Müslümanları cahil bırakarak yönetmek (aslında buna, “sömürmek” demek gerekiyor)”, bize Emevîlerden mirastır. Hz. Ali’den (599-661) hükümdarlığı gasp ederek, “Hilafet”i ortadan kaldıran Muaviye (603-680), saltanatının daha ilk günlerinde, çok ciddi bir “meşruiyet” sorunu ile karşı karşıya kalmıştır(*). Mekke’nin fethine kadar, Hz.Peygamber’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyan (567-639) ile Uhud savaşında (625) şehit edilen, Hz.Peygamber’in amcası ve süt kardeşi Hz.Hamza’nın (568-625) ciğerini dişleyen Hind’in oğlu olan Muaviye, Hz.Peygamber’den sonra devletin başına getirilen Halifeler gibi, meşveretle devletin başına getirilmiş değildir. O nedenle, o tarihte hayatta olan sahabelerin büyük bir kısmı, Muaviye’nin Halifeliğini kabul etmemişlerdir.
Görünüşte, son Halife Hz.Osman’ı (576-656) katledenlerin cezalandırılmaları konusunu bahane eden Muaviye, meşru İslam Halifesi olan Hz.Ali’ye karşı isyan etmiş ve hükümdarlığı ondan gasp etmiştir. O nedenle, Muaviye’den itibaren Müslüman toplumların devletlerini yönetenlerin hiçbiri için “halife” unvanının kullanılması (kendileri öyle kullanmış olsalar da) doğru değildir.
MUAVİYE, SİYASİ MEŞRUİYET SORUNUNU NASIL ÇÖZDÜ?
Hükümdarlığı silah zoru ve hileli yollarla ele geçiren Muaviye’nin, şeytanî bir zekaya sahip olduğu anlaşılıyor. Zira, sahabiler ve halk nezdinde karşılaştığı meşruiyet sorununu, “Ehl-i Kur’an vel icma-i ümmet” anlayışına dayanan İslam dininin temellerini deforme ederek, yazdırdığı (bir rivayete göre 300 bin) sahte hadislere dayalı ve aslında bir din olmaktan ziyade, hanedan saltanatını kutsayan siyasi bir ideoloji olan “Ehl-i sünnet vel cemaat” anlayışını, yönetimi altındaki toplumlara “din” diye empoze ederek çözmüştür. Bu ideolojiyi, halka yaygın bir şekilde din olarak anlatmak için devasa camiler inşa ettiren Muaviye, Müslüman toplumlarda, “ücretli ibadet memurları” olan cami imamları ve müezzinleri uygulamasının da mucididir.
Cemaatle kılınacak namazların, tek başına kılınan namazlardan çok daha efdal olduğuna inandırılan insanlar, günde 5 kez camilerde toplanarak onlara, Muaviye’nin maaşlı memurları olan sözde “din görevlileri(?)” tarafından, Muaviye’nin halifeliğinin meşru olduğu anlatılmıştır. Bundan çok daha alçakça bir uygulama olarak ise, yıllarca camilerde, Hz.Ali ve Ehl-i Beyt mensupları kötülenmiş ve onlara yönelik akıl almayacak hakaretler ve küfürler edilmiştir; bu uygulamayı, sekizinci Emevî sultanı Ömer bin Abdülaziz (682-720) kaldırmıştır.
EMEVİLER YOK OLDU, AMA “EMEVİLİK” DEVAM EDİYOR!
Ne yazıktır ki, Emeviler’in, Muaviye’nin yazdırdığı sahte hadislere dayanarak (“ehl-i sünnet” söylemiyle) kurdukları ve halka meşru olarak gösterdikleri Bizans usulü hanedan saltanatı düzeni, Emevî saltanatına son veren Abbasîler tarafından da sürdürülmüştür. Kur’an-ı Kerîm’e dayanarak, Emevî saltanatının meşru olmadığını, Muaviye tarafından yazdırılan hadislerin uydurma olduğunu ortaya koyan, ünlü fıkıh âlimi (ve “Hanefî Mezhebi”nin imamı) İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (699-767), Abbasîler’in ikinci sultanı Mansur (714-775) tarafından zindana atılmış ve işkence edilerek katledilmiştir. Emevîler’in hanedan saltanatı düzenini aynen devam ettiren Abbasîler (ve İslam toplumlarında bugüne kadar gelen tüm saltanat sahipleri de), bütün siyasî yatırımlarını, halkın cehaleti üzerine yapmışlar ve yapmaya da devam etmektedirler.
Günümüzde, toplumlar için eğitimin ne kadar önemli olduğunu bilmeyen yoktur. Ancak, gerçek bir eğitimin ne olduğu, sözde Müslüman olan toplumlarda tartışmalıdır. Dört yaşından itibaren, çocukların o yaşlardaki pedagojik gelişimlerine uygun olmayan dini kavramlar üzerine bina edildiği iddia edilen eğitimle, tüm diğer toplumlarda olduğu gibi, Türk toplumu için cehalete dayalı bir gelecek inşa etme faaliyetleri, maalesef ülkemizde de giderek yaygınlaşıyor. Günümüz dünyasına hakim olan Batı medeniyeti ile rekabet edebilecek ve tamamen maddeye dayalı olan bu medeniyete karşı, üç asırdır kendi medeniyet anlayışlarını ortaya koyamamış olan sözde Müslüman toplumlar, yüzyıllardır uyguladıkları sözde eğitim (aslında “eğitimsizlik”) anlayışı ile, “dünyanın en geri toplumları olma” durumlarını kalıcı hale getiriyorlar ve bu durum, neredeyse kimsenin umurunda değil!
HER ALANDA BATI MEDENİYETİNİN ÜRÜNLERİNİ KULLANIYORUZ
Kişisel ve toplumsal hayatlarında kullandıkları hemen her şeyin, batı medeniyetinin icatları ve ürünleri olmasından zerre rahatsız olmayan sözde Müslümanlar, batı medeniyetinin materyalist karakteri üzerinden geliştirdikleri, gereksiz, yararsız ve hiçbir sonuç getirmeyen eleştirilerle, yüzyıllarını harcamaya devam ediyorlar. Başta Türkiye olmak üzere, sözde Müslüman ülkeler, Batılı bilim adamlarının icatlarından ve keşiflerinden yararlanarak ve onları taklit ederek, kendi ülkelerinde yapmakta oldukları derme-çatma teknolojik üretimlerle övünerek, dünyayı kendilerine güldürüyorlar.
Son yıllarda, Türkiye’de iktidar cenahının yere-göğe koyamadığı ve “İHA-SİHA” söylemleriyle milletin gözünü boyamakta olduğu ‘drone’lar, tümüyle Batılı bilim adamlarının ortaya koydukları bilimsel gelişmelere dayalı işlerdir. Sadece dijital kontrol sistemlerinin kodları değiştirilerek, sanki tümüyle kendi icatları ve üretimleriymiş ve dünyada emsali bulunmayan, ya da çok az olan işlermiş gibi halka yutturuluyor. Bu konuda, böylesine başarılı olmalarının en büyük sebebi, tüm siyasi yatırımlarını, müthiş bir şekilde, halkın cehaleti üzerine yapmış olmalarıdır. Bir asır önce, dünyanın en cahil ve en geri toplumlarından birini aydınlatarak, modern bir ülke kurmaya çalışan, Türk milletine çağdaş uygarlığın üzerine çıkma hedefini gösteren Atatürk’ün yaptığının tersine, günümüz iktidarı, tıpkı Emeviler’in yaptıkları gibi, tüm siyasi yatırımlarını halkın cehaletine yapıyor ve ülkemizde uygulanan, içi boş, şeklî demokrasi sayesinde de, 22 yıldır iktidarını sürdürebiliyor.
“KÖPEKSİZ KÖYDE DEĞNEKSİZ GEZMEK” BÖYLE OLUYOR!
İktidarın çok önemli diğer bir şansı ise, karşılarında (Emevileri deviren Abbasiler gibi) ciddi bir muhalefetin olmamasıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin iktidara geldiği günden bu yana, halkın karşısında, güya “muhalefet partisi” gibi arz-ı endam eden kuruluşların hiçbirinin, gerçekte iktidara talip oldukları söylenemez. Türkiye’de bugün, Erdoğan ve AK Parti’nin dışında, “gerçekten iktidara talip olduğu” söylenebilecek herhangi bir lider ve siyasi parti var mı? Geçen yıl (08.11.2023’te) gerçekleştirilen Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin 38. Olağan Kurultay’ında Genel Başkan seçilen Özgür Özel’in ve birlikte çalıştığı kadronun, bir yıllık performanslarına bakıldığında, “gerçekten iktidara talip” olduklarına dair herhangi bir hâlleri var mı?
1950’den sonra, Türkiye’de sadece iktidarları düzenlemeye ve/veya manipüle etmeye çalışan Batılı emperyalist güçler; BOP kapsamında, 2002’de başlatılan operasyonlarla, iktidarı ve muhalefeti birlikte düzenlemeyi başarmış görünüyorlar. Örneğin, halkın önüne, amansız bir iktidar muhalifi olarak çıkan ve Türk Milliyetçiliği ideolojisinin en güçlü siyasi kuruluşu olduğu zannedilen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Devlet Bahçeli, 15 Temmuz’dan itibaren, “hiç kimseye hiçbir açıklama yapmadan” bir anda, Siyasal İslamcı Erdoğan hayranı ve AK Parti yandaşı haline geldi! Nasıl ve neden, bilen var mı? Öyle ki, Erdoğan vazgeçse bile, kendisi Erdoğan’ın vazgeçmesine razı olmayacak! Bu arada, MHP’nin üst yönetim kadroları ile il ve ilçe teşkilatlarının bu durumu topluca kabullenmelerinin de bir izahı yok!
TOTALİTER REJİMLERDE ÖZGÜRLÜKLERDEN SÖZ EDİLEMEZ!
“Demokrasi anlayışının toplumsal kültür olarak özümsenmediği” ülkelerde yapılmakta olan, seçimler vb. gibi şeklî uygulamalara bakılarak, o ülkelerde demokrasinin var olduğu kabul edilemez ve bunu da hiç kimse kabul etmez! Ama, bu gibi ülkelerde uygulanan şekli ile sözde demokrasinin savunucuları (merkezî ve yerel düzeylerde), sadece ülke yönetimini ele geçirmiş olan siyasi çeteler ile bunlardan nemalanmakta olan toplum kesimleridir. Ülke halkının kahir ekseriyeti ile dış dünya ise, o ülkede demokrasi olmadığını bilir ve o yönetimlerle olan ilişkilerini de ona göre sürdürür. Bu durumun uzaması ile, demokrasi görünümlü totaliter idare şekli, “toplumsal yapı” haline dönüşür ve o ülkede insanlar, tedricen temel haklarını ve özgürlüklerini tamamen yitirirler.
Ne var ki, böyle bir durum, doğal bir şekilde sürdürülemez ve bu gibi ülkelerde, sürekli olarak siyasi, askerî ve iktisadî müdahalelerin yapılması zorunluluktur; aksi takdirde, totaliter idareler ilânihaye ayakta kalamaz! Çünkü, hangi alanda olursa olsun, yapılan müdahalelerle öngörülen sonuçların elde edilmesi, her zaman mümkün olmaz ve sistem yara almaya başlar. Dahası, totaliter sistemlerde başrolleri oynayan karakterler, nihayetinde insandırlar ve onların da doğal ömürleri vardır; hiçbir zaman da, ölenin yerine aynısını koyma imkanı yoktur! Ölenler, sistemle ilgili kendi sırlarını da beraberlerinde götürdüklerinden, o sırlara vakıf olmadan, yeni gelenlerin, öncekilerinin rollerini aynı şekilde sürdürmeleri mümkün olmaz!
Siyasi güçlerinin zayıflamakta olduğunu gören diktatörler, başta özgürlükler olmak üzere, halkın haklarını daha fazla gasp ederek yerlerini korumaya çalışırlar; ancak, bu da sürdürülebilir değildir. Demokratik sistemlerin sürdürülebilirlikleri ve zamanla güçlenmeleri ise, ancak “demokrasinin, toplumsal kültür olarak özümsenmesi” ile mümkün olabilir.
HALK YETERİNCE OLGUNLAŞMADAN DEMOKRASİ OLMAZ!
Türkiye’de, halk demokrasi kültürünü özümsemeden ve demokratik olgunlaşma sağlanmadan, “çok partili sistem” adı altında, II. Dünya Savaşı’nın galipleri olan ABD ve İngiltere’nin dayatmaları ile, 1946 yılında şeklen başlatılan sözde demokrasi uygulamaları, maalesef, sürekli olarak dış müdahalelere ve manipülasyonlara açık olmuştur.
Sözde dindar(!) kadrolardan oluşan ve halka karşı “yerli ve millî” olma iddiasını ileri süren AK Parti iktidarının, ne kadar İslâmî ve ne kadar millî olduğu tartışılır! Vaktiyle, Avrupa’nın “Hasta Adam” adını verdiği, Avrupa ülkelerinde meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ıskalayan, aldığı borçları ödeyemeyerek moratoryum (1875 Muharrem Kararnamesi) ilan eden Osmanlı Devleti’ni I.Dünya Savaşı’ndan (1914-1918) sonra parçalayan ve Osmanlı topraklarında kurulan 30’u aşkın devleti (Türkiye dışında) tek tek denetim ve kontrol altına alan Batı emperyalizmi bugün (1950’den sonra kontrol ve denetim altına almaya başladığı), BOP ile Türkiye’yi parçalayacak bir noktaya gelmiş görünüyor.
Ne yazıktır ki, içeride ve dışarıda meydana gelen hadiseleri ve gelişmeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin bekası açısından değerlendirebilecek, alınması gereken tedbirleri öngörebilecek ve o tedbirleri alabilecek siyasi kadrolar ile halka tüm bu durumları anlatabilecek yüksek niteliklere ve ahlâka sahip aydınlardan mahrum bulunuyoruz. Durumun farkında olan ve halka bunu anlatmaya çalışan az sayıdaki aydınımızın çabaları da, halkı uyandırmaya yetmiyor!
İŞ İŞTEN GEÇTİKTEN SONRA, HALKA BOP’U ANLATMAYA GEREK YOK
1999 yılında, “Abdullah Öcalan, ABD tarafından yaptığımız bir anlaşma gereğince teslim edilmiştir.” diyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e, “yapılan o anlaşmanın şartları”nı soran olmadığı gibi, 2002’de, boynunda bir Yahudi Madalyası ile gelip Başbakan olan ve kendisinin “BOP Eşbaşkanı” ve “Türkiye’nin BOP kapsamında görevleri” olduğunu söyleyen Erdoğan’a da, “BOP nedir?(**)” ve “Türkiye’ye kim, ne görevi veriyor?” diye soran olmadı!
Ve artık bugün Türkiye, Anayasamızın, “değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek” olan ilk 4 maddesinin ve 66. maddedeki vatandaşlık tanımının değiştirilmesi ile 40 bini aşkın askerimizi, polisimizi ve vatandaşımızı şehit etmiş olan PKK’nın elebaşı Öcalan’ın serbest bırakılması, devlet olarak, onunla siyasi bir masaya oturulması ve federasyon adı altında devletimizin parçalanması girişimleri gibi, A’dan Z’ye ihanet kokan bir safhaya gelmiş bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti olarak, tarihimizde bir emsali daha bulunmayan çok büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuz halde, sanki her şey güllük-gülistanlıkmış gibi, günlerini gün etmekte olan siyasilerin ve aydınların elinde yok oluşa doğru doludizgin gidiyoruz.
Şimdilik sözümüzü, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dediği gibi,
“Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
diyerek noktalayalım…
_______________
(*) İslam tarihinde son Halife, Hz.Ali’dir!.. İslam ülkelerinde, daha sonra gelen hükümdarların tamamı, Hz.Hasan’ın deyimi ile, “Bizans usûlü” hanedan saltanatı süren hükümdarlardır. “Babadan oğula (ya da kıza) geçen saltanat” yönetimi için, “İslam’a uygun” demek son derece yanlıştır. İslam’da bilhassa kamu yöneticilerinin belirlenmesinde ve tüm kamusal işlerde “meşveret” esastır; meşveret olmadan karar alınması yanlıştır; ayrıca, “nesebe dayalı hükümranlık devri”, dinen kabul edilemez!..
(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Orta_Do%C4%9Fu