Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

DEVLETİN ASIL İŞİ, “VERGİYİ TABANA YAYMAK” MIDIR?

Petrol ülkelerinde olduğu gibi, başlıca varlık sebepleri ve gelir kaynakları doğal zenginliklere dayalı olmayan devletlerin, iktisadi işletmeler, kiralar, gümrükler, imtiyaz hakları vb. gibi pek çok gelir kaynakları olsa da, “vergi”ler, devlet gelirleri arasında, daima çok büyük bir paya sahiptir. Alınma sebebi ve şekli nasıl olursa olsun, devletlerin vergi gelirleri, vatandaşların ürettiği katma değer üzerinden alınıyor. Vatandaşlarına yönelik işlemlerde “eşitlik”i ve “adalet”i gözetmeyi esas alan devletlerde, vergilerin dağlımı ile gelirlerin dağlımı arasında belirgin bir paralellik, yani doğru orantı vardır. Teferruata girmeden, kabaca söyleyecek olursak, ülkedeki gelirlerin %80’ine sahip olan kesimden, vergilerin de %80’e yakını alınır. Peki, acaba Türkiye’de durum nasıl? Bizde de, gelirlerin %80’ine sahip bulunan, nüfusun %10’luk kesiminden (yani, “mutlu azınlık”tan), ülke genelinde toplanmakta olan vergilerin %80’i mi alınıyor? Çok öncesini bilmeyeceğim, ama, Türkiye’de son yarım asra yakın bir süredir, ülke kaynaklarının çok büyük kesimini elinde bulunduran, nüfusun %10’luk kesimi, vergilerin çok az bir kısmını ödüyor; hatta bazıları hiç ödemiyor!. Yani devlet, vergileri tabana yayarken, refahı da adeta, iktidar çevresini oluşturan bir avuç insana hasrediyor!   İKTİDARIN, “VERGİ GELİRLERİNİ ARTTIRMA” ÇALIŞMALARI Son bir yıldır, iktidar (daha doğrusu Mehmet Şimşek), vergi gelirlerini arttırmak için çareler arıyor; ancak, ne hikmetse, daha çok vergi alabilme imkanı bulunan aşırı derecedeki varlıklılardan, “alınması gereken miktarda” vergi almanın yolları bulunamıyor! Mehmet Şimşek’in çalışmaları hakkında basına yansıyan bilgilerden anladığımız kadarıyla, Maliye bürokrasisi, “vergileri daha fazla tabana yaymak” için çalışıyor! Şimşek ve ekibinin, zengin kesimden vergi almalarından vazgeçtik, ikide bir Resmi Gazete’de yayınlanmakta olan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden öğrendiğimizde göre, onların devlete olan vergi borçları ile Hazine garantili kredi borçlarının silindiğini ve/veya 20-30 yıl ertelendiğini görüyoruz. Bugünlerde Meclis’te görüşülmekte olan bazı yasa tekliflerine bakılırsa, iktidar, “vergileri tabana yayma”, yani ülkedeki, servetin sadece %20’sine sahip bulunan, nüfusun %80’inden, şeytanın bile düşünemeyeceği ad ve yöntemlerle, yeni vergiler alma konusunda bir hayli kararlı görünüyor. Ne var ki, devlete karşı direnme güçleri bulunmayan fakir halkın üzerindeki vergi yüklerini ağırlaştırmaya devam eden devletlerin (ve iktidarların) ayakta kalamadıkları ve çoğu zaman feci şekilde yıkıldıkları hususunda, tarih bize sayısız örnekler veriyor!   MAKRO EKONOMİ GÖSTERGELERİNİ ANLAMAK Türkiye, Anavatan Partisi’nin (ANAP’ın) iktidara getirildiği 1983’yılından bu yana, daha önceki 60 yıllık döneme kıyasla, son derece hızlı bir şekilde, “dışarıya borçlanma” sürecine sokulmuştur. Türkiye’yi, 18,3 milyar Dolar dış borç ve 61,8 milyar Dolar yıllık Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH) ile devralan Turgut Özal, dışarıdan her yıl ortalama 4 ila 5 milyar Dolar ilave borç alarak, 6 yıllık Başbakanlığı döneminde, ülkemizi ilave 25,6 milyar Dolar borçlandırarak, Türkiye’nin dış borç toplamını, 43,9 milyar Dolara çıkarmıştır. Ne var ki, dış borç stokundaki yaklaşık 2,5 kata (2,40 kat) yaklaşan bu artış, GSMH’ya yansıtılamamış ve 1989 bitiminde GSMH, ancak bir buçuk kat (1,7 kat) artışla, 107,1 milyar Dolara çıkmıştır. Tabii, bu rakamdan bir de, yıllık nüfus artışının getirdiği payın düşülmesi gerekiyor. 2002 yılı sonunda, GSMH’sı 240,2 milyar Dolar ve dış borç stoku da, yaklaşık 129,6 milyar Dolar (yıllık GSMH, dış borç toplamından 110,6 milyar Dolar daha fazla) olan Türkiye’nin, 21 yıl sonra, yani 2023 yılı sonundaki dış borç toplamı 500 milyar (499,886 milyar) Dolar, GSMH ise, 1,1 trilyon Dolar (yani, dış borç toplamının iki katından biraz fazla). 2023 yılı GSMH’sının yarısından az gibi görünen dış borçlara, “müşteri garantili” yap-işlet-devret yatırımları için, Hazine’den Dolar ve Euro cinsinden yapılacak (tahminen, yılda ortalama 10 ila 15 milyar Dolar) ödemeler dahil değil; çünkü, bu rakamları önceden tam olarak hesaplayabilme imkanı yoktur! Ayrıca, bu GSMH rakamı brüt olup, buradan yıllık nüfus artışı payının düşülmesi gerekiyor.   DIŞ BORÇLARIMIZ HIZLA ARTMAYA DEVAM EDİYOR! Ülkemizle ilgili bu makroekonomi rakamlarını zikretmemizin sebebi, Türkiye’nin nasıl bir “dış borçlanma” sürecine sokulduğuna işaret etmektir. Nitekim, 1983’ten bu yana dış borçlar (“müşteri garantili” yatırımlar için, Dolar ve Euro cinsinden yapılacak ödemeler hariç) 3,8 kat artarken, yıllık GSMH ancak 4,5 kat arttırılabilmiştir. Tabii burada, 1983’te 66 milyon olan Türkiye nüfusunun, 2023 sonunda 85,4 milyona çıktığını göz önüne almamız ve GSMH artışından, yaklaşık 20 milyonu bulan artan nüfusun payını (310 milyar Dolar) düşmemiz gerekiyor. Bu durumda, reel GSMH artışının 3,2 kat olduğu söylenebilir ki bu 3,8 kat olan dış borç artışından daha düşük bir miktardır. Tabii bu arada, ülkemizin “yıllık ithalat ve ihracat rakamları arasındaki negatif fark”a (cari açık) da bakmamız gerekiyor. 2002 yılı sonuna gelindiğinde, Türkiye’nin toplam cari açığı 20 milyar Dolar düzeyindedir. 2023 yılı sonu itibariyle toplam cari açığımız ise, 2 kattan fazla artarak, 45,2 milyar Dolara yükselmiştir. Cari açığı, daima dış borç toplamı ile birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü, ülke ekonomisini olumsuz etkileyen bu iki dinamik, son derece önemlidir. Öte yandan, yapılan ithalatın katma değer üretimimize olan katkısı da son derece düşüktür. Ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek düzeyde katma değer üretemediğimiz için, ülkemizin borçları ve ithalatı sürekli artmaktadır. Bu husus, ülkemizi, doğrudan “ekonomik gerileme” sürecine itmektedir. Arada, “kişi başına milli gelir” rakamlarında meydana gelen artışların ise, ciddi bir anlamı yoktur; çünkü, bunlar konjonktürel yapay artışlardır. Nitekim, 2002-2013 yılları arasında yaşanan ve 13 bin Dolara kadar çıkan kişi başına milli gelir artışı, bugün 12.800 Dolara gerilemiştir. Türkiye bu haliyle, “kişi başına milli gelir düzeyi” bakımından, dünyadaki 193 ülke arasında 87. sıradadır.   TÜRKİYE’NİN “EMEKLİLİK FONLARI”NA NE OLDU? Genel olarak, ekonomimizdeki üretkenlikle elde edilen vergi gelirlerinin, her yıl sürekli artış halinde olan devlet harcamaları için yeterli olmadığı ortadadır. Devleti yöneten kadro, bütçe açıklarını, halkın alt gelir düzeyindeki kesimlerine yeni vergiler koyarak kapatmaya çalışıyor; ya da onlar, getirdikleri her vergi için, halka karşı, bütçe açıklarını gerekçe olarak kullanıyorlar. Ünlü Amerikalı psikolog Abraham Maslow’a göre, gündelik geçim dertleri ile boğuşmakta olan insanların, ülke meseleleri ve toplumsal konularla ilgilenebilmeleri imkansızdır; işte bu durum, iktidardaki kadroların, bilhassa vergiler olmak üzere, devlet harcamalarında çok daha cüretkar davranmalarına yol açıyor. Öte yandan, son birkaç yıldır, giderek belirgin hale gelen emeklilerin sorunlarının altında yatan sebeplerin başında, bütçe açıkları geliyor; ya da iktidar halka böyle söylüyor! Vergi politikalarını, “fakir kesimlerden daha fazla vergi alma”ya endekslemiş olan iktidar, 2005’ten itibaren Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un “emeklilik fonları”na el koyarak, buralardaki paraları har vurup-harman savurduğu için, bugün devlet bütçesinden emekli maaşlarına para ayırmakta zorlanıyor. Halbuki, emeklilerin maaşları, eskiden devlet bütçesinden değil, çalışanlardan kesilmekte olan “emeklilik primleri” ile oluşturulan fonlardan ödeniyordu. Emeklilik fonlarında biriken paralar, çeşitli ekonomik yatırım araçları ile çoğaltılıyor ve emeklilere, insanca yaşam standardına yetecek kadar maaş ödenebiliyordu. Ama, artık elde, o münbit emeklilik fonları olmadığı gibi, iktidarın elinde, yeterli bütçe kaynakları da yok! Emeklilik fonlarındaki kaynaklara yönelik yağmanın bir benzeri, “Afet Fonları”na da yapılmıştır. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden sonra oluşturulan Afet Fonu’nda biriken paralar da, maalesef iktidar tarafından yağmalanmış, geçen yıl meydana gelen, 11 ili kapsayan Kahramanmaraş merkezli depremde bu fonlardan yararlanılamamıştır.   AÇLIK SINIRININ ALTINDA YAŞAYAN KİTLE BÜYÜYOR Halkımızın üçte ikisine yakın bölümü, açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Başta beslenme ve barınma olmak üzere, geçim sıkıntıları altında ezilmekte olan insanlar, bunun sebebinin iktidar olduğunu şimdilik değerlendiremiyorlar. Ancak, bu böyle devam ettiği takdirde, kitlesel patlamaların yaşanması kaçınılmazdır ki, kitlesel patlamalar, aniden ortaya çıkan büyük seller gibidir; ne yöne ve neden aktığı bilinemez, ama değdiği yerleri yıkar, yakar… Maalesef, ülkemizin bu tehlikeli gidişini durduracak “niyet ve kabiliyet”te siyasi kadrolara sahip değiliz. İktidarı ve sözde muhalefeti ile, ülkemizin kaderini elinde tutmakta olan siyasi kadrolarla geldiğimiz nokta ortadadır. Bugün Türkiye, devlet olarak gündelik harcamalarını karşılayabilecek bütçe imkanlarına sahip değildir! Neden peki? Ülkeyi yönetenler, birlikte yürüdükleri ve yağan yağmurlarda 20 yıldır birlikte ıslanmakta oldukları bir avuç insanla, adeta kendi saltanatlarını yaşarken, halkın kahır ekseriyeti her geçen gün, çok daha ağır geçim sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalıyorlar. Elbette bu böyle, sonsuza kadar devam edecek bir durum değildir! Ne diyordu Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780): “Hakk şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler, Arif ânı seyreyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.”
Ekleme Tarihi: 29 Temmuz 2024 - Pazartesi

DEVLETİN ASIL İŞİ, “VERGİYİ TABANA YAYMAK” MIDIR?

Petrol ülkelerinde olduğu gibi, başlıca varlık sebepleri ve gelir kaynakları doğal zenginliklere dayalı olmayan devletlerin, iktisadi işletmeler, kiralar, gümrükler, imtiyaz hakları vb. gibi pek çok gelir kaynakları olsa da, “vergi”ler, devlet gelirleri arasında, daima çok büyük bir paya sahiptir. Alınma sebebi ve şekli nasıl olursa olsun, devletlerin vergi gelirleri, vatandaşların ürettiği katma değer üzerinden alınıyor. Vatandaşlarına yönelik işlemlerde “eşitlik”i ve “adalet”i gözetmeyi esas alan devletlerde, vergilerin dağlımı ile gelirlerin dağlımı arasında belirgin bir paralellik, yani doğru orantı vardır. Teferruata girmeden, kabaca söyleyecek olursak, ülkedeki gelirlerin %80’ine sahip olan kesimden, vergilerin de %80’e yakını alınır.

Peki, acaba Türkiye’de durum nasıl? Bizde de, gelirlerin %80’ine sahip bulunan, nüfusun %10’luk kesiminden (yani, “mutlu azınlık”tan), ülke genelinde toplanmakta olan vergilerin %80’i mi alınıyor? Çok öncesini bilmeyeceğim, ama, Türkiye’de son yarım asra yakın bir süredir, ülke kaynaklarının çok büyük kesimini elinde bulunduran, nüfusun %10’luk kesimi, vergilerin çok az bir kısmını ödüyor; hatta bazıları hiç ödemiyor!. Yani devlet, vergileri tabana yayarken, refahı da adeta, iktidar çevresini oluşturan bir avuç insana hasrediyor!

 

İKTİDARIN, “VERGİ GELİRLERİNİ ARTTIRMA” ÇALIŞMALARI

Son bir yıldır, iktidar (daha doğrusu Mehmet Şimşek), vergi gelirlerini arttırmak için çareler arıyor; ancak, ne hikmetse, daha çok vergi alabilme imkanı bulunan aşırı derecedeki varlıklılardan, “alınması gereken miktarda” vergi almanın yolları bulunamıyor! Mehmet Şimşek’in çalışmaları hakkında basına yansıyan bilgilerden anladığımız kadarıyla, Maliye bürokrasisi, “vergileri daha fazla tabana yaymak” için çalışıyor! Şimşek ve ekibinin, zengin kesimden vergi almalarından vazgeçtik, ikide bir Resmi Gazete’de yayınlanmakta olan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden öğrendiğimizde göre, onların devlete olan vergi borçları ile Hazine garantili kredi borçlarının silindiğini ve/veya 20-30 yıl ertelendiğini görüyoruz.

Bugünlerde Meclis’te görüşülmekte olan bazı yasa tekliflerine bakılırsa, iktidar, “vergileri tabana yayma”, yani ülkedeki, servetin sadece %20’sine sahip bulunan, nüfusun %80’inden, şeytanın bile düşünemeyeceği ad ve yöntemlerle, yeni vergiler alma konusunda bir hayli kararlı görünüyor. Ne var ki, devlete karşı direnme güçleri bulunmayan fakir halkın üzerindeki vergi yüklerini ağırlaştırmaya devam eden devletlerin (ve iktidarların) ayakta kalamadıkları ve çoğu zaman feci şekilde yıkıldıkları hususunda, tarih bize sayısız örnekler veriyor!

 

MAKRO EKONOMİ GÖSTERGELERİNİ ANLAMAK

Türkiye, Anavatan Partisi’nin (ANAP’ın) iktidara getirildiği 1983’yılından bu yana, daha önceki 60 yıllık döneme kıyasla, son derece hızlı bir şekilde, “dışarıya borçlanma” sürecine sokulmuştur. Türkiye’yi, 18,3 milyar Dolar dış borç ve 61,8 milyar Dolar yıllık Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH) ile devralan Turgut Özal, dışarıdan her yıl ortalama 4 ila 5 milyar Dolar ilave borç alarak, 6 yıllık Başbakanlığı döneminde, ülkemizi ilave 25,6 milyar Dolar borçlandırarak, Türkiye’nin dış borç toplamını, 43,9 milyar Dolara çıkarmıştır. Ne var ki, dış borç stokundaki yaklaşık 2,5 kata (2,40 kat) yaklaşan bu artış, GSMH’ya yansıtılamamış ve 1989 bitiminde GSMH, ancak bir buçuk kat (1,7 kat) artışla, 107,1 milyar Dolara çıkmıştır. Tabii, bu rakamdan bir de, yıllık nüfus artışının getirdiği payın düşülmesi gerekiyor.

2002 yılı sonunda, GSMH’sı 240,2 milyar Dolar ve dış borç stoku da, yaklaşık 129,6 milyar Dolar (yıllık GSMH, dış borç toplamından 110,6 milyar Dolar daha fazla) olan Türkiye’nin, 21 yıl sonra, yani 2023 yılı sonundaki dış borç toplamı 500 milyar (499,886 milyar) Dolar, GSMH ise, 1,1 trilyon Dolar (yani, dış borç toplamının iki katından biraz fazla). 2023 yılı GSMH’sının yarısından az gibi görünen dış borçlara, “müşteri garantili” yap-işlet-devret yatırımları için, Hazine’den Dolar ve Euro cinsinden yapılacak (tahminen, yılda ortalama 10 ila 15 milyar Dolar) ödemeler dahil değil; çünkü, bu rakamları önceden tam olarak hesaplayabilme imkanı yoktur! Ayrıca, bu GSMH rakamı brüt olup, buradan yıllık nüfus artışı payının düşülmesi gerekiyor.

 

DIŞ BORÇLARIMIZ HIZLA ARTMAYA DEVAM EDİYOR!

Ülkemizle ilgili bu makroekonomi rakamlarını zikretmemizin sebebi, Türkiye’nin nasıl bir “dış borçlanma” sürecine sokulduğuna işaret etmektir. Nitekim, 1983’ten bu yana dış borçlar (“müşteri garantili” yatırımlar için, Dolar ve Euro cinsinden yapılacak ödemeler hariç) 3,8 kat artarken, yıllık GSMH ancak 4,5 kat arttırılabilmiştir. Tabii burada, 1983’te 66 milyon olan Türkiye nüfusunun, 2023 sonunda 85,4 milyona çıktığını göz önüne almamız ve GSMH artışından, yaklaşık 20 milyonu bulan artan nüfusun payını (310 milyar Dolar) düşmemiz gerekiyor. Bu durumda, reel GSMH artışının 3,2 kat olduğu söylenebilir ki bu 3,8 kat olan dış borç artışından daha düşük bir miktardır.

Tabii bu arada, ülkemizin “yıllık ithalat ve ihracat rakamları arasındaki negatif fark”a (cari açık) da bakmamız gerekiyor. 2002 yılı sonuna gelindiğinde, Türkiye’nin toplam cari açığı 20 milyar Dolar düzeyindedir. 2023 yılı sonu itibariyle toplam cari açığımız ise, 2 kattan fazla artarak, 45,2 milyar Dolara yükselmiştir. Cari açığı, daima dış borç toplamı ile birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü, ülke ekonomisini olumsuz etkileyen bu iki dinamik, son derece önemlidir.

Öte yandan, yapılan ithalatın katma değer üretimimize olan katkısı da son derece düşüktür. Ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek düzeyde katma değer üretemediğimiz için, ülkemizin borçları ve ithalatı sürekli artmaktadır. Bu husus, ülkemizi, doğrudan “ekonomik gerileme” sürecine itmektedir. Arada, “kişi başına milli gelir” rakamlarında meydana gelen artışların ise, ciddi bir anlamı yoktur; çünkü, bunlar konjonktürel yapay artışlardır. Nitekim, 2002-2013 yılları arasında yaşanan ve 13 bin Dolara kadar çıkan kişi başına milli gelir artışı, bugün 12.800 Dolara gerilemiştir. Türkiye bu haliyle, “kişi başına milli gelir düzeyi” bakımından, dünyadaki 193 ülke arasında 87. sıradadır.

 

TÜRKİYE’NİN “EMEKLİLİK FONLARI”NA NE OLDU?

Genel olarak, ekonomimizdeki üretkenlikle elde edilen vergi gelirlerinin, her yıl sürekli artış halinde olan devlet harcamaları için yeterli olmadığı ortadadır. Devleti yöneten kadro, bütçe açıklarını, halkın alt gelir düzeyindeki kesimlerine yeni vergiler koyarak kapatmaya çalışıyor; ya da onlar, getirdikleri her vergi için, halka karşı, bütçe açıklarını gerekçe olarak kullanıyorlar. Ünlü Amerikalı psikolog Abraham Maslow’a göre, gündelik geçim dertleri ile boğuşmakta olan insanların, ülke meseleleri ve toplumsal konularla ilgilenebilmeleri imkansızdır; işte bu durum, iktidardaki kadroların, bilhassa vergiler olmak üzere, devlet harcamalarında çok daha cüretkar davranmalarına yol açıyor.

Öte yandan, son birkaç yıldır, giderek belirgin hale gelen emeklilerin sorunlarının altında yatan sebeplerin başında, bütçe açıkları geliyor; ya da iktidar halka böyle söylüyor! Vergi politikalarını, “fakir kesimlerden daha fazla vergi alma”ya endekslemiş olan iktidar, 2005’ten itibaren Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un “emeklilik fonları”na el koyarak, buralardaki paraları har vurup-harman savurduğu için, bugün devlet bütçesinden emekli maaşlarına para ayırmakta zorlanıyor. Halbuki, emeklilerin maaşları, eskiden devlet bütçesinden değil, çalışanlardan kesilmekte olan “emeklilik primleri” ile oluşturulan fonlardan ödeniyordu. Emeklilik fonlarında biriken paralar, çeşitli ekonomik yatırım araçları ile çoğaltılıyor ve emeklilere, insanca yaşam standardına yetecek kadar maaş ödenebiliyordu. Ama, artık elde, o münbit emeklilik fonları olmadığı gibi, iktidarın elinde, yeterli bütçe kaynakları da yok! Emeklilik fonlarındaki kaynaklara yönelik yağmanın bir benzeri, “Afet Fonları”na da yapılmıştır. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden sonra oluşturulan Afet Fonu’nda biriken paralar da, maalesef iktidar tarafından yağmalanmış, geçen yıl meydana gelen, 11 ili kapsayan Kahramanmaraş merkezli depremde bu fonlardan yararlanılamamıştır.

 

AÇLIK SINIRININ ALTINDA YAŞAYAN KİTLE BÜYÜYOR

Halkımızın üçte ikisine yakın bölümü, açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Başta beslenme ve barınma olmak üzere, geçim sıkıntıları altında ezilmekte olan insanlar, bunun sebebinin iktidar olduğunu şimdilik değerlendiremiyorlar. Ancak, bu böyle devam ettiği takdirde, kitlesel patlamaların yaşanması kaçınılmazdır ki, kitlesel patlamalar, aniden ortaya çıkan büyük seller gibidir; ne yöne ve neden aktığı bilinemez, ama değdiği yerleri yıkar, yakar…

Maalesef, ülkemizin bu tehlikeli gidişini durduracak “niyet ve kabiliyet”te siyasi kadrolara sahip değiliz. İktidarı ve sözde muhalefeti ile, ülkemizin kaderini elinde tutmakta olan siyasi kadrolarla geldiğimiz nokta ortadadır. Bugün Türkiye, devlet olarak gündelik harcamalarını karşılayabilecek bütçe imkanlarına sahip değildir! Neden peki? Ülkeyi yönetenler, birlikte yürüdükleri ve yağan yağmurlarda 20 yıldır birlikte ıslanmakta oldukları bir avuç insanla, adeta kendi saltanatlarını yaşarken, halkın kahır ekseriyeti her geçen gün, çok daha ağır geçim sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalıyorlar. Elbette bu böyle, sonsuza kadar devam edecek bir durum değildir!

Ne diyordu Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780):

“Hakk şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Arif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.”

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.