Bir önceki yazımızda, seyahat notlarımızı sizlerle paylaşacağımızı belirtmiştik… 29 Ağustos akşamı İstanbul Boğazı’nda tur yapan bir teknede yapılan bir düğüne katıldık. Bizler, tatlı bir meltemle serin bir gece geçirmeyi hayal ederken, hiç de öyle olmadı.
Masalara dekor olarak konulan mumların cam abajurlarını kaldırdığımızda bile, alevler herhangi bir yöne eğilmiyordu; geceye, öylesine, adeta ölü bir hava hakimdi. Bizi tanıyanlar bilir, hayatımızın yaklaşık otuz yılı İstanbul’da geçti ve halen de bir ayağımız oradadır. Boğaz’da, böylesine esintisiz, değil 5-6 saat, bir an bile hatırlamıyorum. Anladım ki, son yıllarda Türkiye’deki iklim değişiklikleri konusunda epey cahil kalmışım, bilgilerimi tazelemem gerekiyor.
İSTANBUL’DA MI, HALEP’DE MİYİM ANLAYAMADIM!
Ertesi sabah, geceyi geçirdiğimiz Suriçi’nde sokağa çıktığımızda, Suriyeli ve Afganlı istilası ile karşılaştık. Türkçe tabelalar hayli azalmış, Fatih, Halep’in bir semtine dönüşmüş; ama, durum o kadar da kötü değil, tıpkı 35 yıl önce Halep çarşısında gördüğüm kadar, burada da Türkçe konuşan birileri yaşıyor hala.
Trafik yoğunluğu, yılların İstanbul klasiği olarak, artan bir ivme ile devam ediyor… İstanbul’daki trafik problemlerini çözmek için fikir geliştirmek, hala imkânsız görünüyor. Bu konuda, yıllardır, akla gelip de yapılan hiçbir şey sadre şifa olmadı! İnsanlar, tıpkı 35-40 yıl önce olduğu gibi, hizmete alınan metro hatlarına, köprülü kavşaklara, yeni yollara vb bakarak, “Ya bunlar da olmasaydı ne yapardık?” diyerek hayıflanmaya devam ediyor.
CİRONUN YARISI SURİYELİLERDEN
Bir sabah, yabancı uyruklu bir dostumuzun daveti üzerine, Levent’teki bir restorana kahvaltıya gittik. Burada da sokaklarda, Arap ve Afganlı ve Afrikalı insan manzaraları ve Arapça tabelalar hakim görünüyor. Kahvaltı yaptığımız kafede de durumun böyle olduğunu ve bir de mönülerde Arap harflerini görünce, işyerinin sahibi ile kısa bir hasbihal etmek vacip oldu; günlük cirosunun yarıdan fazlasını Suriyelilerden elde ettiğini söyledi. Belli ki, varlıklı Suriyeliler, Levent ve Etiler bölgelerini seviyorlar.
Her tarafta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hizmetleri ile ilgili afişler var; görünen o ki, Ekrem İmamoğlu, siyasette olduğu kadar, halkın gerçek ihtiyaçlarına yönelik hizmet anlayışında da iddiasını sürdürüyor. Mesela, İstanbul’da tam elektronik bilet 4 lira, öğrenci bileti ise 1,95 lira. “Aylık Akbil” olarak bilinen tam Mavi Kart 317 lira, aylık öğrenci kartı ise 57 lira. Öte yandan, 3-6 yaş arası çocuğu olan tüm ailelere, talepleri halinde, her çocuk için ayda 8 litre süt bedava. Geçim darlığı çeken 250 bini aşkın aileye, ihtiyaçlarına göre sürekli sosyal destek veriliyor.
ERZURUM’DA DÜĞÜN
Üniversite yıllarımızdan çok değerli bir arkadaşımın oğlunun nikâhına katılmak için, İstanbul’dan Erzurum’a gittik. Bilmem, sayın Sağlık Bakanı ve Bilim Kurulu Üyeleri bu işe ne diyorlar; ama, otobüslerde ve şehir içi topu taşıma araçlarında yolcu azaltılmasına gidildiği halde, uçaklar için benzer bir tedbir düşünülmemiş… Uçaklar, tüm koltuklar dolu olarak uçuyor! Neyse ki, hostesler, maske konusunda taviz vermiyorlar!
Erzurum’da kaldığımız 4 gün boyunca hava, mevsim normallerinin epey üzerinde, sıcak seyretti. Cağ kebabı ve kadayıf dolması farzlarımızı eda ettiğimizden şüpheniz olmamalı!
Atatürk Üniversitesi kampüsü içindeki muhteşem botanik bahçesindeki nikah töreni, açık havada ve gerçekten virüs salgınına karşı, azami titizlikle alınmış olan önlemler altında gerçekleşti. Balıkesir’de pek alışık olduğumuz, güya davetlileri eğlendirmek için (melodiler sürekli değiştiği halde herkesin hep aynı şekilde sallanarak dans ettiklerini zannettikleri) “müzik” adı verilen “gürültülü toplu işkence” olmadan da, fevkalade güzel bir düğünün yapılabileceğini gördük.
Orada yaşayan ve uzun zamandır görüşemediğimiz kadim dostlarımız için ayırdığımız birkaç gün daha Erzurum’da kaldıktan sonra Artvin’e geçtik.
ARTVİN: LİTERATÜRDEKİ TÜM CENNET TASVİRLERİNİ UNUTUN!
Artvinliler, geldiler ve bizi Erzurum’dan aldılar. Yolumuz üzerindeki Tortum Şelalesi’nde ve Tortum Gölü’nde biraz vakit geçirdikten sonra, güneş batmadan önce muhteşem bir yeşil renk armonisi ile kaplı Artvin coğrafyasına vasıl olduk. Misafir edildiğimiz merkeze bağlı Sümbüllü-Başköy (eski adı Sinkot) 1.100m rakımlı bir dağ yamacında; manzaramız, efsanevi İsviçre Alplerini ve Avusturya dağlarını aratmıyor… Geceyi, tamamen orman içindeki bir evde, olabildiğince derin bir sessizlik içinde ve bir o kadar da derin bir uyku ile geçirdik.
Kahvaltıda, neredeyse tadını bile unutmuş olduğum, merada kendi başlarına yayılmakta olan ineklerden hemen biraz önce “elle sağılan süt”ü görünce, yıllardır çok beğenerek yediğim kahvaltı tabaklarına yüz çevirip, çok taze olduğu halde, bizim için ince dilimler halinde özenle kızartılmış olan ekmek eşliğinde, kendimi süte ve mıhlamaya verdim; finali ise, Maçahel ormanlarının o meşhur kestane balı ve yarım saat önce bakraçtaki sütün üzerinden sıyrılmış olan kaymakla yaptım… Takdir edersiniz ki, bu kahvaltı ritüelimiz, Artvin’den ayrılıncaya kadar, her sabah aynı aşk ve şevkle devam etmiştir.
Orada kaldığımız sürece, vaktimizin çoğunu yaylaları dolaşmakla geçirdik. Katettiğimiz her mesafede karşımıza çıkan her yeni manzara, bizi şaşırtmaya ve kendisine hayran bırakmaya devam etti. Edebiyatta yapılmış olan tüm cennet tasvirlerinin ne adar yetersiz kaldığını, Artvin yaylalarını dolaşırken fark ettim. İnşallah akıbetleri Rize ve Trabzon yaylaları gibi olmaz!
CAĞ KEBAP
Ve Arvin’de bir cağ kebapçı… Buraya adını yazmama gerek yok; Artvin merkezde kime “Nerede cağ kebap yiyebiliriz?” diye sorulsa, mutlaka orasını gösteriyor zaten… Sakın abarttığımı zannetmeyin ve Erzurumlu dostlarımız alınmasınlar; ama, bence birileri, Erzurum’daki tüm cağ kebap ustalarını toplayıp, Artvin’e cağ kebap yemeye götürmeli…
Burada, Borçka’da, Klaskuri çayının aktığı vadinin yukarı taraflarında Aralık ve Atanoğlu köylerinde yetiştirilen alabalıklardan da söz etmek gerekiyor. Çiftlikte yetiştirildikleri halde, tamamen doğal ortamda beslendiklerinden ve balıkların sudaki hareketlilikleri de ona göre sağlandığından, lezzetleri muhteşem oluyor… Elbette, alabalık ille de tereyağında pişmeli…
I. Dünya Savaşı’ndan sonra (104 yıl), annemin baba tarafından dedelerinin geldikleri Borçka’nın Kaynarca (eski adı Deviskel) köyüne, Balıkesir’den ilk kez ben gittim. Orada geçirdiğimiz birkaç saat içinde yaşadığım duygu yoğunluğunu daha önce hiç yaşamamıştım. Evet, mutlaka, ölmeden önce oraya gidip, o insanlarla görüşmem gerekiyormuş…
KARA GÖLLER
Borçka ve Şavşat ilçelerinde, ünlü Rus Besteci Pyotr Ilyich Tchaikovsky (Çaykovski)’nin “Kuğu Gölü Balesi” adlı eserinde tasvir ettiği, şafak vaktinde kuğuların yüzdükleri gölü andıran iki ayrı “Karagöl” var. Yaklaşık 1.450m rakımda, bir vadinin toprak kayması sonucu kapanması ile oluşan Borçka Karagöl’de, neredeyse sudan çok balık var; ama, avlanmaları yasak! Neden olduğunu anlayamadım!
Şavşat Karagöl, 1.630m rakımda ve biraz daha küçük. Etrafındaki orman-içi yürüyüş yolu muhteşem… Orada yürürken, yolun bitmesini istemiyor insan. Etrafa derin bir sessizlik hakim… Göl kıyısındaki çay keyfini ise anlatabilmek mümkün değil.
Artvin’de gidilip görülmesi gereken o kadar çok yer var ki, anlatması ciltleri doldurur. Neredeyse tamamı Gürcü tarihine ve kültürüne ait tarihi eserlerin sayısı bilinmiyor. Uçsuz bucaksız ormanların derinliklerinde, her an yeni bir kilise, yeni bir kale ya da yerleşim yeri kalıntılarına rastlanabiliyor.
Bir sonraki yazımızda, Gürcistan izlenimlerimizi paylaşmak umudu ile şimdilik hoşça kalın…