Günümüzde “Müslüman” denen ülkelerdeki topyekun geri kalmışlığı anlayabilmek için, en başından itibaren, Müslümanların tarihine farklı bir açıdan bakmamız gerekiyor. Bizde bin yılı aşkın süreden beri, her türlü olumsuzluklardan arındırılmış ve çok büyük bölümü (“rivayet” denen ve hiçbir somut belgeye dayanmayan) masal ve hurafelerden oluşan bir “İslam Tarihi” anlatılır, okutulur… İslamiyetin geldiği ilk günlerden itibaren, Müslümanlar arasında yaşanan, “Mescid-i Zarar”, “Harre Olayı” vb gibi olumsuzluklar (sözde “dine saygı” adına) üzerinde durulmaz ve Emevilerin “siyasi saltanat ideolojisi”ne göre, her şey olabildiğince abartılı bir şekilde idealize dilerek, anlatılır. Çünkü bu ideolojide, sözde din adına “devletin başında bulunanların mutlak otoritesi” kutsaldır.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan İslam’ın yerine, “ehl-i sünnet vel-cemaat” adıyla kutsanan Emevilerin (aslını Bizans’tan aldıkları) hanedan saltanatı ideolojisi, 1360 yıldır, Müslüman toplumlara “din” diye anlatılmaktadır. Maalesef, bu süre içinde, İslam’a aykırı olarak, akıllara zarar büyüklükte bir literatür oluşturulmuştur ki, bugün bu literatürün ve bu ideolojiye göre kurgulanmış “dinci menfaat sistemleri”nin üstesinden gelmek mümkün değildir.
MUAVİYE, KENDİ SALTANATI İLE İLGİLİ “MEŞRUİYET” SORUNUNU NASIL AŞTI?
Müslümanların tarihinde, “devlet” ve “siyaset” anlayışını “cehalet” temeli üzerine oturtanlar da Emevilerdir. İslami açıdan “son meşru Halife” olan Hz.Ali’ye karşı isyan ederek, Hz.Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tarafından Medine’de kurulan İslam Devleti’nde iktidarı silah zoruyla ele geçiren Muaviye (henüz, sahabelerin pek çoğu hayatta olduklarından dolayı), “saltanat” konusunda” çok ciddi bir “meşruiyet” sorunu ile karşı karşıya kalır. Son derece zeki bir adam olan Muaviye, bu sorunu aşabilmek için, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir yol icat eder!
O güne kadar, Müslümanların, din konusunda tâbi oldukları “ehl-i Kur’an vel icma-ı ümmet” anlayışının önüne, “ehl-i sünnet vel cemaat” adı ile, adeta bir Çin Seddi örülmüş olur. Muaviye ve oğlu Yezit tarafından, “hadis “adı ile parayla yazdırılan yüzbinlerce saçmalığa karşı ilk ciddi itiraz İmam-ı Âzam ebû Hanife’den (699-767) gelmiştir. Ebû Hanife, Muaviye ve Yezit tarafından yazdırılan bu metinleri dikkatle incelemiş ve bunların içinden, sadece 900 kadarının “hadis olabileceğini” söylemiş; tüm diğerlerini ise, “Peygamber, Kur’an-ı Kerim’e aykırı söz söylemez.” diyerek, şiddetle reddetmiştir.
“SÜNNET” NEDİR VE ÇOĞUNLUK GÖRÜŞÜ HER ZAMAN “DOĞRU” OLUR MU?
“Ehl-i Kur’an vel icma-ı ümmet” anlayışı, gerek dini ve gerekse toplumsal ve kamusal konularda “Kur’an-ı Kerim’e ve âlimlerin fikir birliğine ve/veya çoğunluk görüşüne uygunluğu” ifade ederken, “ehl-i sünnet vel cemaat” anlayışında, “peygambere ve halkın çoğunluğunun görüşüne uygunluk” söz konusudur. İlk bakışta hiçbir sorun olmayacağı düşünülen “ehl-i sünnet vel cemaat” anlayışı şu iki açıdan problemlidir:
1) “Sünnet (yani, Hz.Peygamberin söz ve davranışları)” tam olarak nedir?
2) “Halkın çoğunluk görüşü” her zaman “doğru”yu ifade eder mi?
Muaviye, bu problemlerden ilkini aşabilmek için, okuma-yazma bilenlere para vererek yazdırdığı sözde hadislerle, kendine göre bir “sünnet” icat etmiştir. Sonra da, her yerde “cami” adı verilen devasa binalar inşa ettirerek, buralarda “ücretli propaganda ve namaz kıldırma memurları (vaizler ve imamlar)”görevlendirmiş ve o saçmalıkları, halka “hadis” diye anlattırmıştır. Böylece, “sünnet” adı altında, kendi saltanatını meşrulaştıracak bir ideolojiyi, camilerde “ehl-i sünnet vel cemaat” adı ile halka din olarak empoze ettirmiştir.
Ayrıca, insanları günde 5 kez camilere gitmeye zorlayarak, oralardaki maaşlı memurlarına, hem kendi propagandasını yaptırtmış, hem de onyıllar boyunca, Ehl-i Beyt’e yönelik hakaretlere halka “amin” dedirtilmiştir. Muaviye’nin başlattığı “Ehl-i Beyt’e hakaret uygulaması”, yine bir Emevi sultanı olan Ömer bin Abdülaziz (Saltanatı: 717-720 / Allah ondan razı olsun) tarafından kaldırılmıştır.
İSLAM DİNİNDE, “İBADETE MAHSUS BİNA” DİYE BİR ŞEY VAR MI?
Burada, Emevilerin, ihtiyaç duydukları her yere, “cami” (Dikkat edin, “mescid” değil!) adını verdikleri ve ilk örneği, Şam’daki “Emevi Camii” olan, tıpkı Kilise ve Havra benzeri, sadece “ibadete mahsus”, çok sayıda devasa binalar inşa ettiklerini ve oralara, Müslümanların tarihinde ilk defa “maaşlı din görevlileri” atadıklarını hatırlatmamız gerekiyor. Halbuki, son Halife Hz.Ali zamanına kadar, her yerleşim biriminde, sadece tek bir tane olmak üzere, mütevazı “mescit”ler vardı ve oralarda, mahalli ve genel “kamusal işler” yürütülürdü. Yani, Mekke’deki Mescid-i Haram ve Medine’deki Mescid-i Nebevi de dahil olmak üzere, diğer tüm yerleşim birimlerindeki mescitlerin aslî fonksiyonu, devlet görevlileri tarafından, kamusal işlerin yürütülmesiydi. Yani, her ne kadar oralarda (her namazdaki cemaatin durumuna göre değişebilen, ücretsiz) imama uyularak, cemaatle namaz kılınıyor olsa da, mescidler, günümüzdeki camiler gibi, sadece “ibadete mahsus” binalar değildi!
Sözün kısası, Muaviye, kendi yazdırdığı uydurma hadislere dayalı uydurma bir sünnet icat etmiş, sonra da, bunu halka empoze etmek için devasa camiler yaptırmıştır. Başkaca hiçbir eğitim imkanına sahip olmayan insanlar, günde 5 kez bu camilere gitmeye zorlanarak, oralardaki maaşlı propaganda elemanları tarafından beyinleri yıkanmıştır. Maalesef, bu durum günümüze kadar aynı anlayışla devam ediyor.
“DOĞRU”, HALKIN ÇOĞUNLUK GÖRÜŞÜ İLE BELİRLENEMEZ!
Şimdi gelelim şu “vel cemaat (yani halkın genelinin çoğunluk görüşü)” meselesine! İslam dinine göre, bilhassa kamusal konularda karar vermenin ve doğruyu aramanın yolu Kur’an-ı Kerim’den sonra “meşveret”tir. Meşveret ise, herkesle değil, karar verilecek konu ile ilgili bilgili oldukları kabul edilen insanlarla yapılır! Bu nedenle, “doğru ve faydalı olan”, insanların çoğunluğuna göre değil, “bilgili insanların görüşlerine göre” belirlenir. Bilgili insanların farklı görüşler ileri sürdükleri hallerde ise, onların çoğunlukta olanlarının görüşüne itibar edilir. Yani, esasta “yanlış” olan herhangi bir şey, cahil halk kitlelerinin çoğunluk görüşüne bakılarak, “doğru” addedilemez; çünkü bu, kesin olarak İslam’a aykırıdır!
Hz. Ali’den iktidarı zorla gasp eden Muaviye’nin, kendi saltanatı ile ilgili meşruiyet fetvası alması mümkün olmamıştır. Ancak, o silahlı kuvvet kullanarak, muhalif görüşte olanları ezdikten sonra, sözde hadislere dayalı bir “vel cemaat” kuralı icat etmiştir. Böylece, ideolojisini, karşı karşıya bulunduğu problemleri aşacak şekilde, “ehl-i sünnet vel cemaat” çizgisi üzerine oturtmuştur.
MÜSLÜMANLARDA MUTLAK HAKİMİYETİN TEMELİ: CEHALET
Muaviye’nin, kendi ideolojisini halka “din” olarak empoze edebilmesini sağlayan sihirli değnek, “halkın mutlak cehaleti”dir. Osmanlı devletinde de, II. Abdülhamit Han dönemine gelinceye kadar olduğu gibi, tebâları Müslüman olan tüm devletlerde, “halkın cahil bırakılması”, sistemin en temel düsturu olmuştur. Tüm tarih boyunca, halkları Müslüman olan devletlerin parlak dönemler yaşamaları, rakiplerinin güçsüz olmalarına bağlı olmuştur.
Ne var ki, 15. ve 16. yüzyıllarda, Avrupa ülkelerinde “Rönesans” ve “Reform” adları ile başlayan “aydınlanma” hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, kendilerini Müslüman zanneden (ancak, gerçekte Emevi ideolojisinin mü’minleri olan), toplumlar için, sonun başlangıcı olmuştur. Maalesef, 1923’te Cumhuriyet’le başlayan Türk aydınlanmasının önü, yine dini söylemlerle kesilmiş, binbir güçlüklerle elde edilebilmiş olan Cumhuriyet’in kazanımları birer birer yok edilmiştir.
8. ve 11. yüzyıllar arasında, hasbelkader aralarında yetişmiş olan tüm büyük âlimleri kâfirlikle suçlayan sözde Müslümanlar arasında (Endülüs’te) yetişen en son bilim insanı İbn Rüşd’dür (1126-1198). Müslüman toplumlar, İbn Rüşd’den sonra, bugüne kadar, evrensel bilim camiasında yer edinebilen ve etkili olan tek bir tane bile bilim insanı çıkaramamışlardır! Aslen Müslüman aileden gelip de, bugün evrensel bilim camiasına girebilen üç-beş kişi de, bilim kariyerlerini, gayrı Müslim ülkelerde yapmışlardır.
BATILI ÜLKELER KARŞISINDAKİ ACZİYETİMİZİ BİLE GÖREMİYORUZ!
“Batı Medeniyeti” dediğimiz olguyu ortaya çıkaran bilim ve teknoloji alanlarında, akıl almayacak derecede geri kalmış olan ve hâlâ kendilerine Müslüman(!) diyen toplumların, mevcut halleri ile, rakiplerine karşı, bırakalım rekabet edebilmelerini, varlıklarını dahi sürdürmeleri mümkün görünmüyor; ne yazık ki, bu toplumlar, bu vahameti kavrayacak düzeyde bir entelektüel seviyeden de yoksun bulunuyorlar! Din anlayışları, Kur’an-ı Kerim’deki tüm ibadetlerle ilgili 80-90 ayeti aşmayan toplumlarda, insanlara akılla, düşünmekle ve bilimle ilgili bini aşkın ayeti anlatmak mümkün olmuyor!
Bugün “gelişmiş” denen Batılı ülkelerde, çocuklara bilim-icat yapma ve teknoloji üretme eğitimleri verilirken, “gelişmenin yolunu bir türlü bulamayan” ve halklarına Müslüman denen ülkelerin okullarında, hâlâ Emevilerin vaktiyle camilerde yaptıkları ideolojik propagandaların devamı olan beyin yıkama eğitimi devam ediyor.
AVRUPALILAR BİN YILDA ZOR KURTULDU, ACABA MÜSLÜMANLAR DA KURTULUR MU?
Avrupalı milletler, 4. yüzyılda, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından, önce serbest bırakılması, sonra da “resmi din” olarak kabul edilmesinden sonra, bin yılı aşkın bir süre boyunca, Katolik Kilisesi’nin elinde inim inim inlemişler, toplumsal bakımdan adeta yerlerde sürünmüşler ve başta Müslümanlar olmak üzere, düşmanlarına karşı hiçbir varlık gösterememişlerdi. Ne var ki, 15. yüzyılda başlattıkları Rönesans ve 16. yüzyılda başlattıkları Reform hareketleri ile aydınlanmaya başlayan Avrupalıların bu aydınlanma hareketleri 18. yüzyıldan itibaren meyvelerini vermeye başlamış ve Kilisenin toplumlar üzerindeki siyasi etkinliği kırılmıştır.
Tıpkı Ortaçağ’da Avrupa üzerindeki Kilise baskısına benzer baskılar, bugün Müslüman denen toplumlar üzerinde, “tarikat ve cemaat” yapıları tarafından uygulanmaktadır. Kendileri dışındaki her türlü eğitime şiddetle kaşı çıkmakta olan bu dinci yapılarda, halkın olabldiğince cahil kalması ve özellikle de “kadınların hiçbir şekilde eğitilmemesi ve sokağa çıkarılmaması” en temel hususlardan biridir.
Umudumuz ve temennimiz odur ki, başta Türk milleti olmak üzere, kendilerini Müslüman zanneden tüm toplumların, Ortaçağ Kilise baskılarından farkı bulunmayan, günümüzdeki bu sözde dini baskılardan bir an önce kurtulsunlar ve zihinsel özgürlüklerine kavuşsunlar.