Şimdi, “kıble” dendiğinde, herkesin kafasında aynı şey var: Namazlarda yönümüzü dönmekte olduğumuz, “bulunduğumuz yerden, coğrafi bakımdan Suudi Arabistan’ın Mekke şehrine doğru” olan istikamet… Maalesef, tamamen “şeklî” bu anlayış, Müslümanlar olarak, hepimiz için en önemli bir “inanç temeli”dir.
Halbuki, hem İslam dini bakımından, hem de bizim kendi kişisel hayatımız bakımından, bu hiç de doğru değildir. İslam’a göre kıble, “bulunduğumuz yerden, şeklen Mekke istikametine dönmek” değil, “namaza durduğumuz yerde, kalben Allah’a yönelmek”tir. Dolayısı ile kıble, bir “coğrafi kavram” değil, sadece ve tamamen “ibadete mahsus” bir anlayıştır.
Diğer taraftan, Muaviye ve onun oğlu olan Yezid döneminden bu yana 1360 yıldır, İslam dininde olmadığı ve reddedildiği halde, vücuda getirilen bir “ruhban sınıfı” tarafından, şekli unsurlar (bid’atler) abartılarak kutsanmaktadır. Bu durumun temel dinamiği ise, amacı ve hedefleri şahsi çıkarlar olan siyaset anlayışıdır. Halkın cehaleti istismar edilerek, günde beş vakit insanları toplamak ve Muaviye’nin siyasi anlayışı (Hz.Hasan buna, “Bizans usûlü” olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştı) olan fikirleri, “din” denilerek halka empoze etmek amacı ile devasa binalar inşa edilmiştir. Böylece, Müslümanların bireysel düşünebilme kabiliyetleri zayıflatılmış, Müslümanlar, “din âlimi, din görevlisi, şeyh, hocaefendi” vb. şeklinde yüksek saygı ifadeleri ile anılan “ruhban”lara tâbi, “cehalet sürüleri” haline getirilmişlerdir.
Şimdi gelelim “%98’i Müslüman” denilen Türkiye’ye ve bizdeki, gücünü toplumun en cahil kesimlerinden almakta olan demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hak-hukuk, eşitlik, adalet vb. gibi kavramlara…
İYİ OLAN HER ŞEY BİZİM, KÖTÜ OLANLAR İSE BAŞKALARININ!
Türkiye (sanırım, pek çoğu Müslüman olan, tüm diğer geri kalmış ülkeler de) çok enteresan bir memleket. Herkes, başta dini kurallar ve kanunlar olmak üzere, toplumsal hayatın selameti için konulmuş bulunan kanunlara, kurallara ve ölçülere, “kendilerinin uymaları ve kendilerine uygulanması” gerektiğinde karşı çıkar. Topluma ait kaynaklardan menfaat temin etme konusunda, eğer kanunların, dini ve/veya toplumsal kuralların ve ölçülerin şahsi çıkarlarına engel teşkil ettiğini düşünen herkes, onlara da karşı, şeytanın bile aklına gelmeyecek yollar bulur. Bu durum, nedense, istisnasız olarak hepimiz için böyledir.
İşte, “şahsi menfaat” ölçüsü ve anlayışı bu şekilde olan insanlar olarak, sadece din konusunda değil, “demokrasi, insan hakları ve özgürlükler” konusunda da mangalda kül bırakmayız. Her birimiz, dini de, demokrasiyi de özgürlüğü de, sadece kendimiz için istiyoruz. Eğer din, demokrasi ya da özgürlük gereği, bizim “menfaat” olarak algılamakta olduğumuz herhangi bir şeyden bizi ayırıyorsa, biz anında o duruma sebep olan dinî, kanunî ve demokratik kurallara da özgürlüğe de düşman oluruz ve yarın yine, meşru bir hakkımızı elde edebilmemiz için bize de lazım olacak olan tüm kuralları ve ölçüleri, en alengirli usullerle yerle bir etmekte tereddüt etmeyiz.
HER DURUMDA HAKLI OLAN, SADECE BİZİZ!
Hepimiz, ilginç bir şekilde (siyasî ya da kültürel), kişisel menfaatlerimizi konumlandırdığımız, toplumun belli bir kesiminin mensuplarıyızdır. Ve bu mensubiyetlerimizin, kişisel çıkar algımızın dışında, hiçbir aklî ve mantıkî sebebi yoktur; alelade fanatizm formunda, mensubu bulunduğumuz camia üzerinde hiçbir etkimiz de olmadığı halde, “adalet” anlayışımız da ona göredir. Yani, biz ve bizden olanlar daima haklı ve hatasızdır; ama, aynı konuda toplumun diğer kesimlerinin en küçük haklı ve doğru bir tarafları yoktur. Kısacası, karşı taraf külliyen (hatta bizatihi varlığı bile) hatalıdır ve kusurludur. Dolayısı ile, her durumda haklı olan, sadece bizim mensubu bulunduğumuz kesimlerdir. Bu anlayış, kişisel hayatımızda da aynen geçerlidir. Bizde asla kusur sadır olmaz, vaki olan tüm kusurlar ve suçlar, tümüyle “karşı taraf”a aittir.
Ve bizim, yani, “kusursuz” taraf olarak, diğerlerine tahammül gösteriyor olmamız, çok büyük bir lütuftur. Ayrıca, canımız her istediğinde onları aşağılamak ve ezmek kadar büyük bir zevkimiz de yoktur!
Şimdi, bu satırları okurken, “Hadi canım sen de, hiç de öyle değil!” filan demeye kalkmayın lütfen! Elinizi vicdanınıza koyun ve geçmiş hayatınızı, şöyle üstünkörü de olsa bir gözden geçirin bakalım, kendinizi bu davranışlar içinde bulduğunuz neler hatırlayacaksınız!
TOPLUM OLARAK, NEDEN EVRENSEL DEĞERLERDEN YANA OLAMIYORUZ?
En baştan bu yana işaret etmeye çalıştığımız hususlar sebebiyle, bizim, “birey” olarak, “dindarlık, vatanseverlik, demokrasi, insan hakları, özgürlükler” vb. gibi evrensel ve ulusal değerlerden yana olmamız, esasen imkansızdır. Felsefeye karşı olan tarihsel ve toplumsal düşmanlığımız sebebiyle, “sistemli düşünme” kavramından uzak ve kabiliyetinden yoksun olduğumuzdan, başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere, evrensel değerlerden yana olamayacağımızı da bilemeyiz ve anlayamayız!
Bizim dinî ve millî konulardaki durumumuz da evlere şenliktir; yeryüzünde iyi ve güzel ne varsa bizim milletimize (ve bizim ümmetimize), kötü olan ne varsa, tüm diğer milletlere ve din mensuplarına aittir. Hayatımızın her anında ve alanında Müslüman olmayan birilerinin keşif ve icat ettikleri ve yine onların üretmekte oldukları aletleri ve eşyaları kullanırken, “Tüm bunları, acaba neden Müslümanlar keşfedemiyor, icat edemiyor ve üretemiyor?” diye düşünmek, asla aklımıza bile gelmez!
Maalesef, yaklaşık bin yıldır, Müslümanların, “keşif ve icat” anlamında, bilim dünyasına (daha doğrusu insanlığa) neredeyse hiçbir katkıları yoktur! Bu durumu, sürekli ve gayet açık olarak görmekte olduğumuz halde, bir gün olsun, “Neden?” diye sormak aklımıza gelmez!
Örneğin, yeryüzünde “İslam coğrafyası” denen ülkelerde, sözde din adına cihat ettiklerini iddia eden silahlı cinayet ve katliam çetelerine mensup canilerin, “Müslüman olmayanlar tarafından icat edilen ve üretilen” silah vb. teknolojileri kullanarak, İslam ve Müslümanlar adına ahkam kesiyor olmaları, acaba neden kimseyi, İslam dünyasının gerçekte karşı karşıya bulunduğu sorunlar üzerinde düşünmeye yönlendirmiyor?
SÖZDE İSLAM(!) ÜLKELERİ VE TÜRKİYE
Yeryüzündeki 57 sözde İslam ülkesi içinde, bir tek Türkiye, Atatürk ve arkadaşları sayesinde, bugün, diğerlerine kıyasla açık ara önde olarak çağdaş medeniyete yaklaşmıştır. Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılaplara (bu konuda “devrim” kelimesinin kullanılması, maalesef doğru değildir) karşı, 1950 yılında Demokrat Parti (DP) tarafından başlatılan ve çeşitli dış desteklerle 50 yıl boyunca devam ettirilen mücadele sonunda bugün, Türkiye’nin “çağdaş medeniyetin üzerine çıkma mücadelesi” büyük ölçüde yavaşlatılmış ve ülkemiz (hem de sözde din adına), şu son 20 yıldır, önlenmesi giderek zorlaşmakta olan, bir “gerileme süreci”ne sokulmuştur. Bu gidişin durdurulması her geçen gün zorlaşmakta ve bugün itibarı ile neredeyse imkansız denecek bir noktaya gelmiş bulunmaktadır.
Türk milleti ve Müslümanlar olarak, tarihte bir emsali daha görülmemiş olan böylesine büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olmamıza rağmen, bu durumun toplum tarafından algılanamıyor olmasının temelinde, “kişisel menfaat”lerimizi kendimize kıble olarak belirlemiş olmamız yatmaktadır. Ve bu, akıl almayacak, hayret edilecek bir durumdur.
Herkes, taraftarı olduğu siyasi partilerin fanatikleri (yani, yobazları) olarak birbirleri ile adeta kavga halindedir. Göz önündeki siyasi partilerin, gerçekten birbirleriyle “siyasi iktidar mücadelesi” verdikleri zannediliyor. Halbuki bunlar, “karşılıklı mücadele” görünümü altında, “birbirlerinin siyasi pozisyonlarını koruma” mücadelesi veriyorlar sadece. 21 yıldır yapılan her seçimden sonra, oy oranları büyük ölçüde aynı kalan tarafların, siyasi pozisyonlarının da aynı kalmakta olduğuna, nedense kimse dikkat etmiyor! Neden acaba?
GERÇEK KIBLEMİZE DÖNMEDİKÇE, ÇIKAR YOL BULAMAYIZ!
Öncelikle, tek tek bireyler ve sonra da toplum olarak, gerek milli ve dini değerlerimiz ve gerekse evrensel değerler konusunda yeterli olgunluğa erişmeden “demokrat olmamız” asla ve kat’a mümkün değildir. Bunu anlamadan ve üstesinden gelmeden de, bizde batılı anlamda demokrasi, ne de İslamî anlamda adalet filan olmaz, olamaz! Ama, tabii, şeklen “demokrasi ülkesi” gibi gösterilmemiz ve öyle görünmemiz; aynı şekilde “Müslüman toplum” gibi gösterilmemiz ve öyle görünmemiz mümkündür.
Neticede, batılı ülkeler ilerlemeye, biz de onların kuyruklarında “etkisiz ülke” konumunda debelenmeye devam ederiz. Birbirimizle, sözde siyasi mücadelelere girmek yerine, modern toplumların en önemli güç kaynağı olan bilime ve teknolojiye yönelmemiz ve hiçbiri beş para etmeyecek, sözde siyasi partiler ve karakterler uğruna, birbirimizle mücadele ederek enerjimizi, zamanımızı ve imkanlarımızı heba etmeye son vermemiz; yani, “gerçek kıble”mize dönmemiz gerekiyor. Ama bu konuda doğru yolu bize kim gösterecek? İşte, asıl ve en önemli problemimiz budur!
İsviçre dünyada hiçbir ülkeye kafa tutmuyor; ama, her yıl “dünyanın en fazla patent üreten” ülkesi olarak, dünyanın en müreffeh toplumu olmaya devam ediyor. Kafalarımızı ellerimizin arasına alıp, bugüne kadarkinden çok daha farklı yönlerde düşünmemiz, hiçbir akl’î temeli bulunmayan, aramızdaki aptalca kavgalara son vermemiz ve birbirimizi anlamaya çalışmamız gerekiyor. İşte, ancak o zaman başkalarının icat ettiklerini ve ürettiklerini “tüketen toplum” olmaktan kurtulur, kendimiz “icat eden ve üreten toplum” haline geliriz ve başka toplumlar bizim icat ettiğimiz ve ürettiğimiz şeyleri kullanmaya başlarlar. Üreten toplum olamadığımız sürece de, geri kalmışlığımız artarak devam eder gider…