Cumhurbaşkanlığı, ülkemizin en üst makamıdır. Orada oturan kişi, sadece devleti değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını temsil eder; yani, etmesi gerekir! O nedenle, Cumhurbaşkanı, başta kanunlara ve sonra da toplumsal kurallara ve örfe riayet eder; bunun aksi ise düşünülemez! Cumhurbaşkanı özellikle halka yönelik konuşmaları olmak üzere, her ortamda hal ve hareketlerine ve sözlerine dikkat eder; davranışları asalet örneği ve konuşurken kurduğu cümleler de, başta Atatürk olmak üzere, tüm diğer Cumhurbaşkanlarımızda da çoğunlukla gördüğümüz gibi, Türkçemizin en seçkin ifadeleri olmak zorundadır. Kısacası, bir cumhurbaşkanı kenar mahalle ağzı ile konuşmaz, alelade kahvehane sohbetlerini andıran konuşmalar yapmaz, yapamaz! Daha doğrusu yapmaması gerekir. Her insan, biraz olsun, söz ve davranışlarında, bulunduğu makamı ve toplumsal statüsünü gözetiyorken, bir cumhurbaşkanının bunu göz ardı etmesi düşünülemez!
1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve 2003 yılında da Başbakan olan Erdoğan, 2014’ten bu yana Cumhurbaşkanıdır. Üzülerek söylemek gerekir ki, Erdoğan, konuşmalarında, işgal etmekte olduğu Türk milletine ait bu yüksek makamların saygınlığına riayet etmiyor; daha doğrusu böyle bir hassasiyeti ve derdi yok gibi!
ULUSLARARASI ALANDA ATILACAK HER ADIM, ÜLKE ÇIKARINA HİZMET ETMELİDİR!
En son, tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği HAMAS’ın lideri İsmail Haniye için “resmi yas” ilan edilmesini eleştirenlere “cibilliyetsiz” diyerek, son derece ağır bir şekilde hakaret etti. Bugün dünyada HAMAS’ın bir terör örgütü olduğunu kabul etmeyen sadece iki ülke var: Katar ve Türkiye! Bu iki ülke, HAMAS konusunda adeta tüm dünyayı karşılarına almış görünüyorlar! Halkın diğer yarısı, seçimlerde cüz’î bir oy farkıyla seçilen Erdoğan’la aynı görüşte olmak zorunda değildir.
Erdoğan, siyasal İslamcılık anlayışı sebebiyle, kişisel olarak HAMAS’a destek verme gereği duyuyor olabilir; ancak, uluslararası alanda “adaleti sağlamak”, hiçbir ülkenin tek başına görevi değildir. Uluslararası alanda ve ilişkilerde sadece iki ölçü vardır: Ülkelerin çıkarları ve güçleri! Bu nedenle, kişisel olarak HAMAS’ı terör örgütü olarak görmesek bile, böyle bir konuda tüm dünyayı karşımıza almanın ülkemiz yararına çok ciddi bir sebebi olmalıdır! Eğer böyle bir sebep varsa, bu siyaseti yürütenler tarafından halka anlatılmalıdır.
TÜRKİYE’NİN, “TERÖR DEVLETİ” OLARAK İLAN ETTİĞİ İSRAİL’LE NE İŞİ OLABİLİR?
Erdoğan, sadece bir terör örgütü elebaşı için resmi yas ilan etmekle kalmıyor; ayrıca, uluslararası hukuk çerçevesinde Türkiye gibi BM üyesi olan İsrail’i tek başına “terör devleti” olarak ilan ediyor! Devletin böyle bir tanımlamayı yapması gereken birimlerinde, bu konuda herhangi bir çalışma ve karar dosyası var mı bilinmiyor! Adam, sanki, bir seçim mitinginde, seçmenlerine kişisel görüşlerini ve düşüncelerini ifade eder gibi, devlet adına İsrail’i terör devleti olarak ilan ediyor, edebiliyor! Ancak, Türkiye’nin “bu terör devleti ile olan ilişkiler”inde herhangi bir değişiklik olmuyor! Bizim Büyükelçimiz Tel Aviv’de, onların Büyükelçisi Ankara’da, mutat faaliyetlerine devam ediyorlar. Dahası, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerde de bir aksama söz konusu değil!
Malum, İsrail, ham petrol ihtiyacının yaklaşık %80’nini Türkiye’den (Bakü-Ceyhan ve Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hatları üzerinden) temin ediyor. Türkiye’den İsrail’e ham petrol taşıyan tankerler, acaba hangi şirketlere (daha doğrusu kimlere) ait? Bunu merak eden kimse var mı bu ülkede? Aynı soruları, Türkiye’den İsrail’e mal taşıyan gemiler için de sormak gerekiyor! Türkiye-İsrail ticareti konusu kamuoyunda tepkilere yol açınca (yani mızrak çuvala sığmayınca), ticari gemilerin rotaları, birkaç ay önce Yunanistan’a çevrildi; ama değişen hiçbir şey olmadı. Türkiye’den İsrail’e gidecek olan mallar, önce Yunanistan’a ihraç ediliyor, sonra da oradan (re-export edilerek) aynen İsrail’e yoluna devam ediyor! Nasıl olsa, bu kadar teferruatı milletin aklı almaz; öyleyse, “durmak yok yola devam”…
TÜRKİYE, EĞER GERÇEKTEN BİR “HUKUK DEVLETİ” İSE…
Elbette, başta Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı olmak üzere, çeşitli uluslararası kuruluşlar tarafından hazırlanarak, çok sayıda (bazen de tüm ülkeler) ülke tarafından imzalanarak yürürlüğe konulan, “çok taraflı sözleşmeler” ve bu sözleşmelere dayanan ve imzacı ülkeleri bağlayan bir “uluslararası hukuk” söz konusudur. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı makamının sağladığı güç ile, Türkiye Cumhuriyeti’ne hiçbir şey kazandırmayacak, aksine pek çok zararı olabilecek türden davranışlar yapamaz, yapmamalıdır. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletinin devletidir ve Türkiye, Anayasamızın 66. maddesinde tanımlanmış bulunan Türk milletinin yurdudur, Erdoğan’ın babasının çiftliği değildir; varlığı ve yetkileri Anayasamızla ve ilgili kanunlarımızla sınırlı ve sorumludur. Yani, “la yüs’el (sorumsuz)” bir kişilik değildir.
Devletin işleyişinin “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçtiği 2018 yılı Temmuz ayından bu yana (bırakalım sıradan mahkemeleri), işine gelmediğinde, Anayasa Mahkemesi kararlarını bile alenen tanımayan ve ülkeyi adeta Padişah Fermanlarını andıran “tek kişilik kararname”lerle yönetmekte olan Erdoğan, görünen o ki, kendisini herhangi bir hukuki sisteme bağlı olarak görmemektedir. Batılı ülkelerde, başbakanların (hükümetlerin), bakanların ve kamu görevlilerinin istifalarına yol açan hadiselere kıyasla çok daha ağır olaylar meydana geldiğinde bile tek bir kişinin kendisini sorumlu görerek istifa etmediği Türkiye’de, son 22 yıldır yaşanan ve yaşanmakta olan rezaletler yazılacak olsa, on binlerce sayfalık külliyat ortaya çıkar.
Yakın geçmişte, ulusal düzeyde yaşanan yolsuzluk ve usulsüzlüklerle ilgili mahkemeler (örn. Yahya Demirel) ve Yüce Divan (örn. Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar) yargılamaları henüz hatırlardadır. AK Parti döneminde, o yargılamalara konu olan hadiseleri fersah fersah geride bırakacak çaptaki yolsuzluklar ve usulsüzlükler karşısında, 22 yıldır hiçbir işlem yapılmıyor olması, aklın alacağı bir durum değildir.
Ülkemizin son derece ağır ekonomik şartlar altında olduğu şu son 2 yıl içinde, iktidar tarafından “vergi alınmayan” ve “özel teşvikler” adı altında, çoğu cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile, devlet bütçesinden hibe destekleri verilen (sanırım 40 küsur) şirketlerle ilgili olarak, muhalefet milletvekilleri tarafından verilen soru ve araştırma önergeleri, TBMM’de sürekli AK Parti ve MHP oyları ile reddediliyor! Neden acaba?
Gerek konuşmalarındaki yakışıksız üslubu ve sözleri, gerekse, siyaset adına olan davranışları, alelade düzeyin de altında seyreden bir adam, maalesef bu ülkede yıllardır, asla işgal etmemesi ve edememesi gereken bir mevkide bulunuyor. Bir millet için, bundan çok daha ağır bir zillet düşünülebilir mi?
BİR İSLAM TARİHİ KLASİĞİ: HALK, CAHİL VE AÇ BIRAKILMALIDIR!
İslam tarihinde, Emevilerden bu yana sözde İslam ülkelerinde saltanat sahipleri (yani, devlet yönetimini ele geçirenler) tarafından kullanılmakta olan “halkı cehalete ve açlığa mahkum etme” yöntemi, maalesef bugün Türkiye’de de büyük bir başarı ile uygulanabilmektedir. 22 yıldır sürekli alt-üst edilmekte olan eğitim müfredatları ve medya manipülasyonları ile cahil bırakılan halkımız, maalesef gerek dünyada ve gerekse ülkemizde olan-bitenlere vakıf olamıyor, akıl yürütemiyor ve sorgulayamıyor! Böylece, medya mecralarıyla anlık olarak halka empoze edilen “kurgulanmış anlatımlar”a kimse akıl erdiremiyor ve tüm söylenenler, insanlar tarafından “mutlak gerçek (ve hatta nass)” olarak algılanıyor. Bu şekilde, muktedirlerin söylemlerine iman ettirilmekte olan insanlar, adeta mankurtlaştırılıyor (*).
Diğer taraftan, kurgulanmış planlı enflasyon sebebiyle gündelik maişet derdine düşürülen insanların da, zaten gündelik olan-biten hadiseleri algılama, sorgulama ve yorumlama imkanları bulunmuyor. Bu ise, ülke yönetimini elinde bulunduranların, “kendi halkını sömürme” işlerini kolaylaştırıyor. Batılı ülkelerde, yönetenlerin yönettikleri insanları sömürme dönemi (orta çağ), rönesansla sona erdi ve o günden itibaren, bugün “emperyalizm” dediğimiz, “gelişmiş ülkelerin geri kalmış ülkeleri sömürme dönemi” başladı.
VERGİYİ TABANA YAYMAK, REFAHI SEÇKİN AZINLIĞA SUNMAK!
Ne var ki, gerek toplumsal hayat ve gerekse devlet sistemleri bakımından henüz batının ortaçağına benzer bir dönemin yaşanmakta olduğu sözde İslam ülkelerinde, bugün hâlâ, dini hamaset malzemesi yapan yönetenler, kendi halklarını sömürmeye devam ediyorlar. Günümüzdeki hakim medeniyeti yaratan batılı ülkelere kıyasla hayli geri kalmış olan sözde Müslüman toplumlarda, insanlar kahır ekseriyetle (Türkiye’de de olduğu gibi), henüz “fizyolojik ihtiyaçlar” denilen, gündelik maişet dertlerini halledebilmiş değildir. Bu durumdaki insanlar genel olarak hayatı ve hayatla ilgili hiçbir şeyi sorgulayamayacakları için, onları yönetmekte (ve sömürmekte) olan yöneticilere biat etmekten başka yol bulamazlar. İşte, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “vergiyi tabana yayma” fikri de, bu durumu kalıcı bir sistem haline getirme çabasıdır. Bu sistemde, devletin ihtiyacı olan giderleri (vergiyi) halk verecek, ülkede refaha ise sadece, seçkin bir azınlığın sahip olması sağlanacak.
Amerikalı ünlü psikolog Abraham H. Maslow (1908-1970), “İhtiyaçlar Hiyerarşisi(**)” adıyla sistemleştirdiği teorisinde, insanların bireysel ihtiyaçlarını, aşağıdan yukarıya doğru birbirini takip eden, başlıca 5 kategoride inceliyor:
- Fizyolojik İhtiyaçlar (nefes alma, beslenme, uyku, cinsellik, sağlıklı metabolizma, boşaltım)
- Güvenlik İhtiyaçları (beden, iş, kaynak, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği)
- Ait Olma, Sevgi, Sevecenlik İhtiyaçları (sevilme, arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet)
- Saygınlık İhtiyaçları (özsaygı, özgüven, başarı, başkalarına saygı duymak, başkaları tarafından saygı duyulmak)
- Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçları (erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, önyargısız ve gerçekleri kabul eder olmak)
Buna göre, bir kademedeki ihtiyaçlarını elde edemeyen insanlar, bir sonraki kademede yer alan ihtiyaçlara akıl bile erdiremiyor ve onların peşine düşemiyor.
BATILILAR İÇİN, İSLAM ÜLKELERİ NEDEN “KOLAY LOKMA”?
Maslow’un bu teorisine göre, sözde İslam ülkelerindeki, ülke kaynaklarını sömürmekte olan çok küçük bir azınlık dışında kalan insanlar, ne yazık ki, henüz o ilk kademeyi bile geçebilmiş değildirler. O nedenle, gelişmiş ülkeler için, sözde İslam ülkeleri hayli “kolay lokma” durumundadırlar. Çünkü, o ülkelerin sadece yöneticilerini elde etmek ve o ülkelerin kaynaklarını o yöneticiler eliyle sömürmek kadar kolay bir iş olmasa gerek!
Geri kalmış İslam ülkelerinin yöneticilerine göre, kendilerinde zerre hata ve kusur söz konusu olamaz; ancak, insanlara somut bir şekilde zarar veren her şey halka, “dış güçler” dedikleri soyut bir söylemle anlatılır. Herhangi bir sorgulama kabiliyeti bulunmayan halk ise yönetenlere, “Kimlerdir bu dış güçler?” ve “Bu dış güçlere karşı tedbir almak ve onları bertaraf etmek kimin işi?” vb. gibi, somut sorular sormayı akıl bile edemez?
________________
(*) Nobel Ödüllü ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un, Türkiye’de “Gün Uzar Yüzyıl Olur” ve “Gün Olur Asra Bedel” adları ile iki farklı tercümesi yayınlanan romanında, “mankurt”un ne olduğu anlatılıyor.
(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/Maslow_teorisi