İnsanların, karşı karşıya bulundukları durumlardaki davranışlarını belirleyen, başlıca 4 etken vardır:
- İçgüdü,
- Duygu,
- İnanç (kanaat)
- Bilgi (düşünce)
Geri kalmış ülkelerde insanlar çoğu zaman “içgüdü”lerine ve “duygu”larına göre davranırlar ve birbirleri ile olan diyaloglarını da “inanç”ları (kanaatleri) üzerinden sürdürürler. “Bilgi” ise, eğer o ilk üç etkenle aynı paralelde ve insanların çıkarlarına da uygun ise (sadece, o çıkar konusuyla sınırlı olmak üzere), kabul görür ve tartışmalarda, karşı tarafa yönelik adeta “silah” gibi kullanılır. Gelişmiş toplumlarda ise ilk üç etken bir hayli zayıflar, daha çok bireysel alanda kalır ve gerek bireysel alanda ve gerekse toplumsal ilişkilerde, “bilgi”ye dayanan bir ilişki şekli söz konusudur. Bilginin olduğu durumlarda, diğer ilk üç etken sükut eder.
BİZDE “YOBAZLIK” ADETA DİN GİBİDİR!
İşlerinde, ilişkilerinde ve tartışmalarında “bilgiye dayalı düşünce” üretemeyenler, içgüdülerine duygularına, inanç ve kanaatlerine göre fikirler ileri sürerler ve çoğu zaman da, konuyla alakası olmayacak türden argümanlarla, “muhatabına baskın çıkma” gayreti içinde olurlar ki, “yobazlık (fanatizm)” denen şey tam da budur. İnsanlar, genelde, toplumda kendilerini, halkın (milli) ve insanlığın (dini, evrensel) ortak değerlerinden birini ya da birkaçını temel alarak geliştirdikleri yobazlıkları ile ifade etmeye çalışırlar. Toplumda, fanatizm ya da yobazlık denen bu davranışları, en belirgin olarak din, siyaset ve spor alanlarında görüyoruz.
Türkiye’de, özellikle şu son 20-25 yıl olmak üzere, içine düştüğümüz fanatizm girdabından kurtulamadığımız için, akıl almayacak bir “toplumsal kör dövüşü” yaşanıyor. İster işle, ister sporla, ister kültürle, dinle ya da siyasetle ilgili olsun, toplumsal her konuda düşünceleri farklı olan insanlarımızın hiçbir zaman çağdaş uygarlık düzeyine uygun bir tartışma yapamamaları, nedense hiç kimsenin derdi değildir. Bizim tartışmalarımızda, görüşlerimizin “bilgiye dayalı” ifade edilmesi söz konusu olmadığı gibi, karşılıklı “bilgi paylaşımı” da mümkün değildir. Böyle olunca da, herhangi bir konuda “ortak bir görüşte birleşmemiz” imkansız denebilecek ölçüde zordur! Çünkü, bizim tartışmalarımızın, karşılıklı bilek güreşinden, esasta hiçbir farkı yoktur! Neticede, ülkemizdeki (ve sanırım tüm sözde İslam dünyasındaki), tartışmalardan, “bir tarafın muhatabını bastırması” ya da “berabere kalarak” kavgayla ayrılmalarından başka sonuç beklenemez.
KAVGA HALİNDEKİ TARAFLARIN, BİRBİRLERİNDEN FARKI YOK!
Eskilerin, “Barîka-i hakikat (ışık, özgürlük), müsademe-i efkardan (fikirlerin çarpışmasından) doğar.” şeklinde bir sözü var. Ne yazıktır ki, birkaç nesli kapsayacak kadar uzun bir zamandan bu yana, millet olarak bizde, medenî bir “tartışma kültürü ve adabı” kalmamıştır. Türkiye’de (ve sanırım tüm İslam ülkelerinde de) “tartışma” kelimesi, münhasıran “münakaşa ve kavga” anlamlarında, “olumsuz” bir ifade olarak kullanılır! Halbuki, “tartışma (bizdeki eski deyimle “münazara”) başka, “münakaşa” başka bir şeydir. Bizdeki tartışmaların ise, sadece iki sonucu vardır: Ya, taraflardan biri diğerine kendi görüşünü (fikir ve bilgiyle değil, statü ve güçle) kabul ettirir; yani, muhatabını (konu her neyse), kendi fikirlerini kabul etmek zorunda olduğuna ikna eder, ya da, taraflar aralarında hiçbir konuda mutabık kal(a)maz (ve büyük ihtimalle de) en kaba ve ilkel davranışlarla kavga ederek ayrılırlar.
Kendi çıkarları bakımından, toplumun en cahil kesimlerinin ferasetine güvenenler tarafından yönetilmekte olan ülkemizde halk, dini ve milli değerler ile insani ve evrensel değerlerin fanatikleri olan yobaz kitleleri şeklinde, sürekli kavga halindedir. Aralarında, herhangi bir şekilde tartışma söz konusu olduğunda, dünya görüşü bakımından, kendilerini sözde “dindar, milliyetçi ve muhafazakar” olarak ifade edenlerle, güya “Atatürkçü, çağdaş ve ilerici” olarak ifade edenlerin yobazca davranışlarında, zerre fark görülmez. Sadece, kurdukları cümlelerde, güya dayandıkları milli ve/veya evrensel değerleri ifade eden kelimeler farklı olabilir; ancak, anlatılan ve kastedilen şeyler (yani, ileri sürülen görüşler), şablon bakımından birbirlerinin aynıdır. Bu tanımlamayı maalesef, toplumun sözde “okumuş(!)” ve “okumamış(!)” kesimlerini karşılaştırırken de kullanabiliriz.
CAHİLİN “OKUMUŞ” OLANI HİÇ ÇEKİLMİYOR!
Okumuş olanlarımız, “tartışılan konu her neyse, onu muhatabından çok daha iyi bildiği inancında” olduğundan, “karşısındaki kişinin de o konuda bilgi sahibi olabileceğini” aklına bile getirmez! Okumamış olanlarımız ise, ayrı bir alem; onların, neredeyse “uzmanı olmadıkları ve bilmedikleri” hiçbir konu yoktur! Bu nedenle (çok çok az sayıdaki istisnalar dışında), okumamış insanlara zaten laf anlatmak hiç mümkün değildir.
Durum böyle olunca, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde ve toplumlarda, gelişmiş ülkelerde görüldüğü gibi bir “toplumsal uzlaşma”dan söz edilemez! Geri kalmış ülkelerde, sonucu tayin eden sadece tek bir etken vardır, o da (fiziki, siyasi ya da maddi) “güç”tür. Sonucu tayin eden tek faktörün güç olduğu toplumlarda ve ülkelerde, evrensel ölçülerde bir “hukuk”tan ve “adalet” anlayışından söz edilemez. İnsanlar ise, yaşamsal çıkarlarını koruyabilmek için, güç sahibi olduğuna kanaat getirdikleri çevrelere katılırlar ve o çevrelerin elebaşılarına biat etmekten başka yol bulamazlar. Çünkü, onlar için yaşamanın ve yaşamsal çıkarlarını korumanın başka bir yolu yoktur. Ancak, bu konuda ilginç olan şey, bu biat eden insanların, çoğu zaman “kraldan çok kralcı” olmaları ve kendilerini, adeta kutsallaştırdıkları o kişilerin yoluna feda edecek kadar davranış bozuklukları göstermeleridir.
Toplumda (cumhurbaşkanı, bakan, parti lideri, patron, şeyh vs.), unvanları ve sıfatları ne olursa olsun, insanların kendilerine biat ettikleri elebaşılar, başta devlet kurumları olmak üzere, ülke zenginliklerini, aralarında (anlaşarak ya da kavga ederek) paylaşırlar; böylece, dokunulmazlıklarını ve saltanatlarını sürdürürler. Zaman zaman aralarında çıkar çatışmaları olduğunda ise, bu elebaşılar değil, bunlara biat etmiş olan cahil fakir-fukara harcanır. İşin en ilginç tarafı ise, bu elebaşılar, “aralarındaki çıkar mücadeleleri”ni, asla “birbirlerinin varlığını tehdit edecek” seviyelere çıkarmazlar! Aralarında, her elebaşının gücüyle orantılı olmak üzere, ilginç çıkar dengeleri oluşur ve devlet düzenini ve kanunlarını da, aralarındaki bu düzeni sürdürmek için “birlikte” kullanırlar.
BİZ HENÜZ, “KENDİ HALKINI SÖMÜREN YÖNETİCİLER” DÖNEMİNDEYİZ!
Batılı ülkelerin yöneticileri, 16.-17. yüzyıldan itibaren, olabildiğince cahil kalmalarını sağladıkları “kendi halklarını sömürme” dönemini geride bırakarak, bugün “emperyalizm” kavramı ile ifade edilmekte olan, “dünyadaki geri kalmış toplumları sömürme” dönemine geçmeye başladılar. Batılılar bu işte, cahil bıraktıkları “kendi halklarını sömürerek saltanat sürmekte olan” geri kalmış ülkelerin yöneticilerini kullandılar.
Tüm bu hikayede “sürdürülebilirlik” ancak, “yaygın toplumsal cehalet”le mümkün olacağından, insanların genel olarak belli bir cehalet içinde tutulmaları, hepsinin ortak çıkarınadır. Arada, bir şekilde bunların, “devlet düzeni” ya da “toplumsal düzen” adları ile sürdürdükleri bu “halkı ve ülkeyi soyma oyunu”nu fark ederek, “halkı gerçeklere uyandırma ihtimali” olan birileri ortaya çıktığında ise, önce, onları itibarsızlaştırarak, toplumun onlara düşman olmasını sağlamaya çalışırlar; eğer bu istedikleri sonucu vermezse de, kafalarına birer kuşun sıkarak (ya da şüpheli kazalarla) ortadan kaldırırlar. Maalesef, ülkemizin yakın tarihinde (en son Sinan Ateş’in öldürülmesi gibi), bu konuda çok fazla karanlık cinayet örnekleri var.
Maalesef Türkiye, henüz, kendi halkını sömürerek saltanat süren yöneticiler dönemini yaşıyor. O nedenle, Türk halkının mümkün olduğunca cahil kalmasını sağlamak, siyasilerin en önemli (ve hatta tek) işleridir. İşin kötüsü ise, dünyada (ne kadar gelişse de), Türkiye’nin sömürebileceği bir ülke de yok artık!
GELİŞMİŞ ÜLKELERDE, “HALK DESTEĞİNİN ALINMASI” ŞARTTIR!
Gelişmiş batılı ülkelerde, ülke yöneticilerini “sadece halk belirliyor” demek pek mümkün olmasa da, bu işte halkın etkinliği oldukça yüksektir. Yani, batılı ülkelerdeki güç sahipleri, “halkı yanlarına almadan” hiçbir işlerini yürütemezler. O nedenle, halka, evrensel düzeyde, belli bir yaşam standardını sunmak ve bunu garantilemek zorundadırlar. Bunu yapamadıklarında, 1955-1975 yılları arasında, yaklaşık 21 yıl süren Vietnam Savaşı’nda(*) olduğu gibi, halk gücünü ortaya koyar ve devleti yönetenler, politika değiştirmek zorunda kalırlar.
Ama, maalesef, bu süreç, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde böyle işlemez; savaşlarda telef edilen fakir-fukara çocukları (dindeki “şehitlik” kavramı istismar edilerek), “kendi çocuklarını, tek bir gün olsun askere bile göndermeyen” güç sahiplerinin, katıldıkları cenaze törenlerinde döktükleri timsah gözyaşları ile toprağa verilir. Ailelerine de kameralar karşısında “Vatan sağolsun!” dedirtildikten sonra mesele biter. Nedense hiç kimse, “Bu şehitlik denen mertebe, sadece fakir-fukara çocukları için midir?” diye sormaz bu ülkede…
Ben şahsen, 2005 yılı Mayıs ayından bu yana, aralıksız olarak, 19 yılı aşkın bir süredir, Balıkesir merkezde yaşıyorum. Bu süre içerisinde sayısız şehit cenazeleri kaldırdık bu şehirde ve ilçelerimizde… Bunların tek bir tanesi bile toplumda, şu ya da bu şekilde, “siyasi, ekonomik ve toplumsal statü (güç)” sahibi olduğu bilinen birilerinin evinden kalkmadı!.. Şehit cenazelerinin tamamı, toplumun en fakir ailelerinin, yıkık-dökük evlerinden kaldırıldı hep. Gencecik evladını kaybetmenin verdiği o dayanılmaz acıyla, yüreklerinde ve ciğerlerinde cehennem ateşlerinin yanmakta olduğu zavallı insanlara, bir de kameralar karşısında “Vatan sağ olsun!” dedirtiliyor! Peki, o törenlere, katılan ve güya o timsah gözyaşlarını döken aşağılık insanlara, ne zaman, “Sizin çocuklarınız nerede, vatan için sadece neden bizim çocuklarımız ölüyor?” diye sorulacak acaba?
____________
(*) https://tr.wikipedia.org/wiki/Vietnam_Sava%C5%9F%C4%B1
--------------------