Devleti yönetenler, dış politika meselelerinde, eğer kendi halkını arkasına alamıyorsa, o meseleyle ilgili diğer tarafların devlet yetkilileri, tarafından ciddiye alınmazlar. Burada derdim asla siyaset yapmak değil; ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarının, 22 yıldır izlediği dış politikada, “halkın desteğini alma” ve hatta, “halka doğru bilgi verme” ihtiyacı duymaması ilginçtir!
AK Parti iktidarının, en başından bu yana, çok önemli iki büyük zaafı var: Bunlardan ilki, seçimlerde aldıkları oyun, her konuda yeterli olduğunu zannetmeleri; diğeri ise, siyasi muhalefeti etkisiz hale getirmeleridir. Muhalefet meselesine, 16 Nisan tarihli “Her İki Kanadı da Aynı Güçte Olmayan Kuş Uçamaz!” başlıklı yazımızda değinmiştik. Bu yazımızda, iktidarların, dış politika meselelerinde, kendi halkının desteğini almasının önemi üzerinde duracağız.
HALKIN DESTEĞİ, SADECE SEÇİMLERDE ALINMAZ!
Hiçbir yönetici, verdiği tüm kararlarda ve yaptığı işlerde, halkın her seferinde, “baştakilerin bir bildikleri vardır” demesini bekleyemez! Elbette devlet işlerinde ve bilhassa da dış politika, savunma ve asayiş konularında belli bir mahremiyet ve gizlilik söz konusudur; ama, bu hususu her konuya teşmil etmek yanlıştır. Dış politika, savunma ve asayiş konularındaki mahremiyet ve gizlilik ihtiyacı, tamamen bu alanların doğalarından geli ve devlet işleri içinde, özel istisnai hususlardır. Buna rağmen, bu alanlarda kullanılacak personel ve kaynaklar konusunda da, yine, halkın belli bir ölçüde bilgilendirilmesi ve desteğinin alınması gerekiyor.
Herhangi bir konuda, yabancı yetkililerle masaya oturulduğunda, halkın desteğinin ve gücünün arkasında olduğunu bilen, bundan emin olan ve bu desteği karşı tarafa gösterebilen bir heyet/kişi, muhataplarına karşı, kendi devletinin çıkarlarını koruma ve savunma anlamında, kendisini çok daha güçlü hissedecektir. Karşı tarafın, halkının desteğini almamış olan muhataplarına, kendi görüşlerini kabul ettirmeleri çok daha kolaydır. Kişiliği bakımından, bu mümkün olmadığında ise, karşı taraf, bu sefer, masadakilerin kişisel zaaflarını kullanarak, kendi görüşlerini kabul ettirme yollarını deneyecektir. Maalesef, bu konuda son yıllarda pek çok örnek olay var.
SEBEP GÖSTERMEDEN TUTUM DEĞİŞTİRİLMEZ!
Özel şirketler, yabancılara satış yaparken, satacakları mal ve ürünler konusunda, devletten izin almak zorundadırlar. Devlet bu izinleri, ticari tebliğler şeklinde genel bir uygulama şeklinde verebileceği gibi, özellikli ve stratejik nitelikteki ürünler için, müstakil ve münhasır izinler verir ve bunları herkes bilir, merak edenler de rahatlıkla öğrenebilir. Hal böyle iken, devlete ait varlıklar satılırken, ülke toprakları üzerinde, madencilik vb. faaliyetler gibi işler için yabacılara imtiyazlar verilirken, hükümetin çoğu zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM’ye) ve halka bilgi verme ihtiyacı duymaması, anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum değildir. Hele hele yapılan satışlarla ilgili hususlarda, basının ve muhalefetin sorularına, “ticari sır” ileri sürülerek cevap verilmemesi, akıl alacak bir iş değildir.
İster devlet, ister özel bir kuruluş ve isterse kişi olsun, yapılan işlerle ilgili olarak, toplumun ilgili kesimlerinin ve kişilerin, bilgi sahibi olmadıklarında, birtakım tahminler yürütmeleri ve hayali açıklamalar yapmaları kaçınılmazdır. Halk arasında yaygınlaşan söylentilerin gerçek ya da gerçek dışı olmaları arasında, insan davranışları bakımından pek fark yoktur. Herhangi bir konuda, söylentiler ne kadar gerçek dışı olsa da, o söylentilerin etkisiyle ortaya çıkan faaliyetler, kendi gerçekliğini yaratır. Gerçek dışı söylentilerin etkisiyle ortaya çıkan davranışlar ve yapılan işler, asla ülke yararına olmadığı gibi, çok ciddi kaynak ve zaman israfına yol açar.
TÜRK TELEKOM SOYGUNU
AK Parti iktidarı, devlet adına yapılan işlerde ve bilhassa dış politika konularında halka bilgi vermemeyi, kendine mahsus bir davranış şekli olarak benimsemiş görünüyor. “Balık, baştan kokar.” deyiminde olduğu gibi, hükümetin bu tutumu, zamanla yerel yöneticilerde de benzer davranışların ortaya çıkmasına yol açıyor. Nasıl ki, hükümet 2006 yılında, Türk Telekom’u Lübnanlı işadamı Saad Hariri’nin Oger Telekom şirketine satarken, halka bu satışla ilgili hiçbir detay bilgisi vermediyse, Belediye Başkanları da, yönetmekte oldukları şehirlerde yaptıkları işlerle ilgili olarak, halka zamanında doğru bilgi verme ihtiyacı duymamaya başladılar. Bilindiği üzere Oger Telekom, 21 yıllığına işletme hakkını satın aldığı Türk Telekom için ödemesi gereken 6,5 milyar Doları devletimize ödemediği gibi, Türk Telekom adına aldığı ve nerede kullandığı hiç kimse tarafından bilinmeyen, milyarlarca Dolar kredi borçlarını da bırakarak, 13 yıl sonra, 2019 yılında çekip gitti ve bu paralar Lübnanlılardan alınamadı!
Tüm resmî kurumların üst yöneticileri, yaptıkları işlerle ilgili olarak, “halka bilgi verme” adı altında (hem de çoğu gerçek dışı ifadelerle), yıllardır sadece kendi propagandalarını yapıyorlar. Hatta öyle ki, kendi propaganda yayınlarını yaptırdıkları sözde medya kuruluşlarına bir de, “yönetmekte oldukları kurumların bütçelerinden”, akıl almaz paralar ödüyorlar. Halbuki, resmi yetkililerin, halka gerçek olmayan açıklamalar yapmaları, kanunlarımıza göre suçtur! Ne var ki, ülkemizde bu husus, son 15-20 yıldır, neredeyse hiç kimsenin umurunda değildir.
RAHİP BRONSON OLAYI
Hatırlarsanız, 2016-2022 yılları arasında, Türkiye’de bir “Rahip Brunson” meselesi vardı. 1990’ların ortalarından itibaren Türkiye’de yaşayan ve İzmir’de “Diriliş Kilisesi” adlı bir Evanjelik Presbiteryen kilisesinin papazı olan Rahip Andrew Brunson, casuslukla suçlanmış ve tutuklanmıştı. ABD yönetimi, Brunson’ın casus olmadığını, üzerine atılı suç her ne ise ABD kanunlarına göre yargılanması için iade edilmesini talep etti. 15 Temmuz 2016 alçaklığından sonra, Erdoğan ABD’ye, Brunson’ı, Fethullah Gülen’le takas etmeyi teklif etti. ABD yönetimi, Gülen’in ülkelerinde tutuklu olmadığını ve herhangi bir suçtan yargılanmadığını öne sürerek, bu teklifi reddetti.
Bu konu, Erdoğan tarafından kamuoyuna öylesine yanlış aksettirildi ki, meselenin aslının ne olup olmadığı arada kaynadı gitti. ABD, gerek uluslararası çok taraflı hukuki antlaşmalar ve gerekse, Türkiye ile ABD arasındaki ikili anlaşmalara dayanarak, Brunson’un iade edilmesi hususunda ısrarcı olmaya ve Türkiye’ye (daha doğrusu, başta Erdoğan ve ailesi olmak üzere, bazı bakanların da aralarında bulunduğu kişilerle ilgili “kişisel suçlamalar” yaparak) baskı yapmaya başladı.
Teröre destek vermekle suçlanan Brunson, 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. ABD, bu sefer Türkiye’ye, Brunson’ın cezasını kendi ülkesinde çekmek üzere yeni bir iade teklifi daha yaptı. Ama, Erdoğan bunu da kabul etmedi ve halka, Brunson’ın hiçbir hal ve şart altında ABD’ye verilmeyeceğini söylemeye başladı. Ve sonra, ABD’den gönderilen özel bir uçak, Brunson’u alıp gitti (12 Ekim 2018). O güne kadar, kameralar önünde, “Ben bu görevde olduğum sürece, o rahibi kimse alamaz” diye bas bas bağıran Erdoğan, rahip gittikten sonra bu konuda tek bir açıklama yapmadı! Bu konuda gerek muhalif siyasilerin ve gerekse basın mensuplarının kamuoyu önünde sordukları sorulara da, ne Erdoğan ne de bir başka yetkili cevap vermedi; konu resmen sessizliğe gömüldü!
SUUDLU MUHALİF GAZETECİ CEMAL KAŞIKÇI CİNAYETİ
Rahip Brunson olayına çok benzeyen diğer bir olay, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ın da adının karıştığı, Suudlu muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, 02 Ekim 2018 tarihinde, Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu binasında düzenlenen bir suikastle öldürülmesidir. Erdoğan, tıpkı Brunson olayında olduğu gibi, bu olayla ilgili “delilleri talep eden Suudi Arabistan’a delillerin verilmeyeceğini” yine kameralar önünde üstüne basa basa, günlerce bağıra-çağıra söyledi! Peki, sonra ne oldu? Riyad’dan gelen bir heyete tüm deliller teslim edildi. Gerek muhalif siyasilerin ve gerekse gazetecilerin, bu cinayetle ilgili delillerin, Suudilere kesinlikle verilmeyeceği söylendikten sonra, “acaba ne değişti de tüm delillerin verildiğine dair” soruları, Erdoğan ve diğer yetkililer tarafından cevapsız bırakıldı.
Uluslararası meselelerde değil, kişi ve kurumlar arasındaki ilişkilerde bile, önceden ortaya konulan tavrın, “o tavrı değiştirme zorunluluğu doğuran bir sebep olmadan” değiştirilmesi kabul edilmiyorken, devletler arasındaki meselelerde, ilk anda ileri sürülen görüşü değiştirmek, başta karşı taraftaki asıl muhatap(lar) olmak üzere, hemen herkes tarafından anlaşılabilecek yeni bir durumun ortaya çıkması ya da meydana gelmesi halinde mümkün olabilir. Karşılıklı deklare edilmiş, kabul edilebilir bir sebep olmadan, taraflardan birinin görüş değiştirmesi, son derece ciddi bir zaaf göstergesidir. Türkiye adına hareket eden hiç kimsenin, bu şekilde davranmasına izin verilemez ve kabul edilemez!
İSRAİL’E KARŞI, HİÇBİR ANLAMI KALMAYAN “YAPTIRIM” KARARI…
HAMAS’ın İsrail’e yönelik (ve takriben 1.136 kişinin öldüğü, 250 kişinin rehin alındığı açıklanan) 07 Ekim 2023’teki baskın saldırısından sonra, Gazze’yi kana boğan ve 35 bin masum insanı katleden İsrail’e karşı, 7 ay geçtikten sonra Türkiye, birkaç gün önce,, “ekonomik yaptırım” kararı aldı. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, Türkiye İsrail’den, yılda 2,5 milyar Dolar ithalat ve oraya 7,5 milyar Dolar ihracat yapmaktadır. Bu rakamlara bakıldığında Türkiye, İsrail’le yaptığı ticaretten, hayli avantajlı görünüyor.
Olayı takip eden günlerde, Erdoğan kamuoyu önünde İsrail’i “terör devleti” olarak ilan etti ve İstanbul’da, devlet destekli birkaç İsrail’i protesto mitingi yaptırdı, Atatürk Havalimanı’nda düzenlenen mitinge kendisi de katıldı ve İsrail’e karşı, oldukça ölçüsüz (maalesef sokak kavgaları düzeyinde), sert bir konuşma yaptı. O konuşmadan sonra herkes, Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisini geri çekmesini, İsrail’in Ankara Büyükelçisini sınır dışı etmesini ve İsrail’le olan tüm diplomatik ve ticari ilişkilerini askıya almasını bekledi! Ne var ki, bunların hiçbiri olmadı ve İsrail ile Türkiye arasında süregelmekte olan tüm ilişkiler, sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi, mutat seyrinde devam etti.
Birkaç gün önce, her ne olduysa, Erdoğan aniden (sözde “yaptırım” amacıyla), İsrail’le olan tüm ticari ilişkilerin kesilmesine karar verdi! Ancak, bu kararın, artık İsrail üzerinde herhangi bir yaptırım etkisinin olması beklenmiyor! Çünkü İsrail, Türkiye’den almakta olduğu malları temin edebileceği ve Türkiye’ye satmakta olduğu malları satabileceği yeni anlaşmalarını çoktan yaptı. Olan, İsrail’e mal satan ve oradan mal getiren Türk şirketleri ile, bu malları taşıyan denizcilik şirketlerine oldu! Türkiye bu kararla, İsrail’e yönelik hiçbir “yaptırım etkisi” yaratamadığı gibi, aslında kendi ayağına da kurşun sıkmış oldu.
YABANCI GAZETECİLERİN “DON KİŞOT” BENZETMELERİ
Burada örnek olarak özetlediğimiz bu konulara benzer seyreden, içeride ve dışarıda, o kadar çok meselemiz var ki, anlatmakla ve yazmakla bitmez. Avrupalı ve Amerikalı bazı gazeteci dostlarımız, Türkiye’nin dış politika manevralarının, emsalsiz fıkralara konu olduğunu söylüyorlar. Don Kişot’un, İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in (1547-1616) “hayali” bir karakteri olduğuna gönderme yapan bu gazeteciler, bu karakterin, uluslararası alanda, devlet düzeyinde ve “gerçek” olarak ortaya çıkabileceğinin ise, hiç kimsenin aklına gelmeyeceğini ifade ediyorlar.
Maalesef, “dünya lideri, lider ülke, İslam dünyasının ümidi” vb. gibi söylemlerle, derin sarhoşluk içinde olan halkımız, %130’ları aşan enflasyona rağmen, gidişattan hayli mutlu görünüyor!