nedense kimse düşünmedi.
Bugün Türkiye’de, kayda değer ölçekte organize olmuş siyasi muhalefetin varlığından söz edilemez. Başta CHP olmak üzere, sözde “muhalefet partileri”nin, “iktidarın politikalarının gerektirdiği yönde halkı manipüle eden” kuruluşlar oldukları, açık bir şekilde görülmektedir. Ancak, henüz bu siyasi gerçek, halk tarafından yeterince algılanabilmiş değildir. Birkaç önemsiz istisna dışında, görünüşteki muhalefet partilerinin, iktidarı dizayn etmekte olan güç tarafından organize edilmekte olduğu hususu nedense halka yeterince anlatılamıyor!
TOPLUMSAL İLETİŞİM KANALLARI İKTİDARIN KONTROLÜNDE
Ülkemizde, belli bir etki gücüne sahip olan tüm medya organları ve internetteki sosyal medya mecraları iktidar tarafından kontrol altına alındığından, topluma yönelik iletişim kanalları sağlıklı olarak işletilemiyor. Halk ise, medya yayınlarında ve sosyal medya mecralarında en çok tekrarlanan ifadeleri doğru kabul ediyor ve gerçekleri anlatmaya çalışanları dikkate almıyor. Bu durum, ülke ve millet olarak karşı karşıya bulunduğumuz en büyük risklerden biridir.
Demokratik imkanları kullanarak devlet yönetimini ele geçiren dar bir kadro, adeta bir çete anlayışı ile çalışıyor ve toplumda ortaya çıkan “doğal muhalefet” duyguları ve düşünceleri, legal ve organize, gerçekçi siyasi bir muhatap bulamıyor. Sözde muhalefet oldukları zannedilen partiler ise, halkın içinde doğan “doğal muhalefet” konularına sahip çıkarak iktidara yüklenmek yerine, çoğu yapay ve teferruat kabilinden konularla, halkın tepkilerini zayıflatıyorlar ve böylece, iktidarı etkilemesini engelliyorlar.
Memleket meseleleriyle ilgili gerçeklerin, zamanında ve doğru bir şekilde halka anlatılamadığı bir ülkede, gelişmelerin iyi yönde olması beklenemez.
_________________
(*) https://www.siir.gen.tr/siir/o/orhan_saik_gokyay/bu_vatan_kimin.htm
(**) https://www.facebook.com/watch/?v=2055321044580310
(***) https://www.youtube.com/shorts/xR_HmUYJTyg
-----------------