Türkiye’nin yaşamakta olduğu sorunların sadece tek bir kaynağı var: YAYGIN TOPLUMSAL CEHALET… Ne yazık ki, Türk milletinin (ve sanırım, tüm diğer sözde Müslüman toplumların da) cehaleti, sadece devlet yöneticilerinin ihmallerinin sonucu değildir. Türkiye’deki yaygın toplumsal cehalet, devlet ve kısaca “STK” dediğimiz, sözde Sivil Toplum Kuruluşları ile özel sektör tarafından birlikte yürütülmekte olan (Anaokullarından Üniversitelerine kadar) “sistemli eğitim faaliyetleri”nin sonucudur.
Coğrafi konumu ve tarihi geçmişi bakımından, dünyanın en problemli bölgesinin tam ortasında yer alan Türkiye (hiç kimse, bu konuda halk dalkavukluğu yapmaya kalkmasın), mevcut insan sermayesi ile, karşı karşıya bulunduğu sorunların üstesinden gelemez! Osmanlı Devleti’nden bu yana, son 200 yılı aşkın bir süredir, en üst zeka düzeyinde olan insanlarının kahir ekseriyetini başka ülkelere kaptırmakta olan Türkiye, kendisini doğal olarak ikinci-üçüncü sınıf insanların eline kalmaya mahkum etmektedir. Bu konuda, Ortadoğu Teknik (1973’ten sonra Boğaziçi) Üniversitesi (ODTÜ) Öğretim Üyesi rahmetli Prof.Dr. Turhan Oğuzkan’ın, ODTÜ’deyken “Yurt Dışında Çalışan Doktoralı Türkler” başlığı altında, 1968-69 yıllarında yaptığı araştırmada(*), yeterince ayrıntılı bilgiler yer alıyor; ancak, o çalışma (güya birtakım resmi raporların yazımında kaynak alınsa da), bu ülkede gerçekte hiç kimsenin umurunda olmamıştır. Aslında, “Yurt Dışına Beyin Göçü” adıyla benzer bir çalışma, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Sosyal Planlama Dairesi tarafından da yapılmıştır.
DİN, MALUM ÇEVRELERİN “İLERLEMEYİ ENGELLEME” ARACI MI?
Maalesef toplumsal yaygın cehalet, Türkiye’de adeta “halkın dini” haline gelmiştir, daha doğrusu getirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında ve bilhassa Cumhuriyet döneminde, yüzyıllardır adeta kalıtsal hale gelmiş olan cehalet zincirlerini kırmak amacı ile başlatılan tüm teşebbüsler, maalesef İslam dini kullanılarak akamete uğratılmıştır. Osmanlı Devleti’nde, “ulema” denen medrese hocaları tüm irticai faaliyetlerin başını çekerken, Cumhuriyet döneminde, her türlü çağdaş uygarlık hamlesini engelleme görevini, sözde “din hizmeti” iddiaları ile ortaya çıkan (tarikat, cemaat, vakıf vb…) sözde sivil(!) yapılar üstlenmiştir.
Yaygın cehalet sebebiyle, sadece ekonomide değil, A’dan Z’ye her alanda üretkenlik kabiliyeti zayıflamış olan Türk milleti, rakip ve/veya düşman ülkeler ve toplumlar karşısında, kendisini ve çıkarlarını koruyabilecek performansı gösteremiyor! Dünyada ve ülke içinde olup-bitenleri (bırakalım önceden fark etmeyi, her türlü sonuçları ortaya çıktıktan sonra bile) algılamaktan, bu olup-bitenler karşısında doğru politikalar üretebilmekten ve sosyal davranışlar geliştirebilmekten çok uzaktır. 22’si sözde Müslüman olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin 1915’teki sınırları içerisinde kurulan 32 devlet arasında Türkiye, tüm diğerlerinden, kıyas dahi edilemeyecek derecede açık ara ileride olmasına rağmen, maalesef, batılı ülkelerin çok gerisindedir. Türkiye, yeryüzündeki 57 sözde İslam ülkesi arasında böylesine ileride olmasını ise, münhasıran Atatürk’e ve Cumhuriyet’e borçludur. Ne yazıktır ki, 2002’den bu yana ülke yönetiminde bulunan anlayışın (hem de Anayasa’ya rağmen) vermekte olduğu siyasi, sosyal ve ekonomik desteklerle ülke insanını adeta zihinsel esaret altına almış olan dinci kuruluşlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık yolunda verdiği zorlu mücadelelerin tüm kazanımlarına karşı, adeta Haçlı Seferlerine benzer, amansız bir savaş halindedirler.
GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE, EMPERYALİZMİN ÖNÜNDEKİ EN ÖNEMLİ ENGELDİR
1950’den 2002’ye kadar, “güçlü Türkiye”yi kendi çıkarları karşısında engel olarak görmekte olan yabancı ülkelerden aldıkları desteklerin yanı sıra, devlet imkanları ve kamu kaynakları da kullandırılarak, sözde “dini faaliyet” adı altında yürütülmekte olan faaliyetler, Türk milletini hayli zayıflatmış olsa da, büyük ölçüde gücünü korumaktaydı. ABD, İngiltere ve İsrail tarafından ortaklaşa yürürlüğe konan ve Türkiye dahil, Ortadoğu bölgesindeki 22 devletin sınırlarını ve devlet yapılarını değiştirmeyi amaçlayan “Büyük (ya da Genişletilmiş) Ortadoğu Projesi (BOP)”nde Türkiye aleyhine öngörülmüş olan tüm işler, bizzat Türkiye’nin siyasi yöneticileri eliyle yürütülüyor; hem de, en başından bu yana, hiçbir saklısı-gizlisi olmadan, alenen…
2011 yılında, mantıklı hiçbir gerekçe bulunmadığı halde, “sınır bölgesindeki atıl arazileri tarıma açma” söylemi ile, Suriye sınırına 1990’larda döşenen mayınlar, bir merkezi Paris’te bulunan, Geomines adlı bir Yahudi firmasına temizlettirildiğinde (hem de, aynı yıl Suriye’de iç savaş çıkartıldığı halde), bunun arkasından neyin geleceğini, halk hiç anlayamadı! Sınırdaki mayınlar temizlenerek, güya savaştan kaçmakta olan milyonlarca Suriyelinin (ve Allah bilir daha kimlerin) Türkiye’ye doluşmasının önü açılmış oldu. Arkasından İran sınırındaki mayınlar temizlendi ve en son olarak, Türkiye-Ermenistan sınırındaki mayınların temizlenmesi de geçen ay tamamlandı! Tüm bu mayın temizleme işlerinin gerçekte niçin yapıldığını Türk halkı bilmiyor; konu hakkında TBMM Başkanlığına sunulan soru önergeleri ve basının bu yöndeki soruları, ilgili (ve yetkili) siyasiler tarafından cevaplandırılmıyor. Son 22 yılda görüldü ki, halk ülke ve devlet gibi sorunlarla pek de ilgilenmiyor!
NEDEN, ÜRETTİĞİMİZDEN ÇOK DAHA FAZLASINI TÜKETİYORUZ?
Türkiye’nin 1999 İzmit-Adapazarı depreminden sonra, 2001 yılında yaşadığı ekonomik krizin çözümü için Türkiye’ye davet edilen Kemal Derviş’in hazırlayıp uygulamaya koyduğu ekonomik tedbirler paketini 2002’de devralan AK Parti, Türk halkına adeta bir Lale Devri yaşattı. Bu dönemde gerekli-gereksiz aşırı tüketime alıştırılan Türk halkı (ve devleti de), 2024 yılına gelindiğinde, ürettiğinden çok fazla tüketen bir toplum haline geldi. Üretim ile tüketim arasındaki negatif farkı, sürekli olarak dışarıdan (her seferinde çok daha ağır şartlarla) borç alarak karşılamakta olan Türkiye, dış borç ödemeleri konusunda, içinden çıkamayacağı bir sona doğru doludizgin gitmeye devam ediyor. Örneğin, 2002 yılı sonunda, toplam dış borcu sadece 125 milyar Dolar seviyesinde olan Türkiye’nin 2023 sonu itibarı ile (resmi rakamlara göre) toplam dış borcu, 4 kat artarak, 500 milyar Dolar seviyesine çıkmıştır ki, bu rakama, “Hazine garantili özel sektör borçları” ile otoyol, köprü, havalimanı vb. gibi, “müşteri garantili” yap-işlet-devret projeleri için, ilgili firmalara döviz cinsinden ödenecek olan yıllık ödemeler dahil değildir.
Alınan bunca dış borca rağmen, ülkenin gayrisafi yıllık üretiminde (GSMH), kayda değer bir artış olmamış, cari açık, 18,1 milyar Dolar’dan (25,8 kat artarak), büyük bir hızda artarak, 2023 sonunda 468,6 milyar Dolar gibi devasa bir rakama ulaşmıştır. Bu bize, yıllık ithalat ile ihracat arasındaki makasın, ülkemiz aleyhine ne derece tehlikeli bir şekilde açılmakta olduğunu gösteriyor. Öte yandan, 2002 sonunda 180 milyar Dolar olan GSMH ise, 2023 sonunda, ancak 560 milyar Dolar seviyesine gelebilmiştir. Türkiye’nin dış borçları, resmi rakamlara göre 4 kat (bağımsız uzmanlara göre ise 8 kat), toplam cari açığı yaklaşık 26 kat artarken, GSMH ancak 3,1 kat artmıştır. Uzun sözün kısası, Türkiye, “ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen” bir ülke olarak (tıpkı, Osmanlı Devleti’nin son 70-80 yılında olduğu gibi), her geçen gün, çok daha ağır şartlarda dış borç bataklığına batmaya devam ediyor. Ekonomi uzmanları, mevcut halde, Türkiye’nin bu bataklıktan çıkmasını pek mümkün görmüyorlar! Küçük bir azınlık dışında, gündelik geçim derdiyle boğuşmakta olan halkın (ve sözde “muhalif” siyasetçilerin) çok büyük kesimi ise, ülkemiz ekonomisindeki, böylesine olumsuz ve hatta ciddi ölçüde tehlikeli gidişe işaret eden makro ekonomik göstergelerle zerre ilgilenmiyor!..
NEDEN, HER SEFERİNDE, EN OLMAYACAK İNSANLARI SEÇİYORUZ?
Gerek bilim ve teknoloji (entelektüel alanda) ve gerekse ekonomide, Batılı ülkelerle rekabet edebilecek düzeyde bir üretim kapasitesine erişemediği sürece, Türkiye için, “aydınlık” bir gelecekten söz edilemez. Ne var ki, bu somut gerçek, son 3 yıldır planlı bir enflasyon ve hayat pahalılığına ezdirilmekte olan Türk halkı tarafından kavranamamaktadır. Amerikalı ünlü psikolog, Abraham Maslow’un (1908-1970) “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”(**) adlı piramidinde gösterdiği gündelik temel ihtiyaçlarını karşılama derdinde olan insanların (ve toplumların da), kendilerini geliştirmeleri ve daha üst bir üretim düzeyine çıkabilmeleri imkansızdır.
Türk milleti gibi yüksek kabiliyetleri olan bir toplumun, böylesine üretemez ve kendi çıkarlarını (çoğu zaman farkında bile olmadığı için) dahi koruyamaz hallere düşürülmesi, akıl alacak bir şey değildir; ne var ki, durum budur! Öyle ki, insanlar bilinçsizce oy kullandıkları için, ülkemizin siyasi yönetim kademelerine, en olmayacak insanları seçiyoruz ve onları, asla layık olamayacakları mevkilere getiriyoruz. Gerçekte ülkeye ait her şeyi, öncelikle kendi kişisel çıkarları doğrultusunda kullanmaktan başka (bilinçsiz demokrasinin bir cilvesi olarak), olumlu manada kayda değer hiçbir nitelikleri bulunmayan yöneticilerin elinde, ülkemizin yüzyılları heba ediliyor.
Son olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın liselere (12. Sınıfa) kadar olan eğitim müfredatlarında yapmaya çalıştığı değişikliklere dikkat çekmemiz gerekiyor. Yapılmak istenen müfredat değişiklikleri, milletimizin gelecek nesillerinin tümüyle kaybına yol açacak derecede olumsuz ve tehlikelidir. Gelecek nesilleri hiçbir şey üretemez hale düşürecek derecede korkunç bir facia, devlet eliyle getirilmeye çalışılıyor ve bugüne kadar Eğitim Fakültelerindeki sözde akademisyenlerden hiçbir ses çıkmıyor! Her şey halkın gözleri önünde cereyan ediyor; ancak halk, yaygın cehalet sebebiyle olan-biteni algılamaktan aciz bulunuyor. Maalesef, halkın cehaletine yatırım yapan sözde siyasetçiler, seçimlerde daha çok oy alıyor ve memleket, dönüşü olmayan bir uçuruma doğru doludizgin sürükleniyor!
______________
(*) Doç.Dr. Turhan Oğuzkan; Yurtdışında Çalışan Doktoralı Türkler: Türkiye'den Başka Ülkelere Yüksek Seviyeli Eleman Göçü Üzerinde Bir Araştırma, ODTÜ, Ankara, 1970
(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/Maslow_teorisi