Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

CEHALETİN ZEHİRLİ MEYVELERİ VE TOPLUMUN SONU

Başta İslam dünyası olmak üzere, dünyadaki geri kalmış tüm toplumların ortak özelliği “cehalet”tir. Cehaletin, “ahlâksızlık, adaletsizlik, zulüm, fanatizm (yobazlık)” vb. gibi çeşitli zehirli meyveleri vardır. Cehaletin adeta din hâline geldiği toplumlarda, bu zehirli meyvelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hemen herkesin etkisi, aklı ve gücü ölçüsünde ahlâksızlık, adaletsizlik, zulüm ve yobazlık yaptığı bu tür toplumlarda, hemen her alanda yükselme imkanı bulanlar ise, belli bir zekâ seviyesi gerektiren “kurnazlar” ve halk dilinde “laf ebesi” adı verilen “demagoglar”dır. Osmanlı Devleti’nin 1915 yılındaki sınırları içinde bugün yer alan (ve halkları da sözde Müslüman olan) 32 ülke arasında Türkiye, hemen her alanda, diğer 31 ülkenin çok ilerisindedir. Türkiye bu durumunu, tek başına Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun kurduğu “laik Cumhuriyet”e borçludur. Türkiye’den hiç kimsenin, diğer sözde İslam ülkelerine gidip yerleşmediği; aksine, tüm o ülkelerden insanların Türkiye’ye gelebilmek için, akıl almaz zorlukları göze aldıkları bilinen bir gerçektir. Türkiye’den ise, insanlar, gelişmiş batılı ülkelere gitmektedirler. Ancak, bunun için, Müslüman ülkelerden Türkiye’ye gelenlerin göze aldıkları zorlukları göze almıyorlar; sadece uygun bir fırsat çıktığında gidiyorlar. Türkiye, Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana geçen bir asırda, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin topraklarında kurulan tüm diğer ülkelerden ileride olsa da, maalesef, tüm dünyayı etkisi altına alan batı medeniyeti seviyesine ulaşabilmiş değildir. Bunun başlıca sebebi, 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı ile “Atatürk İnkılapları”na ve laik Cumhuriyet’e karşı, din örtüsü altında başlatılan “karşı devrim” hareketleridir.   CUMHURİYET, GERİ VİTESE NASIL ALINDI? Hz. Muhammed’in en azılı düşmanlarından olan Ebu-Sufyan’ın oğlu I. Muaviye’den (603-680) bu yana, İslam dünyasında, “yönetilen halkın olabildiğince cahil bırakılması”nı temel alan, “Bizans usulü hanedan saltanatı(*)” rejimi, günümüze kadar, hemen tüm İslam ülkelerinde devam etmektedir. 20. yüzyıl başlarında, Müslümanların yaşadıkları tüm diğer ülkelere kıyasla, oldukça ilerde olan Osmanlı Devleti’nde, sadece erkeklerin okur-yazar olduklarını ve onların da tüm nüfusa oranlarının, en iyimser tahminlerle %2-3 seviyelerinde olduğu düşünüldüğünde, cehaletin boyutları, nispeten daha iyi anlaşılır. Cumhuriyet’in, 1923 yılında Osmanlı’dan devraldığı yaklaşık 12 milyon nüfusun okuma-yazma oranı da, aynı düzeylerde olmalıydı. 01 Kasım 1928 tarihinde gerçekleştirilen Harf İnkılabı’nı takip eden 10 yıl içinde, Türkiye’deki okuma-yazma oranı, İslam tarihinde hiçbir ülkede görülmedik düzeylere (%15) yükselmiştir. Dahası, bu okur-yazarlar arasında, kadınların oranı da hayli önemli bir yer tutmaktadır. Bugün ise, Türkiye’de kadınların okuma-yazma oranı, erkekler çok yaklaşmıştır. Ne yazıktır ki, tüm hayatı parlak askerî zaferle geçen Atatürk’ün ömrü, Türkiye’de cehalete karşı başlattığı savaşı kazanmaya yetmemiştir! Vefatından hemen bir yıl sonra II. Dünya Savaşı’nın (01.09.1939-02.09.1945) patlaması, kendisinden sonra ülke yönetimini devralan İsmet İnönü’yü, Atatürk’ün başlattığı cehaletle ve fakirlikle savaşta yenik düşürmüştür. Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nın ateşinden korumaya odaklanan İnönü ve arkadaşları, Cumhuriyet Halk Partisdi (CHP) içinde kendi aleyhlerine ortaya çıkan muhalif gruplar karşısında siyaseten başarısız oldular. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden üç ay önce (07.06.1945 günü) yapılan ve “toprak reformu”nun görüşüleceği CHP Grup Toplantısı’nda, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen ve kamuoyunda “Dörtlü Takrir” adıyla bilinen önerge ile resmen ortaya çıkan muhalif grup, savaş yıllarında ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıların tüm faturasını İnönü’ye ve ekibine çıkarıyordu.   DP DÖNEMİNDE HEBA EDİLEN YILLAR VE İMKANLAR Bu olay üzerine, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü CHP’den ihraç edilince, Celal Bayar ve Refik Koraltan da, istifa ederek kendileri partiden ayrıldılar. Bu grup, 7 ay sonra (07.01.1946’da) CHP’den ayrılan diğer bazı arkadaşları ile birlikte, Demokrat Parti’yi (DP) kurdular. Aynı yıl 21 Temmuz’da yapılan Milletvekilliği Genel Seçimlerinde 61 milletvekili çıkararak, mecliste Ana Muhalefet Partisi olan DP, 14 Mayıs 1950’de yapılan bir sonraki seçimlerde, o tarihte 487 sandalyeye sahip olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM’de), 416 milletvekilliği kazanarak, tek başına iktidara geldi. Böylece, Celal Bayar Cumhurbaşkanı ve Adnan Menderes de Başbakan oldular. DP’nin iktidara gelmesi ile o tarihe kadar sesleri çıkmayan dinci çevreler ile, Millî Mücadele Dönemi’nin padişah, Yunan ve İngiliz yanlıları, din örtüsü altında, laik Cumhuriyet’e ve Atatürk’ün manevi hatırasına karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Bu durumun, çığırından çıkarak toplumsal çatışmalar boyutuna vardığını gören Cumhurbaşkanı Bayar’ın tavsiyesi ile, hâlen yürürlükte olan ve kamuoyunda “Atatürk’ü koruma kanunu” olarak bilinen, 5816 sayılı, “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun (25.07.1951) çıkarıldı. II. Dünya Savaşı’nın bitimine altı ay kala (23.02.1945’te) Almanya’ya ve Japonya’ya karşı savaş ilan eden Türkiye, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği, “Müttefik Devletler” grubuna katılmış olsa da, fiilen savaşa girmedi. Türkiye fiilen savaşa girmemiş olsa da, savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, Alman orduları Trakya sınırımıza dayandığından, Türkiye, askerî tedbirler bakımından, bilfiil savaştaymış gibi, 6 yıl boyunca, adeta seferberlik şartlarında teyakkuz halinde yaşadı. Bu durumun, halkın gündelik hayatına olan olumsuz etkileri, fevkalade ciddi boyutlarda oldu. Savaştan sonra, zarar gören ülkeleri kalkındırmak amacıyla ABD tarafından, Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı nezdinde uygulamaya konulan Marshall Fonu, büyük zorluklar yaşamış olan Türkiye için önemli bir imkandı. İnönü Hükümeti, bu fondan yararlanma imkanı veren anlaşmayı 12.07.1947 tarihinde imzalamış olsa da, yardımın büyük bir bölümü, 1950-51 yıllarında, DP iktidarına verildi.   27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ’NE DOĞRU Dünyada esen savaş rüzgarlarının durmuş olması ve ABD’den gelen sıcak para ile, halka hızlı bir şekilde refah yansıtma imkanı bulan DP, kamuoyu nezdinde, müthiş bir destek sahibi oldu. Ne var ki, verilen para hemen iki yıl içinde bitti ve DP Hükümeti, 10 yıllık iktidar süresinde, defalarca borç anlaşmaları imzalayarak, TBMM onayına sunma gereği duymadan uygulamaya koyacak ve 1958 yılında “moratoryum (devlet iflası)” ilan edecektir. Elinde kaynak kalmayan, dışarıdan da kredi bulma imkanı bulamayan DP Hükümeti, ülkede yaşanan zorlukların sebebinin CHP olduğunu ileri sürerek, yasal sınırları aşarak muhalefete karşı, sert saldırılar başlattı. Henüz, yeterince aydınlanmamış ve olan-biteni yeterince değerlendirebilme kabiliyeti kazanamamış olan halk, bu kavgada DP’nin yanında yer alsa da, yaşanan sorunların çözülmesi bir yana, ülke daha da kötüye gitmeye başlamıştı. Sonunda, devlet sisteminin çökmekte olduğunu değerlendiren Türk Silahlı Kuvvetleri, gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’yle, DP Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırdı. Elbette, “demokrasi” açısından bakıldığında, böyle bir darbenin hoşgörü ile karşılanması düşünülemez; ancak, devletin tehlikeye girdiği hallerde, sivil siyaset, bu tehlikeyi önlemek bir yana, daha da arttırıcı davranışlar içine giriyorsa, askerî ya da sivil bir ihtilâl kaçınılmaz hâle gelir.   HALK, NİTELİKLİ VE EHİL İNSANLARI SEÇEMİYORSA! Halk tarafından devlet yönetimine “nitelikli ve ehil” siyasi kadrolar getirilemeyince, o ülkeler üzerinde emperyalist hesapları olan güçlü devletler müdahil olur. “Bağımsızlık” kavramı açısından bakıldığında, bir ülkenin, bir başka ülkenin yönetim işlerine müdahalesi, elbette kabul edilecek bir durum değildir. Ne var ki, kendi devlet yöneticilerini seçmede doğru karar veremeyen ülkelerin halkları, çoğu zaman dış güçlerin yerel taşeronları olan siyasilerin elinden kurtulamazlar. Bu durum uzun süre devam ettiğinde ise, devletlerini ve ülkelerini kaybederler. Bu bakımdan, Türk halkının Osmanlı tarihini ve bilhassa da devletin yıkılma süreci olarak kabul edilen, son iki asırlık dönemini (1683-1922) her şeyden iyi öğrenmesi ve bu tarihten alınması gereken dersleri alması gerekiyor. Kendi geçmişlerini bilmeyen ve ders almayan milletler için, tarih kendini tekrar etmeye devam eder. Ne yazıktır ki Türkiye, uyguladığı eğitim sistemi ile, rakip (ve düşman) olan ülkeler karşısında rekabet ve mücadele edebilecek bir toplum yetiştiremedi. Özellikle şu son 15-20 yıl olmak üzere, 60-70 yıldır, hemen her bakımdan “yetersiz ve niteliksiz” gençlere diploma dağıtmaktan başka, kayda değer hiçbir eğitim kalitesi bulunmayan ve adeta, “cehalet eğitimi” yapılmakta olan okullarımızda ve sözde üniversitelerimizde, nesillerimiz heba ediliyor; üstelik bunun için bir de büyük paralar harcanıyor! Her şeye rağmen kendini yetiştirmeyi başarmış olan birinci sınıf beyinlerimiz ise, gelişmiş batılı ülkeler tarafından devşiriliyorlar ve ülkemiz, kayda değer hiçbir eğitimi olmayan ama, kurnaz ve demagoglar olan ikinci, üçüncü, .… beşinci sınıf insanların eline kalıyor!   EN OLMAYACAK TİPLERİ TEPEMİZE ÇIKARIYORUZ! Lütfen şöyle etrafınıza, yakın çevrenize bir bakın. Kim ve ne olduklarını gayet yakından bildiğiniz sözde siyasetçiler (ve onların atadıkları bürokratlar) arasında, acaba kaç tanesi, işgal etmekte oldukları koltukları hak edecek düzeyde ehliyet ve liyakat sahibidir? Yakından tanıma imkanınızın olmadığı, gazete, TV, radyo vb. gibi konvansiyonel medya organları ile internetteki sosyal medya mecralarında, abartılarak parlatılan; ama gerçekte hiçbir kayda değer eğitimleri ve nitelikleri olmayan, kim ve ne olduklarını bilmeyeceğiniz karton kahramanların peşinde koşarak, bu ülkenin nereye gideceğini zannediyorsunuz acaba? Geri kalmış toplumlarda, birbirlerini yakından tanıyan ve bilen insanlar, maalesef birbirlerini öncelikle ve sadece “olumsuz” özellikleri ile değerlendirir ve birbirlerine karşı, toplum nezdinde yüceltici hiçbir davranış göstermez. Buna karşılık, yakından tanıma ve bilme imkanı bulunmayan, ama medyada sürekli parlatılan ve övülen insanları yücelterek, bunlara ülkeyi ve kendilerini sömürme gücü verirler. Türkiye’de de, Balıkesir’de de aynı şekilde bu süreç yaşandığından, bu şartlar bu şekilde devam ettiği sürece, daima gelen gideni aratacaktır. Çünkü, her gelen, toplumu bir öncekinden çok daha karanlık seviyelere taşımaya devam edecektir. Bu gidişin tek çaresi, “toplumsal aydınlanma”dır. Bunun için de, herkesin, kendi yakın çevresinde bildiği ve tanıdığı bilgili insanlara değer vermesi gerekiyor. Çünkü, “marifet iltifata tabidir”… Bir ülkede kıymeti bilinmeyen marifetli (yüksek nitelikli aydın) insanlar, kıymetlerinin bilineceği başka yerlere giderler... Ne var ki, cehaletin din haline geldiği toplumlarda buna imkan yoktur!.. _____________ (*) Bu ifade, 669 yılında Emevi Devleti’nin başkenti Şam’dan, I.Muaviye tarafından “kendisinden sonra, onun oğlu Yezid’e biat edilmesi talebi” ile gönderilen heyete, Medineliler adına “red” cevabını veren Hz. Ali’nin büyük oğlu Hz.Hasan’a (624-669) aittir. Hz.Hasan, bu görüşmeden kısa bir süre sonra vefat etmiştir (Bir rivayete göre de, eşlerinden biri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür).
Ekleme Tarihi: 09 Aralık 2024 - Pazartesi

CEHALETİN ZEHİRLİ MEYVELERİ VE TOPLUMUN SONU

Başta İslam dünyası olmak üzere, dünyadaki geri kalmış tüm toplumların ortak özelliği “cehalet”tir. Cehaletin, “ahlâksızlık, adaletsizlik, zulüm, fanatizm (yobazlık)” vb. gibi çeşitli zehirli meyveleri vardır. Cehaletin adeta din hâline geldiği toplumlarda, bu zehirli meyvelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hemen herkesin etkisi, aklı ve gücü ölçüsünde ahlâksızlık, adaletsizlik, zulüm ve yobazlık yaptığı bu tür toplumlarda, hemen her alanda yükselme imkanı bulanlar ise, belli bir zekâ seviyesi gerektiren “kurnazlar” ve halk dilinde “laf ebesi” adı verilen “demagoglar”dır.

Osmanlı Devleti’nin 1915 yılındaki sınırları içinde bugün yer alan (ve halkları da sözde Müslüman olan) 32 ülke arasında Türkiye, hemen her alanda, diğer 31 ülkenin çok ilerisindedir. Türkiye bu durumunu, tek başına Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun kurduğu “laik Cumhuriyet”e borçludur. Türkiye’den hiç kimsenin, diğer sözde İslam ülkelerine gidip yerleşmediği; aksine, tüm o ülkelerden insanların Türkiye’ye gelebilmek için, akıl almaz zorlukları göze aldıkları bilinen bir gerçektir. Türkiye’den ise, insanlar, gelişmiş batılı ülkelere gitmektedirler. Ancak, bunun için, Müslüman ülkelerden Türkiye’ye gelenlerin göze aldıkları zorlukları göze almıyorlar; sadece uygun bir fırsat çıktığında gidiyorlar.

Türkiye, Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana geçen bir asırda, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin topraklarında kurulan tüm diğer ülkelerden ileride olsa da, maalesef, tüm dünyayı etkisi altına alan batı medeniyeti seviyesine ulaşabilmiş değildir. Bunun başlıca sebebi, 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı ile “Atatürk İnkılapları”na ve laik Cumhuriyet’e karşı, din örtüsü altında başlatılan “karşı devrim” hareketleridir.

 

CUMHURİYET, GERİ VİTESE NASIL ALINDI?

Hz. Muhammed’in en azılı düşmanlarından olan Ebu-Sufyan’ın oğlu I. Muaviye’den (603-680) bu yana, İslam dünyasında, “yönetilen halkın olabildiğince cahil bırakılması”nı temel alan, “Bizans usulü hanedan saltanatı(*)” rejimi, günümüze kadar, hemen tüm İslam ülkelerinde devam etmektedir. 20. yüzyıl başlarında, Müslümanların yaşadıkları tüm diğer ülkelere kıyasla, oldukça ilerde olan Osmanlı Devleti’nde, sadece erkeklerin okur-yazar olduklarını ve onların da tüm nüfusa oranlarının, en iyimser tahminlerle %2-3 seviyelerinde olduğu düşünüldüğünde, cehaletin boyutları, nispeten daha iyi anlaşılır.

Cumhuriyet’in, 1923 yılında Osmanlı’dan devraldığı yaklaşık 12 milyon nüfusun okuma-yazma oranı da, aynı düzeylerde olmalıydı. 01 Kasım 1928 tarihinde gerçekleştirilen Harf İnkılabı’nı takip eden 10 yıl içinde, Türkiye’deki okuma-yazma oranı, İslam tarihinde hiçbir ülkede görülmedik düzeylere (%15) yükselmiştir. Dahası, bu okur-yazarlar arasında, kadınların oranı da hayli önemli bir yer tutmaktadır. Bugün ise, Türkiye’de kadınların okuma-yazma oranı, erkekler çok yaklaşmıştır.

Ne yazıktır ki, tüm hayatı parlak askerî zaferle geçen Atatürk’ün ömrü, Türkiye’de cehalete karşı başlattığı savaşı kazanmaya yetmemiştir! Vefatından hemen bir yıl sonra II. Dünya Savaşı’nın (01.09.1939-02.09.1945) patlaması, kendisinden sonra ülke yönetimini devralan İsmet İnönü’yü, Atatürk’ün başlattığı cehaletle ve fakirlikle savaşta yenik düşürmüştür. Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nın ateşinden korumaya odaklanan İnönü ve arkadaşları, Cumhuriyet Halk Partisdi (CHP) içinde kendi aleyhlerine ortaya çıkan muhalif gruplar karşısında siyaseten başarısız oldular. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden üç ay önce (07.06.1945 günü) yapılan ve “toprak reformu”nun görüşüleceği CHP Grup Toplantısı’nda, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen ve kamuoyunda “Dörtlü Takrir” adıyla bilinen önerge ile resmen ortaya çıkan muhalif grup, savaş yıllarında ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıların tüm faturasını İnönü’ye ve ekibine çıkarıyordu.

 

DP DÖNEMİNDE HEBA EDİLEN YILLAR VE İMKANLAR

Bu olay üzerine, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü CHP’den ihraç edilince, Celal Bayar ve Refik Koraltan da, istifa ederek kendileri partiden ayrıldılar. Bu grup, 7 ay sonra (07.01.1946’da) CHP’den ayrılan diğer bazı arkadaşları ile birlikte, Demokrat Parti’yi (DP) kurdular. Aynı yıl 21 Temmuz’da yapılan Milletvekilliği Genel Seçimlerinde 61 milletvekili çıkararak, mecliste Ana Muhalefet Partisi olan DP, 14 Mayıs 1950’de yapılan bir sonraki seçimlerde, o tarihte 487 sandalyeye sahip olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM’de), 416 milletvekilliği kazanarak, tek başına iktidara geldi. Böylece, Celal Bayar Cumhurbaşkanı ve Adnan Menderes de Başbakan oldular.

DP’nin iktidara gelmesi ile o tarihe kadar sesleri çıkmayan dinci çevreler ile, Millî Mücadele Dönemi’nin padişah, Yunan ve İngiliz yanlıları, din örtüsü altında, laik Cumhuriyet’e ve Atatürk’ün manevi hatırasına karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Bu durumun, çığırından çıkarak toplumsal çatışmalar boyutuna vardığını gören Cumhurbaşkanı Bayar’ın tavsiyesi ile, hâlen yürürlükte olan ve kamuoyunda “Atatürk’ü koruma kanunu” olarak bilinen, 5816 sayılı, “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun (25.07.1951) çıkarıldı.

II. Dünya Savaşı’nın bitimine altı ay kala (23.02.1945’te) Almanya’ya ve Japonya’ya karşı savaş ilan eden Türkiye, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği, “Müttefik Devletler” grubuna katılmış olsa da, fiilen savaşa girmedi. Türkiye fiilen savaşa girmemiş olsa da, savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, Alman orduları Trakya sınırımıza dayandığından, Türkiye, askerî tedbirler bakımından, bilfiil savaştaymış gibi, 6 yıl boyunca, adeta seferberlik şartlarında teyakkuz halinde yaşadı. Bu durumun, halkın gündelik hayatına olan olumsuz etkileri, fevkalade ciddi boyutlarda oldu. Savaştan sonra, zarar gören ülkeleri kalkındırmak amacıyla ABD tarafından, Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı nezdinde uygulamaya konulan Marshall Fonu, büyük zorluklar yaşamış olan Türkiye için önemli bir imkandı. İnönü Hükümeti, bu fondan yararlanma imkanı veren anlaşmayı 12.07.1947 tarihinde imzalamış olsa da, yardımın büyük bir bölümü, 1950-51 yıllarında, DP iktidarına verildi.

 

27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ’NE DOĞRU

Dünyada esen savaş rüzgarlarının durmuş olması ve ABD’den gelen sıcak para ile, halka hızlı bir şekilde refah yansıtma imkanı bulan DP, kamuoyu nezdinde, müthiş bir destek sahibi oldu. Ne var ki, verilen para hemen iki yıl içinde bitti ve DP Hükümeti, 10 yıllık iktidar süresinde, defalarca borç anlaşmaları imzalayarak, TBMM onayına sunma gereği duymadan uygulamaya koyacak ve 1958 yılında “moratoryum (devlet iflası)” ilan edecektir. Elinde kaynak kalmayan, dışarıdan da kredi bulma imkanı bulamayan DP Hükümeti, ülkede yaşanan zorlukların sebebinin CHP olduğunu ileri sürerek, yasal sınırları aşarak muhalefete karşı, sert saldırılar başlattı.

Henüz, yeterince aydınlanmamış ve olan-biteni yeterince değerlendirebilme kabiliyeti kazanamamış olan halk, bu kavgada DP’nin yanında yer alsa da, yaşanan sorunların çözülmesi bir yana, ülke daha da kötüye gitmeye başlamıştı. Sonunda, devlet sisteminin çökmekte olduğunu değerlendiren Türk Silahlı Kuvvetleri, gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’yle, DP Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırdı. Elbette, “demokrasi” açısından bakıldığında, böyle bir darbenin hoşgörü ile karşılanması düşünülemez; ancak, devletin tehlikeye girdiği hallerde, sivil siyaset, bu tehlikeyi önlemek bir yana, daha da arttırıcı davranışlar içine giriyorsa, askerî ya da sivil bir ihtilâl kaçınılmaz hâle gelir.

 

HALK, NİTELİKLİ VE EHİL İNSANLARI SEÇEMİYORSA!

Halk tarafından devlet yönetimine “nitelikli ve ehil” siyasi kadrolar getirilemeyince, o ülkeler üzerinde emperyalist hesapları olan güçlü devletler müdahil olur. “Bağımsızlık” kavramı açısından bakıldığında, bir ülkenin, bir başka ülkenin yönetim işlerine müdahalesi, elbette kabul edilecek bir durum değildir. Ne var ki, kendi devlet yöneticilerini seçmede doğru karar veremeyen ülkelerin halkları, çoğu zaman dış güçlerin yerel taşeronları olan siyasilerin elinden kurtulamazlar. Bu durum uzun süre devam ettiğinde ise, devletlerini ve ülkelerini kaybederler. Bu bakımdan, Türk halkının Osmanlı tarihini ve bilhassa da devletin yıkılma süreci olarak kabul edilen, son iki asırlık dönemini (1683-1922) her şeyden iyi öğrenmesi ve bu tarihten alınması gereken dersleri alması gerekiyor. Kendi geçmişlerini bilmeyen ve ders almayan milletler için, tarih kendini tekrar etmeye devam eder.

Ne yazıktır ki Türkiye, uyguladığı eğitim sistemi ile, rakip (ve düşman) olan ülkeler karşısında rekabet ve mücadele edebilecek bir toplum yetiştiremedi. Özellikle şu son 15-20 yıl olmak üzere, 60-70 yıldır, hemen her bakımdan “yetersiz ve niteliksiz” gençlere diploma dağıtmaktan başka, kayda değer hiçbir eğitim kalitesi bulunmayan ve adeta, “cehalet eğitimi” yapılmakta olan okullarımızda ve sözde üniversitelerimizde, nesillerimiz heba ediliyor; üstelik bunun için bir de büyük paralar harcanıyor! Her şeye rağmen kendini yetiştirmeyi başarmış olan birinci sınıf beyinlerimiz ise, gelişmiş batılı ülkeler tarafından devşiriliyorlar ve ülkemiz, kayda değer hiçbir eğitimi olmayan ama, kurnaz ve demagoglar olan ikinci, üçüncü, .… beşinci sınıf insanların eline kalıyor!

 

EN OLMAYACAK TİPLERİ TEPEMİZE ÇIKARIYORUZ!

Lütfen şöyle etrafınıza, yakın çevrenize bir bakın. Kim ve ne olduklarını gayet yakından bildiğiniz sözde siyasetçiler (ve onların atadıkları bürokratlar) arasında, acaba kaç tanesi, işgal etmekte oldukları koltukları hak edecek düzeyde ehliyet ve liyakat sahibidir? Yakından tanıma imkanınızın olmadığı, gazete, TV, radyo vb. gibi konvansiyonel medya organları ile internetteki sosyal medya mecralarında, abartılarak parlatılan; ama gerçekte hiçbir kayda değer eğitimleri ve nitelikleri olmayan, kim ve ne olduklarını bilmeyeceğiniz karton kahramanların peşinde koşarak, bu ülkenin nereye gideceğini zannediyorsunuz acaba?

Geri kalmış toplumlarda, birbirlerini yakından tanıyan ve bilen insanlar, maalesef birbirlerini öncelikle ve sadece “olumsuz” özellikleri ile değerlendirir ve birbirlerine karşı, toplum nezdinde yüceltici hiçbir davranış göstermez. Buna karşılık, yakından tanıma ve bilme imkanı bulunmayan, ama medyada sürekli parlatılan ve övülen insanları yücelterek, bunlara ülkeyi ve kendilerini sömürme gücü verirler.

Türkiye’de de, Balıkesir’de de aynı şekilde bu süreç yaşandığından, bu şartlar bu şekilde devam ettiği sürece, daima gelen gideni aratacaktır. Çünkü, her gelen, toplumu bir öncekinden çok daha karanlık seviyelere taşımaya devam edecektir. Bu gidişin tek çaresi, “toplumsal aydınlanma”dır. Bunun için de, herkesin, kendi yakın çevresinde bildiği ve tanıdığı bilgili insanlara değer vermesi gerekiyor. Çünkü, “marifet iltifata tabidir”… Bir ülkede kıymeti bilinmeyen marifetli (yüksek nitelikli aydın) insanlar, kıymetlerinin bilineceği başka yerlere giderler... Ne var ki, cehaletin din haline geldiği toplumlarda buna imkan yoktur!..

_____________

(*) Bu ifade, 669 yılında Emevi Devleti’nin başkenti Şam’dan, I.Muaviye tarafından “kendisinden sonra, onun oğlu Yezid’e biat edilmesi talebi” ile gönderilen heyete, Medineliler adına “red” cevabını veren Hz. Ali’nin büyük oğlu Hz.Hasan’a (624-669) aittir. Hz.Hasan, bu görüşmeden kısa bir süre sonra vefat etmiştir (Bir rivayete göre de, eşlerinden biri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür).

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.