“Yalan”, cehaletin yaygın olduğu ve hatta adeta din haline geldiği toplumlarda, başta siyasiler olmak üzere, genelde tüm insanların başlıca sosyal sermayeleridir. Gerek tüm dinlerde ve inanç sistemlerinde ve gerekse felsefî görüşlerde, insanlar açısından “kötü” olarak kodlanmış olan yalan, tüm toplumlarda, “dürüstlüğün en büyük düşmanı” olarak kodlanmıştır. Ne var ki, geri kalmış ülkelerde “yalan söylemek”, insanlar tarafından kanıksanmış, alelade bir davranış şekli olduğundan, çoğu zaman olağan karşılanır ve hatta yalan söyleyerek kişisel çıkar elde edenler takdir bile edilir.
Gelişmiş toplumlarda ise insanlar, toplum tarafından şiddetli reaksiyona maruz kalacaklarını bildikleri için, kolay kolay yalan söyleyemezler. Gelişmiş ülkelerde yalana yönelik toplumsal doğal tepkiler ve hukuki müeyyideler o derece şiddetlidir ki, bir şekilde ispatlı olarak yalanı ortaya çıkarılan insanlar, çok ciddi onur kaybına maruz kalırlar, hatta var olan bazı yasal haklarını bile kaybederler.
GERİ KALMIŞ ÜLKE SİYASETÇİLERİNİN TEMELİ YALAN
Türkiye gibi, geri kalmış toplumlarda ise yalan, siyasilerin en büyük (ve hatta tek) sermayeleridir. Ne yazıktır ki, gelişmemiş toplumlarda insanlar, doğru konuşanlardan ve gerçekleri söyleyenlerden çok, süslü yalanlarla, sürekli kendilerini aldatmakta olan demagoglara iltifat etmektedirler. Bunun sebebi, doğruların ve gerçeklerin, çoğu zaman insanların zihinsel konforlarını bozması ve süslü yalanlar kadar tatlı ve keyif verici olmamasıdır.
Halka söylenmekte olan süslü yalanlardan kaynaklanan acı gerçekleri dinlemek ve onlar üzerinde düşünmek yerine, insanlar kahir ekseriyetle, adeta bir tür uyuşturucu gibi, yeni süslü ve tatlı yalanlar peşinde koşmaktadırlar. Siyasetçiler de, halkın bu durumunu “ana sermaye” olarak görüyor ve duyduklarında insanlara tatlı duygular yaşatacak süslü yalanlarda uzmanlaşarak (hatta, kurumları “yalan üretim merkezleri” haline getirerek), kendi saltanatlarını sürdürebiliyorlar.
Bilindiği üzere, her marifet, iltifata tâbidir. Halk neye iltifat ediyorsa, siyasiler de o yönde marifet sahibi olmayı ve o yönde var olan marifetlerini geliştirmeyi tercih ediyorlar. Tabii, bu arada başta milletin hakkı-hukuku (adalet) ve devletin bekası olmak üzere, ortak ulusal ve evrensel insani değerler, toplumsal önemlerini kaybediyor ve zamanla gündelik yaşamdan çekiliyor. Toplumsal geri kalmışlığın en belirgin özelliği olan bu durum, insanların, giderek daha çok “kişisel çıkar” merkezli hale gelmelerine yol açıyor. Kişisel çıkarların, çoğu zaman kısa vadeli ve uzun vadeli toplumsal ortak çıkarlar açısından zararlı olması (her ne kadar yaran sohbetlerinde hep aksi söylense de), hep göz ardı edilir.
KENDİLERİNİ YALANDAN KURTARAN TOPLUMLAR GELİŞİYOR
Yalanla ilgili toplumsal tepkilerin şiddetli ve ispatlanan yalanlara yönelik hukuki müeyyidelerin ağır olduğu ülkelerde, insanların, “uzun vadeli toplumsal fayda” üretme kapasiteleri en üst düzeylerdedir. Ülkeler arası rekabet güçleri yüksek olan toplumlarda, insanlar arasındaki ilişkilerde dürüstlüğün etkisi, bizim gibi geri kalmış toplumlar tarafından anlaşılamaz ve kavranamaz! Geri kalmış toplumlarda, insan ilişkilerinde yalanın hatırı sayılır ölçülerde meşru görülmesinin yol açtığı zararlar, ülkemizde de olduğu gibi, çoğu zaman “kader” olarak görülür ve Tanrı’ya atfedilerek geçiştirilir.
Gelişmiş toplumlarda, ister bireysel ister kamusal olsun, bir kişinin, kendi uhdesinde olan bir konuda, diğer insanlara yalan söylediği ve yalan söyleyerek bir zarara sebebiyet verdiği hallerde, yalan söylediği ispatlandığında, söz konusu zarar misliyle kendisine ödetildiği gibi, belli alanlarda, yargı tarafından, kişisel hak kayıplarına uğratılır. Bir şekilde yalan söylemekle itham edilen kişi, yalanıyla ilgili ortaya konulan delilleri çürütmeye ve böylece yalan söylemediğini ispat etmeye mecbur edilir. O nedenle insanlar için, “yalan söylemek” kadar büyük riski olan başka bir davranış yoktur.
Bilinen insanlık tarihinde, toplumların tamamı tarafından “kötü” olarak kodlanan tüm davranışların temeli, yani tüm kötülüklerin tek kaynağı yalandır. Yalanın toplumsal ve hukuki ağır cezai müeyyidelere tabi olduğu (ve hatta ortadan kaldırıldığı) toplumlarda, insan davranışlarından kaynaklanan kötülükler de, son derece az olur. Kötülükler asgari düzeylere indirildiğinde, onlara karşı mücadele de bir o kadar başarılı olur. Bu sayede, toplumsal üretkenlik zirveye çıkar ve bu gibi ülkelerin, uluslararası her alanda saygınlıkları ve rekabet güçleri artar. Bugün “gelişmiş” olan ülkelerin toplumsal hayatlarında, dürüstlüğe verilen değer ve yalana karşı tepkiler ve hukuki müeyyideler azami düzeylerde yüksektir. Geri kalmış ülkelerde ise durum, bunun tam tersidir. Yani, yalana karşı toplumsal tepkiler ve hukuki müeyyideler gözle görülemeyecek kadar düşük, dürüstlük ise, çoğu zaman kişisel risk faktörüdür.
GELELİM TÜRKİYE’DEKİ DURUMA
Yalan, yeryüzündeki tüm ülkelerde olduğu gibi, görünüşte, Türkiye’de de güya kötü bir şeydir. Ancak, gündelik hayatın pratiğine bakıldığında, yalan, hemen her sahada, meşru ya da gayrimeşru, insanlar tarafından, çoğu zaman, en kolay “kazanım elde etme yolu” olarak görülüyor! Türkiye’de, hangi düzeylerde olursa olsun, kişisel rekabetin söz konusu olduğu hemen her alanda, yaşanan mücadelelerde, tarafların yaygın olarak kullandıkları en büyük sermaye yalandır. Siyasetin dışında kalan alanlardaki yalanların etkileri nispeten sınırlı ölçülerde kalırken, siyasiler tarafından söylenen yalanlar kollektif hale geliyor. Zahmetsiz bir şekilde, toplum nezdinde siyasi puan kazandırdığına inanıldığı için yalan, rekabet (ve hatta çatışma) halinde olan tarafların birbirlerine karşı kullandıkları en büyük sermayedir.
Özellikle siyaset ve spor alanları olmak üzere, en tepedeki yöneticisinden, en dipteki yandaşına ve taraftarına kadar, birbirleriyle rekabet halinde olanların, karşı tarafa yönelik eleştirilerinde kullandıkları en etkili silah yalandır. Şeytanın bile akıl edemeyeceği türden yalan üretme usullerine sahip olan Türk toplumunda en çok kullanılan yöntem, “gerçekleri çarpıtmak”tır. En kötüsü ise, ister atanmış, ister seçilmiş olsun, kamusal görev yapmakta olan yöneticilerin, kendi görev alanları ile ilgili olarak halka yalan söylemeleridir ki, kanunlarımıza göre de, güya suçtur. Ancak, yalan söyleyen ve kendi yandaşlarınca yalanı görmezden gelinen ve hatta savunulan kamu görevlilerine karşı ne bir dava açan olur, ne de etkili olacak derecede toplumsal bir tepki gösterilir.
YALANLARLA ÖRÜLÜ ÖRTÜLER ALTINDA YAŞIYORUZ!
Burada, fazla uzağa gitmeden, Balıkesir’den bir örnek verelim: Geçen yıl 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerden sonra, Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Akın, devasa pankartlarla, önceki dönemden devralınan (15 milyar TL’yi aşkın) belediye borçlarını halka ilan etti. Halk, bu açıklamayla zerre ilgilenmediği gibi, verilen bu bilginin ne derece doğru ya da yalan olduğunu da kimse merak etmedi! AK Partililer bu açıklamayı yalan olarak değerlendirirken, CHP’liler doğru olduğu yönünde kendi aralarındaki sohbetlerde bir süre mevzu ettiler ve konu kapandı. Hatırlandığı kadarı ile, Başkan Akın, bu konuyla ilgili somut bilgi ve belgeler ile bu borçlar hakkında ne gibi işlemler yapıldığını, basınla ve kamuoyu ile paylaşma gereği duymamıştı.
Halbuki, bu devasa boyutlardaki borçların ne derece yasal yöntemlerle ve meşru sebeplerle yapılıp yapılmadığını bilmek, tüm Balıkesirlilerin en doğal hakkıydı. Eğer bu borçlar, yasal yöntemler kullanılarak ve meşru sebeplerle yapılmışsa, bu paraların harcandığı işlerle ilgili olarak, gereklilik açısı dışında, bunun öyle, sanki büyük usulsüzlükleri ve meşru olmayan harcamaları ifşa ediyormuş gibi, eleştirilecek bir tarafı olmamalıydı.
Seçimin hemen ertesinde devasa pankartlarla ifşaatlar yapıldıktan sonra, konunun devamı gelmeyince, halk bu konuda “dağ fare doğurdu” değerlendirmesi yapar ve konu unutulur gider… Bunun yerine, önceki dönemlerde yapılan ve Balıkesir halkı için pek öyle kayda değer öncelikleri bulunmayan işlere harcanan paralar ve bu paraların o işler için ne derece makul düzeylerde olup-olmadığı mevzu edilse ve konuyla ilgili somut bilgiler ve belgeler kamuoyu ile paylaşılmış olsaydı, halk bu değerlendirmelere pozitif yönde katılacak ve alınan siyasi puan muhtemelen çok daha yüksek olacaktı.
HALK, HERKESİ İDDİASINI İSPATLAMAYA MECBUR ETMELİ!
Ülkemizdeki siyasi mücadelelerde, rakiplere karşı kullanılan ithamlarda yalan söylemek adetten olduğundan, hiç kimse, söylediği sözü ve ortaya attığı iddiayı ispatlamaya zorlanmıyor; aksine, suçlanan taraflar, haklarında ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını ispatlama derdine düşüyorlar. Böylece, “Müddei (iddia sahibi), iddiasını ispatlamakla mükelleftir” şeklindeki hukukun en temel ilkelerinden biri kaybolup gidiyor.
Yalanın hakim olduğu toplumlarda, başta adalet ve dürüstlük olmak üzere, ulusal ya da evrensel hiçbir insani değer yaşatılamaz, toplum nezdinde etkili olamaz. Aksine, her türlü adaletsizliğe, ahlaksızlığa ve yolsuzluğa, akıl almayacak kılıflar uydurulur. Böylece gücü ve imkanı olanların, her türlü usulsüzlüğü yapma imkanları (ve hatta hakları) olur. Bu gibi toplumlarda, insanların değer üretme kabiliyetleri dejenere olur ve nihayet ülkelerin/devletlerin çöküşü kaçınılmaz hale gelir.
Türk milleti olarak, hem bireysel ve hem de toplumsal ölçekte (muhatabı kim olursa olsun) yalana azami tepki göstermeye ve dürüstlüğe de olabildiğince değer vermeye, tepkilerimizi ve değer vermelerimizi, diğer insanlarla ortaklaştırmaya mecburuz. Aksi taktirde, kendi çöküşümüzü kendi ellerimizle hazırlamış oluruz.
-----------------
17 Mart 2025