En başta, halk tarafından kabul edilmiş olan Anayasa olmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile devletin ilgili ve yetkili mercileri tarafından yürürlüğe konulmuş olan kanun, tüzük, yönetmelik vb. gibi hukuk kuralları, devletin ve huzurlu bir toplum hayatının olmazsa olmaz temelidir. O nedenle, öncelikle tek tek bireyler olmak üzere, tüm halkın, yürürlükteki hukuk kurallarına ve usullerine “riayet etmesi ve sahip çıkması” şarttır. Bu olmadığında, sadece devletin kolluk kuvvetleri ve yargı sistemi tarafından ülkede hukukun korunması ve yürürlükte kalması düşünülemez! Bu konuda, devletin en üst mercilerini işgal etmekte olanlar ile toplumsal liderlerin, yürürlükteki hukukun uygulamaları hususunda, olumsuz söz ve davranışlarının ise, hiç olmaması gerekir.
Elbette, yürürlükteki hukuk kurallarında ve usullerinde, zamanın değişen şartlarına ve ihtiyaçlarına göre değişikliklerin yapılması doğaldır. Zamanla, toplumsal hayatın gereklerine cevap veremediği düşünülen hukuk kurallarının eleştirilmesi ve değiştirilmesi, zaten kaçınılmaz olur. Ancak, bir hukuk kuralı ve usulü yürürlükteyken, kişisel görüş ve gerekçeler ileri sürülerek, herhangi bir “uygulama söz konusu olduğunda”, buna karşı görüş ileri sürülemez ve davranışta bulunulamaz.
“ANAYASA’YI BİR KERE DELMEKLE BİR ŞEY OLMAZ!”
Ne yazık ki, 12 Eylül askerî darbesinden üç yıl sonra (06.11.1983 tarihinde yapılan seçimlerle) iktidara gelen ve esasen, bu darbenin en somut ürünü olan Turgut Özal’ın, radyo televizyon yayınlarının devlet tekelinde olduğuna dair Anayasa hükmüne rağmen, merkezi Türkiye’de olan Magic Box adlı şirket eliyle, Almanya üzerinden hileli uydu yayını üzerinden, InterStar televizyon yayınları (20.05.1989) ile başlattığı ve sonra ABD’nin Irak’a yönelik ilk büyük saldırısı olan Birinci Körfez Savaşı’nda (02 Ağustos 1990-28 Şubat 1991), “Türk hava sahasının ABD savaş uçaklarının uçuşlarına açılması” ile ilgili olarak, “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz!” diyerek sürdürdüğü “Anayasa’yı çiğneme geleneği”, maalesef, Erdoğan’la zirveye çıkmıştır. Bugün artık Türkiye, ülkenin Cumhurbaşkanını bağlayan hiçbir hukuk kuralının olmadığı ve hukukun, “iktidar cenahına uygulan(a)madığı”; ancak, “halkın muhalif kesimlerine ve güçsüzlere karşı tehdit aracı olarak kullanıldığı” bir hâle getirilmiştir.
Anayasayı defalarca çiğneyen ve bunu, adeta “kişisel siyaset üslubu” haline getiren Erdoğan, mevcut hukuk sistemimizde hiçbir itiraz yolunun bulunmadığı, “Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayacağını ve saygı da duymadığını” çeşitli vesilelerle, pervasızca ve defalarca söyleyebilmiştir (*). Tarihte, yürürlükteki hukukun, “topluma yönelik bir baskı aracı” olarak, kamu varlıklarının talan edilmesinde ve sadece halkın muhalif kesimlerine ve güçsüzlere karşı kullanıldığı ülkelerde, gidişatın nerelere vardığına dair sayısız örnek biliniyorken, Türkiye’de hâlen bu durumun devam ediyor olmasını ise anlamak mümkün değildir.
Anayasa’da ve hukuk sisteminde, kendi çıkarlarına uygun olmayan bir husus söz konusu olduğunda, bunu, sanki ülke genelini kapsayan genel bir meseleymiş gibi kullanarak, hukuku, “topluma karşı sadece kendi çıkarlarını koruyan” bir devlet gücü olarak kullananların sonlarının ne olduğunu da, tarih defalarca göstermiştir. Ne var ki, ruhlarında diktatörlük ve despotizm eğilimleri olan, kendi çıkarlarını her şeyin üzerinde gören devlet yöneticilerinin (tarihte bilinen tüm olumsuz örneklere rağmen), kendi bildiklerini okumaktan vazgeçmedikleri de, herkesin malûmudur.
SİYASETTEKİ VE EKONOMİDEKİ GELİŞMELER, EĞİTİM VE BİLİMDEKİ İLERLEMENİN SONUÇLARIDIR
Türkiye’nin, başta eğitim ve bilim olmak üzere, “hukuk devleti normları” bakımından da, uluslararası sıralamalarda, son 22 yılda, akıl almayacak derecede seviye kaybettiği gayet açıktır. Her ne kadar, Türkiye’nin, savunma sanayisinde, dünyanın ileri ülkeleri düzeyinde olduğu yolunda, iktidar ve yandaş palavralarından geçilmiyorsa da, henüz Türkiye’nin gerçekte bu alanda ne seviyede olduğuna dair, elde somut veriler yoktur (**). Örneğin, Türkiye’de toplam üniversite sayısının 20 civarında olduğu yıllarda, her yıl yayınlanan “Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi” listesinde, Türkiye’den 7-8 üniversite yer alıyorken, 131’i devlet, 78’i de özel olmak üzere, toplam 209 üniversitemizin olduğu bugün, bu listede tek bir tane bile üniversitemiz yoktur! Neden acaba?
Aynı şekilde, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından, 15 yaş grubunda örgün eğitime devam eden 15 yaş grubundaki öğrencilerin, “kendi dillerinde okuma-anlama, matematik ve fen bilimleri” alanlarında, 2000 yılından bu yana, her 3 yılda bir yapılmakta olan PISA sınavlarına, Türkiye 2003 yılından bu yana katılıyor. Türk öğrencilerin aldıkları puanlar da, aradan geçen 20 yıl içinde, kabul edilemeyecek derecede gerilemiştir. Örneğin, 2003’te 41 ülkenin katıldığı PISA testlerinin her üç kategorisinde de (Türkiye Türkçe Okuma-Anlama, Matematik ve Fen Bilimleri) 28. sırada olan Türkiye, Covid salgını sebebiyle bir yıl ertelenerek, 2022 yılında yapılan ve 81 ülkenin katıldığı en son PISA sınavlarında, Türkçe Okuma-Anlama’da 36., Matematik’te 39. ve Fen Bilimlerinde 34. sıralarda, genel değerlendirmede ise, 32. sırada yer aldı.
Tüm eğitim ve bilim kriterlerinde, endişe edilecek düzeylerde bir gerileme sürecine sokulmuş olan Türkiye’de, insanlar, nedense, sadece ekonomi ve siyasetteki gerilemelerle ilgileniyorlar ve meseleleri, sadece ekonomide ve siyasette etkili konumda bulunan kişiler üzerinden değerlendirmeye çalışıyorlar! Halbuki, ekonomide ve siyasetteki gerilemeler, eğitim ve bilimdeki gerilemenin kaçınılamaz sonuçlarıdır.
Eğitim ve bilim, tüm toplumlar için, diğer tüm alanlardan ve konulardan çok daha öncelikli ve hiçbir alanla kıyaslanamayacak önemdedir. Hal böyle iken, maalesef, tüm diğer geri kalmış ülke halklarında olduğu gibi, Türkiye halkı da, yaşanan ve doğrudan kendilerine yansıyan gündelik sıkıntılardan hareketle, bilhassa ülke meselelerini, son derece geri düzeyde bir bağnazlık ve siyasi yobazlıkla ele alıyor ve daima, “bizimkiler her durumda iyi ve kusursuz, diğerleri ise tümden kötü ve kusurlu” gibi, marazî bir şekilde sonuçlanan değerlendirmeler yapıyorlar. Halkın bu kısır düşünce durumunu, kişisel çıkar mekanizmalarını işletmekte kullanan sözde siyasetçiler ve bunların “siyasi parti” adı altında oluşturdukları “siyasi çete”ler, iktidarda ve muhalefetteki konumlarını ve kamu kaynaklarını sömürme faaliyetlerini sürdürebiliyorlar.
MÜSLÜMAN DENEN ÜLKELERİN ORTAK ÇIKMAZI
Bugünkü devlet düzenleri, siyasi rejimleri ve toplumsal yapıları ile, Müslüman olmayan ülkelerle olan rekabetlerinde ve mücadelelerinde, hiçbir başarı elde edemeyen sözde Müslüman ülkelerde (toplamda 57 devlet ve 2 milyara yakın nüfus), mevcut tutum ve gidişatın değişebileceğine dair, hâl-i hazırda, ufukta görünen hiçbir umut ışığı yoktur! Batılı gelişmiş ülkeler, “iktidardaki siyasilere kişisel destekler sağlayarak”, İslam ülkelerindeki geri kalmışlığın, kronik ve marazî bir halde devam etmesi için geliştirdikleri yöntemleri, oldukça etkili bir şekilde kullanmaya devam ediyorlar. Ve bu ülkelerde, sözde iktidar ve muhalefet kesimleri de, aralarında sürdürmekte oldukları kayıkçı kavgaları kabilinden, ölçülü danışıklı dövüşlerle, milletin gerçekleri görmesini engelleyebiliyorlar. Oysa (belki birkaç istisna dışında), bunların tamamı, son tahlilde, aynı uluslararası emperyalist güç mahfillerinde belirlenmiş olan sonuçların elde edilmesine hizmet etmekten başka, kendi ülkelerinin ve insanlarının yararına olabilecek hiçbir gaileleri olmayan insanlardır.
Ne yazıktır ki, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde, dış güçlere hizmet etme görevlerini üstlenmiş bulunan siyasi çete elebaşıları, ülkelerinde “halka ve ülkeye hizmet” amacında olan samimi siyaset heveslilerini, şeytana pabucunu ters giydirecek maharetle kullanabilmektedirler. Ülkelerine hizmet amacında olan tertemiz insanları siyasi vitrinlerine yerleştiren bu siyaset çeteleri, “ülkeleri soyma” amaçlı icraatlarını, maalesef “halka hizmet” faaliyetleri olarak yutturabilmektedirler ve bu işlerde de, yine yanlarına aldıkları ve siyasi vitrinlerine koydukları o temiz insanları kullanmaktadırlar.
EŞKIYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLUR MU?
Her ne kadar, şarkılar “eşkıyanın dünyaya hükümdar olmayacağını” söylüyorsa da, bunun aksini düşünen ve bu yolda varını-yoğunu ortaya koyanların sayısı, hiç de az değildir. Çoğu yerel düzeylerde olmak üzere, birlikte temiz siyaset yaptıklarını zannettikleri üst düzey siyaset eşkıyalarından şüphelenmeyi akılların bile getirmeyen (ya da getirmek istemeyen), onlarla ilgili olarak daima “hüsn-ü zan” içinde olmaya gayret ve hassasiyet gösteren o tertemiz insanlar, bir süre sonra toplum ve kendi yakın çevreleri nezdine ne kadar kirlenmiş olduklarını fark ettiklerinde, nadiren pişmanlık duyarak kendi köşelerine çekilirken, maalesef pek çoğu, kamu kaynaklarının yağmalandığı o kirli mecralarda, çıkar peşinde koşan insanlar haline dönüşüyorlar. Zamanla bu durum, toplumu güven bunalımına sürüklüyor ve insanlar, artık, “Mevcut hırsızları biliyoruz. Bunları göndersek de, yerlerine gelecek yeni hırsızların başımıza neler getireceklerini bilemeyiz.” diyerek, her yönden şikayet etmekte oldukları mevcut kötü gidişatı değiştirmeye teşebbüs bile edemez hale geliyorlar.
Uzun sözün kısası, Türkiye’nin, hâl-i hazırda gelmiş olduğu toplumsal çürümeden kurtulup, selamete çıkması, bugün artık, imkânsız derecede zor görünüyor. Bu gidişat, kuvvetle muhtemeldir ki, hemen her alanda yaşanacak krizlerle, toplumun her bakımdan dibe vurması ile sonuçlanacak. Kendi çıkar mekanizmalarını, toplumun dibe doğru batışına göre kurmuş olanlar (yapabilirlerse) uygun bir zamanda ülkelerini terk ederek, başka ülkelerde kişisel selamet aramaya çalışacaklar, halk ise, topyekun olarak perişan olacaktır. İşte o gün geldiğinde, toplumun perişanlığına sebep olanların (kaçmayı başaramayan) kahir ekseriyeti de örneğin, Aralık 1989’da Romanya’da olduğu gibi, kaçınılamaz bir son yaşayacaklar.
Umudumuz ve temennimiz odur ki, Türk milleti böylesine kötü bir son yaşamaz!..
___________
(*) https://www.youtube.com/watch?v=mjMuTL541UQ