Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

“ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİ”NİN ÜZERİNE ÇIKMAYI UNUTUN!

1299’da, Söğüt (bugün, Bilecik’in bir ilçesi) gibi, küçücük bir kasabada kurulan Osmanlı Devleti, 17. yüzyıl sonlarından itibaren, Avrupa ülkeleri karşısında “kaybetmeye” başlamış ve bu “yıkılış süreci”, padişah IV. Mehmet (Avcı) zamanında yaşanan II. Viyana Bozgunu (1683) ile 1922’ye kadar, yaklaşık 250 yıl sürmüştür. En güçlü olduğu, 15. yüzyıl ortalarından, 17. yüzyılın son çeyreğine kadar, yaklaşık 250 yıl boyunca, tüm dünyaya hükmediyordu; tek başına bir “cihan devleti”ydi… Osmanlıca ifade ile söyleyecek olursak, tek başına “Devlet-i Âliye (ve Düvel-i Âzam)” idi. Ne var ki, padişahından en alttaki devlet yetkilisine kadar, Osmanlı’nın “azametinin sarhoşluğu”nun yaşandığı o parlak dönemlerde, Avrupa ülkeleri üzerindeki askerî ve siyasî üstünlüğünün, sonsuza kadar devam edeceğine inanılıyordu. İşte o sarhoşluk hali nedeniyle, günümüzde tüm dünyaya hakim olan “Avrupa medeniyeti”ni doğuracak olan, 16. yüzyıl başlarında ortaya çıkan “rönesans” ve “reform” hareketlerini Osmanlı görmemiş, görememiştir. Büyük Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, önce Arap (Emevî ve Abbâsi) sonra Türk (Selçuklu, Osmanlı) devletleri karşısında, başta askerî olmak üzere, hemen her alanda yüzyıllarca sayısız mağlubiyetler yaşayan Avrupa, 18. yüzyılın başlarından itibaren, doğunun (daha doğrusu İslam’ın) temsilcisi olarak yüzyıllardır karşılarında bulunan Osmanlı Devleti karşısında arka arkaya başarılı olmaya başladılar. Ne var ki Osmanlı devlet yönetimi ve entelijansiyası, Avrupalıların bu gücü nereden aldıklarını, yaklaşık 200 yıl boyunca anlayamadılar; 19. yüzyıl başlarında Avrupa’nın gücünün kaynağının bilim, teknoloji ve sanayi olduğunu keşfettiklerinde de, birçok şey için, artık vakit çok geçti. Bu durumun yol açtığı gelişmelerin yanısıra, 19. yüzyıl başlarında başlayan dış borçlanma, “alınan borçların ödenememesi ve buna bağlı gelişmeler” de, yıkılış sürecini hızlandırmıştır.   JAPONYA’NIN BAŞARDIĞINI, OSMANLI NEDEN BAŞARAMADI? İlk olarak padişah II. Mahmut döneminde, büyük kısmı Fransa olmak üzere, eğitim için 1834-35 yıllarında Avrupa ülkelerine gönderilen gençler, Osmanlı Sarayı’nın ve intelijansiyasının bekledikleri gibi dönmediler! Devlet yönetiminde etkili olan çevreler, Avrupa’da eğitim gören bu gençlerle, kıyasıya bir çatışmaya girdiler. Neticede, bu gençler, sarayın baskılarına dayanamadılar ve ülkelerini terk edip, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamak zorunda kaldılar. Böylece, Avrupa ülkelerinin sahip oldukları modern üretim ve güç kaynaklarına sahip olma ihtiyacı, akamete uğradı. Osmanlı Devleti’nden yaklaşık 35 yıl sonra, Japon İmparatoru Meiji’nin (Hükümdarlığı: 1867-1912) benzer bir hamlesi oldu ve onlar, çok büyük başarı kazandılar. Çünkü, Avrupa’da okuttukları gençler ülkelerine döndüklerinde, önce imparator ve sonra da Japon halkı tarafından baş tacı edildiler. O gençlerdeki, Avrupa ülkelerinde gördükleri eğitimin eseri olan özellikler ve nitelikler, Japon sarayı, entelijansiyası ve halkı için “kavga” sebebi olmadı! Neticede, 15.-16. yüzyıllarda, sadece birkaç gemiyle kıyılarına gelen Avrupalılar karşısında büyük acziyet yaşayan Japonya, yarım asır gibi bir süre içerisinde, 19. yüzyıl başlarından itibaren, Avrupa ülkelerine karşı mücadele edebilecek güce ulaştı.   OSMANLI, 238 YIL BOYUNCA, GİRDİĞİ HER SAVAŞI KAYBETTİ! Osmanlı Devleti, 18. yüzyılda, o çağda kullanılmakta olan savaş teknolojilerine sahip olmadığından, sürekli Avrupa ülkelerinden biriyle müttefik olmak zorunda kalmıştır. Bu müttefiklikler, Osmanlı Devleti’ne hiçbir zaman “zafer” getirmediği gibi, başta ağır toprak kayıpları olmak üzere, pek çok bakımdan çok pahalıya patlamıştır. 1683’te II. Viyana Bozgunu ile başlayan yenilgiler silsilesi, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında, başta Çanakkale ve Kafkasya olmak üzere, doğu ve güneydoğu (Kut-ül Amâre) cephelerinde, bazı başarılar elde edilmişse de, bunlar, nihayetinde Osmanlı Devleti’nin kazanmasına yetmemiştir. II. Viyana Bozgunu’ndan 1921 yılına kadar geçen 238 yıl boyunca tüm savaşları kaybeden ve sürekli geri adım atan Türk Ordusu’nun (bir yıl sonra nihai zaferle taçlandırılan) kazandığı ilk savaş, Sakarya Meydan Muharebesi’dir (23 Ağustos-13 Eylül 1921). I. Dünya Savaşı bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi (30.10.1918) ve Sevr Antlaşması’yla (10.08.1920), başta başkent İstanbul olmak üzere, toprakları düşman tarafından işgal edilmeye başlanan Osmanlı Devleti, fiilen ortadan kalkmıştı. Mondros’tan sonra, her ne kadar Osmanlı Sarayı’nın hükmî şahsiyeti devam etmişse de, padişah İngiliz İşgal Komutanı General Maitland Wilson’un emrinde, ancak bir “müstemleke valisi” düzeyinde bir role sahipti.   OSMANLI BİTİYOR VE YENİ BİR DEVLET KURULUYOR Osmanlı ordusunun, Mondros ve Sevr şartlarını kabul etmeyen komutanları ve Meclis-i Mebusan üyeleri, düşman işgallerine karşı birtakım hareketlere giriştiler. Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilerek, 12 Şubat 1920’de yayınlanan Misak-ı Millî temelinde bir araya gelen vatanseverler, Çanakkale Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde Millî Mücadele’yi başlattılar ve 09 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınması ile kurtuluş mücadelesini zaferle sonuçlandırdılar. İstiklal Savaşı’nın bitiminden sonra, başkent Ankara olmak üzere kurulan yeni devlette, artık Osmanlı Hanedanı’na yer olamazdı. Yeni devletin istikameti “batı”, siyasi rejimi “cumhuriyet”, gelecek vizyonu ise, “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak”tı! Ne var ki, o günlerin Türk insanı için bu kavramlar çok yabancıydı. Yüzyıllarca, “ümmet” ve “padişahların kulları” olarak yaşamış olan insanlara, “millet” ve “vatandaşlık” kavramlarını anlatmak hiç de kolay olmayacaktı. Millet olma ve vatandaşlık bilinci olmayan bir nüfusla, modern bir devlet sistemi kurmanın ne derece zor bir iş olduğu açıktır.   CUMHURİYET, BİR MİLLET İNŞA PROJESİDİR Kısaca “Atatürk İlke ve İnkılapları” olarak adlandırılan, o dönem için hayli radikal uygulamalarla, halkta “Türk milleti” bilincinin geliştirilmesi için, büyük çaba sarf edildi. Ne var ki, Atatürk’ün 1938’de, 57 yaş gibi oldukça genç bir yaşta vefat etmesi, hemen ardından II. Dünya Savaşı’nın başlaması (01.09.1939), yeni kurulan devletin yapılanmasının ve “devlet ve millet inşası” faaliyetlerinin aksamasına sebep oldu. Yüzyıllarca, Osmanlı Devleti’nin kaybettiği yedi savaşın bedellerini ödeyen, arkasından İstiklal Savaşı’nı yapan, sonra da “anti-emperyalist” yeni bir devlet kurma işine girişen Tük insanı için, II. Dünya Savaşı (her ne kadar, Türkiye savaşa fiilen girmemiş olsa da), gelişme yolunda, büyük bir engel haline gelmiştir. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, kazanan tarafta yer alan ülkelerle ilişkilerini geliştirmek ve böylece, “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak” istikametinde yoluna devam etmesi gereken Türk milletinin önüne, 1950’de “Demokrat Parti (DP) iktidarı” gibi, ikinci bir engel daha çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye, uygarlık tercihi bakımından her ne kadar batıya dönük olarak kalmışsa da, içeride, modern uygarlık kavramları ile halkın çağdaş bir millet haline getirilmesine matuf çalışmalar maalesef sonlandırılmıştır. İçeride, din örtüsü altında, halkın eski “geleneksel şark tipi toplum” olarak kalmasına yönelik politikalar takip eden DP iktidarı, dış ilişkilerde batılı ülkelerle müttefik olmuş ve NATO üyeliği ile de Türkiye, “anti-emperyalist” karakterini yitirmiştir.   TÜRKİYE, ÇAĞDAŞ UYGARLIK YOLUNDA NEDEN DEVAM EDEMEDİ? Son 70 yıldır, Türk insanının çağdaş bir toplum haline getirilmesi için yapılması gerekenleri yapmayan Türkiye, bilhassa son 22 yıl içinde, hem iç ve hem de dış politikalar bakımından, tipik bir “Ortadoğu ülkesi” haline getirilmiştir. 2002’de (hem de, boynunda bir Yahudi madalyası ile) “BOP Eşbaşkanı” olarak, önce Başbakanlık ve sonra da Cumhurbaşkanlığı makamlarına getirildiğinde alkışladığımız Erdoğan’a, halkımız bugüne kadar, “Bu BOP dediğin nedir?” diye sormadı! Türk halkına, cumhuriyet döneminde, çağdaş uygarlık yolunda kazandırılan niteliklerin etkisiz hale getirilmesi için 2011 yılında, “göç politikası” adı altında uygulamaya konulan “istilacı nüfus transferleri” ile, ülkemizin demografik yapısı hızla bozulmaktadır. Tarihin hiçbir döneminde, tek bir Arap’ın tek bir Türk’ü sevdiği görülmemiştir. Böylesine Türk milletine karşı olağanüstü antipati dolu olan bu insanların Türkiye’ye getirilmelerinin sebeplerini, maalesef hiç kimse gerektiği şekilde sorgulamıyor! Halkımıza, 2002’den 15 Temmuz 2016’ya kadar yapay bir “refah dönemi” yaşatıldı.  Bu dönemde, devletin para edecek tüm varlıkları satıldı, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı “SGK” adı altında sözde birleştirilirken, bu kurumların tüm “emeklilik fonları” hükümet bütçesine aktarılarak yağmalandı, “emekli maaşı bağlama oranı” %70’ten %38’e indirildi, rahmetli Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde sağlam bir yapıya kavuşturulan “maaş ve ücret sistemi” dejenere edildi, “Ergenekon ve Balyoz davaları” ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2500 yıllık askeri düzeni ve teamülleri yok edildi, Kozmik Oda’nın işgal edilmesi ile “devlet sırrı” kavramı yok edildi, yargı ve hukuk sistemi sadece iktidara hizmet edecek bir şekle sokularak, “adalet anlayışı” yok edildi… Bu saydıklarımızın dışında, öylesine siyasi uygulamalar yürürlüğe konuldu ki, ülkemiz insanı, artık neyin doğru neyin yanlış, ya da neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edemez hale getirildi. Nihayet, Covid-19 salgını ile başlatılan, “halkı geçim sıkıntılarına mahkum etme” politikaları, son iki yıldır, “hiper-enflasyon” olarak meyvelerini vermeye başladı.   İKTİDAR ÜZERİNDE, “TOPLUMSAL DENETİM” İMKANI KALMADI! Bilhassa son 3 yıldır, giderek ağırlaşan şartlar altında, “gündelik maişet” derdine düşürülmüş olan insanlarımızın, iktidara karşı, toplumsal ve/veya siyasi reaksiyon gösterebilme kabiliyeti büyük ölçüde zayıflatılmıştır. Bu konuda halka öncülük yapmaları gereken sözde muhalefet partilerinin ise, maalesef gerçekte, “AK Parti iktidarına hizmet etmek üzere” dizayn edilmiş oldukları anlaşılıyor. İktidarlara karşı toplumsal direnme etkinliğine sahip olmaları gereken odalar ve sendikalar gibi meslek örgütleri ile, vatandaşlar tarafından çeşitli amaçları gerçekleştirmek üzere kurulan derneklerin ve vakıfların da, kahir ekseriyetle iktidarın ve/veya belediyelerin güdümüne girdikleri, kendi başlarına faaliyet yapma kabiliyetlerinin olmadığı görülüyor. Türkiye’de artık, iktidarlar üzerinde, toplumsal denetim etkisi bakımından güçlü bir muhalefetin oluşması imkanı kalmamıştır. Bu durumda ise, halkın “ülke kaynaklarının millet için kullanılıp kullanılmadığı” hususunu sorgulaması imkansız hale gelir. Halkın etkili denetim gücünü hissetmeyen hiçbir iktidar, ülke kaynaklarını gerektiği şekilde doğru olarak kullanmaz ve kullanamaz!.. Tarih, bunun böyle olduğunu defalarca göstermiştir. Yerel ve ulusal konvansiyonel medya organları (gazeteler, TV’ler, radyolar vs.) ile internet mecralarını kontrol altına alarak, halk içinde ortaya çıkması gereken “doğal muhalefet” duygu ve düşüncelerini engellemek elbette mümkündür ki, yakın tarihte bunun en önemli örneği Hitler Almanya’sıdır.   ÜLKEMİZ, İKTİDAR İÇİN DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ GİBİ! Son 20 yıldır, maalesef Türkiye’deki tüm medya sektörü, iktidarın kesin kontrolü ve denetimi altındadır. Bu nedenle, halk içinde doğal olarak ortaya çıkan muhalif düşünceler ve fikirler için ifade imkanı kalmamıştır. Bu durum şimdilik iktidarın lehinde sonuçlar doğursa da, hiçbir ülkenin ve hiçbir milletin sahip olduğu imkanlar sonsuz olmadığından, bu gibi yönetimler, daima bir kayaya toslamaktan kurtulamazlar. Ne var ki, böyle bir durumun da faturasını yine halk öder. Çünkü, o duruma sebep olanların ödedikleri bedel, ortaya çıkan büyük zararı karşılamaya yetmez! Nitekim, II. Dünya Savaşı’nın bedelini, sadece Hitler ve arkadaşları ödemediler, ya da onların ödediği bedel yeterli görülmedi; Almanya, o bedeli hâlâ ödemeye devam ediyor. Türkiye, çağdaş batı uygarlığının rayından çıkarılmış, çağın yüzyıl gerisinde olan Ortadoğu istikametinde bir raya oturtulmaya çalışılıyor. Millet olarak bunu görmemiz ve engellememiz gerekiyor. Yoksa, ülke olarak kayaya tosladığımızda, her şey için çok geç olacak! Ki, bu konuda, önümüzde fazla bir zaman da yok gibi görünüyor!
Ekleme Tarihi: 02 Eylül 2024 - Pazartesi

“ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİ”NİN ÜZERİNE ÇIKMAYI UNUTUN!

1299’da, Söğüt (bugün, Bilecik’in bir ilçesi) gibi, küçücük bir kasabada kurulan Osmanlı Devleti, 17. yüzyıl sonlarından itibaren, Avrupa ülkeleri karşısında “kaybetmeye” başlamış ve bu “yıkılış süreci”, padişah IV. Mehmet (Avcı) zamanında yaşanan II. Viyana Bozgunu (1683) ile 1922’ye kadar, yaklaşık 250 yıl sürmüştür. En güçlü olduğu, 15. yüzyıl ortalarından, 17. yüzyılın son çeyreğine kadar, yaklaşık 250 yıl boyunca, tüm dünyaya hükmediyordu; tek başına bir “cihan devleti”ydi… Osmanlıca ifade ile söyleyecek olursak, tek başına “Devlet-i Âliye (ve Düvel-i Âzam)” idi.

Ne var ki, padişahından en alttaki devlet yetkilisine kadar, Osmanlı’nın “azametinin sarhoşluğu”nun yaşandığı o parlak dönemlerde, Avrupa ülkeleri üzerindeki askerî ve siyasî üstünlüğünün, sonsuza kadar devam edeceğine inanılıyordu. İşte o sarhoşluk hali nedeniyle, günümüzde tüm dünyaya hakim olan “Avrupa medeniyeti”ni doğuracak olan, 16. yüzyıl başlarında ortaya çıkan “rönesans” ve “reform” hareketlerini Osmanlı görmemiş, görememiştir. Büyük Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, önce Arap (Emevî ve Abbâsi) sonra Türk (Selçuklu, Osmanlı) devletleri karşısında, başta askerî olmak üzere, hemen her alanda yüzyıllarca sayısız mağlubiyetler yaşayan Avrupa, 18. yüzyılın başlarından itibaren, doğunun (daha doğrusu İslam’ın) temsilcisi olarak yüzyıllardır karşılarında bulunan Osmanlı Devleti karşısında arka arkaya başarılı olmaya başladılar. Ne var ki Osmanlı devlet yönetimi ve entelijansiyası, Avrupalıların bu gücü nereden aldıklarını, yaklaşık 200 yıl boyunca anlayamadılar; 19. yüzyıl başlarında Avrupa’nın gücünün kaynağının bilim, teknoloji ve sanayi olduğunu keşfettiklerinde de, birçok şey için, artık vakit çok geçti. Bu durumun yol açtığı gelişmelerin yanısıra, 19. yüzyıl başlarında başlayan dış borçlanma, “alınan borçların ödenememesi ve buna bağlı gelişmeler” de, yıkılış sürecini hızlandırmıştır.

 

JAPONYA’NIN BAŞARDIĞINI, OSMANLI NEDEN BAŞARAMADI?

İlk olarak padişah II. Mahmut döneminde, büyük kısmı Fransa olmak üzere, eğitim için 1834-35 yıllarında Avrupa ülkelerine gönderilen gençler, Osmanlı Sarayı’nın ve intelijansiyasının bekledikleri gibi dönmediler! Devlet yönetiminde etkili olan çevreler, Avrupa’da eğitim gören bu gençlerle, kıyasıya bir çatışmaya girdiler. Neticede, bu gençler, sarayın baskılarına dayanamadılar ve ülkelerini terk edip, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamak zorunda kaldılar. Böylece, Avrupa ülkelerinin sahip oldukları modern üretim ve güç kaynaklarına sahip olma ihtiyacı, akamete uğradı.

Osmanlı Devleti’nden yaklaşık 35 yıl sonra, Japon İmparatoru Meiji’nin (Hükümdarlığı: 1867-1912) benzer bir hamlesi oldu ve onlar, çok büyük başarı kazandılar. Çünkü, Avrupa’da okuttukları gençler ülkelerine döndüklerinde, önce imparator ve sonra da Japon halkı tarafından baş tacı edildiler. O gençlerdeki, Avrupa ülkelerinde gördükleri eğitimin eseri olan özellikler ve nitelikler, Japon sarayı, entelijansiyası ve halkı için “kavga” sebebi olmadı! Neticede, 15.-16. yüzyıllarda, sadece birkaç gemiyle kıyılarına gelen Avrupalılar karşısında büyük acziyet yaşayan Japonya, yarım asır gibi bir süre içerisinde, 19. yüzyıl başlarından itibaren, Avrupa ülkelerine karşı mücadele edebilecek güce ulaştı.

 

OSMANLI, 238 YIL BOYUNCA, GİRDİĞİ HER SAVAŞI KAYBETTİ!

Osmanlı Devleti, 18. yüzyılda, o çağda kullanılmakta olan savaş teknolojilerine sahip olmadığından, sürekli Avrupa ülkelerinden biriyle müttefik olmak zorunda kalmıştır. Bu müttefiklikler, Osmanlı Devleti’ne hiçbir zaman “zafer” getirmediği gibi, başta ağır toprak kayıpları olmak üzere, pek çok bakımdan çok pahalıya patlamıştır. 1683’te II. Viyana Bozgunu ile başlayan yenilgiler silsilesi, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında, başta Çanakkale ve Kafkasya olmak üzere, doğu ve güneydoğu (Kut-ül Amâre) cephelerinde, bazı başarılar elde edilmişse de, bunlar, nihayetinde Osmanlı Devleti’nin kazanmasına yetmemiştir.

II. Viyana Bozgunu’ndan 1921 yılına kadar geçen 238 yıl boyunca tüm savaşları kaybeden ve sürekli geri adım atan Türk Ordusu’nun (bir yıl sonra nihai zaferle taçlandırılan) kazandığı ilk savaş, Sakarya Meydan Muharebesi’dir (23 Ağustos-13 Eylül 1921).

I. Dünya Savaşı bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi (30.10.1918) ve Sevr Antlaşması’yla (10.08.1920), başta başkent İstanbul olmak üzere, toprakları düşman tarafından işgal edilmeye başlanan Osmanlı Devleti, fiilen ortadan kalkmıştı. Mondros’tan sonra, her ne kadar Osmanlı Sarayı’nın hükmî şahsiyeti devam etmişse de, padişah İngiliz İşgal Komutanı General Maitland Wilson’un emrinde, ancak bir “müstemleke valisi” düzeyinde bir role sahipti.

 

OSMANLI BİTİYOR VE YENİ BİR DEVLET KURULUYOR

Osmanlı ordusunun, Mondros ve Sevr şartlarını kabul etmeyen komutanları ve Meclis-i Mebusan üyeleri, düşman işgallerine karşı birtakım hareketlere giriştiler. Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilerek, 12 Şubat 1920’de yayınlanan Misak-ı Millî temelinde bir araya gelen vatanseverler, Çanakkale Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde Millî Mücadele’yi başlattılar ve 09 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınması ile kurtuluş mücadelesini zaferle sonuçlandırdılar.

İstiklal Savaşı’nın bitiminden sonra, başkent Ankara olmak üzere kurulan yeni devlette, artık Osmanlı Hanedanı’na yer olamazdı. Yeni devletin istikameti “batı”, siyasi rejimi “cumhuriyet”, gelecek vizyonu ise, “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak”tı! Ne var ki, o günlerin Türk insanı için bu kavramlar çok yabancıydı. Yüzyıllarca, “ümmet” ve “padişahların kulları” olarak yaşamış olan insanlara, “millet” ve “vatandaşlık” kavramlarını anlatmak hiç de kolay olmayacaktı. Millet olma ve vatandaşlık bilinci olmayan bir nüfusla, modern bir devlet sistemi kurmanın ne derece zor bir iş olduğu açıktır.

 

CUMHURİYET, BİR MİLLET İNŞA PROJESİDİR

Kısaca “Atatürk İlke ve İnkılapları” olarak adlandırılan, o dönem için hayli radikal uygulamalarla, halkta “Türk milleti” bilincinin geliştirilmesi için, büyük çaba sarf edildi. Ne var ki, Atatürk’ün 1938’de, 57 yaş gibi oldukça genç bir yaşta vefat etmesi, hemen ardından II. Dünya Savaşı’nın başlaması (01.09.1939), yeni kurulan devletin yapılanmasının ve “devlet ve millet inşası” faaliyetlerinin aksamasına sebep oldu. Yüzyıllarca, Osmanlı Devleti’nin kaybettiği yedi savaşın bedellerini ödeyen, arkasından İstiklal Savaşı’nı yapan, sonra da “anti-emperyalist” yeni bir devlet kurma işine girişen Tük insanı için, II. Dünya Savaşı (her ne kadar, Türkiye savaşa fiilen girmemiş olsa da), gelişme yolunda, büyük bir engel haline gelmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, kazanan tarafta yer alan ülkelerle ilişkilerini geliştirmek ve böylece, “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak” istikametinde yoluna devam etmesi gereken Türk milletinin önüne, 1950’de “Demokrat Parti (DP) iktidarı” gibi, ikinci bir engel daha çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye, uygarlık tercihi bakımından her ne kadar batıya dönük olarak kalmışsa da, içeride, modern uygarlık kavramları ile halkın çağdaş bir millet haline getirilmesine matuf çalışmalar maalesef sonlandırılmıştır. İçeride, din örtüsü altında, halkın eski “geleneksel şark tipi toplum” olarak kalmasına yönelik politikalar takip eden DP iktidarı, dış ilişkilerde batılı ülkelerle müttefik olmuş ve NATO üyeliği ile de Türkiye, “anti-emperyalist” karakterini yitirmiştir.

 

TÜRKİYE, ÇAĞDAŞ UYGARLIK YOLUNDA NEDEN DEVAM EDEMEDİ?

Son 70 yıldır, Türk insanının çağdaş bir toplum haline getirilmesi için yapılması gerekenleri yapmayan Türkiye, bilhassa son 22 yıl içinde, hem iç ve hem de dış politikalar bakımından, tipik bir “Ortadoğu ülkesi” haline getirilmiştir. 2002’de (hem de, boynunda bir Yahudi madalyası ile)BOP Eşbaşkanı” olarak, önce Başbakanlık ve sonra da Cumhurbaşkanlığı makamlarına getirildiğinde alkışladığımız Erdoğan’a, halkımız bugüne kadar, “Bu BOP dediğin nedir?” diye sormadı!

Türk halkına, cumhuriyet döneminde, çağdaş uygarlık yolunda kazandırılan niteliklerin etkisiz hale getirilmesi için 2011 yılında, “göç politikası” adı altında uygulamaya konulan “istilacı nüfus transferleri” ile, ülkemizin demografik yapısı hızla bozulmaktadır. Tarihin hiçbir döneminde, tek bir Arap’ın tek bir Türk’ü sevdiği görülmemiştir. Böylesine Türk milletine karşı olağanüstü antipati dolu olan bu insanların Türkiye’ye getirilmelerinin sebeplerini, maalesef hiç kimse gerektiği şekilde sorgulamıyor!

Halkımıza, 2002’den 15 Temmuz 2016’ya kadar yapay bir “refah dönemi” yaşatıldı.  Bu dönemde, devletin para edecek tüm varlıkları satıldı, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı “SGK” adı altında sözde birleştirilirken, bu kurumların tüm “emeklilik fonları” hükümet bütçesine aktarılarak yağmalandı, “emekli maaşı bağlama oranı” %70’ten %38’e indirildi, rahmetli Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde sağlam bir yapıya kavuşturulan “maaş ve ücret sistemi” dejenere edildi, “Ergenekon ve Balyoz davaları” ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2500 yıllık askeri düzeni ve teamülleri yok edildi, Kozmik Oda’nın işgal edilmesi ile “devlet sırrı” kavramı yok edildi, yargı ve hukuk sistemi sadece iktidara hizmet edecek bir şekle sokularak, “adalet anlayışı” yok edildi…

Bu saydıklarımızın dışında, öylesine siyasi uygulamalar yürürlüğe konuldu ki, ülkemiz insanı, artık neyin doğru neyin yanlış, ya da neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edemez hale getirildi. Nihayet, Covid-19 salgını ile başlatılan, “halkı geçim sıkıntılarına mahkum etme” politikaları, son iki yıldır, “hiper-enflasyon” olarak meyvelerini vermeye başladı.

 

İKTİDAR ÜZERİNDE, “TOPLUMSAL DENETİM” İMKANI KALMADI!

Bilhassa son 3 yıldır, giderek ağırlaşan şartlar altında, “gündelik maişet” derdine düşürülmüş olan insanlarımızın, iktidara karşı, toplumsal ve/veya siyasi reaksiyon gösterebilme kabiliyeti büyük ölçüde zayıflatılmıştır. Bu konuda halka öncülük yapmaları gereken sözde muhalefet partilerinin ise, maalesef gerçekte, “AK Parti iktidarına hizmet etmek üzere” dizayn edilmiş oldukları anlaşılıyor. İktidarlara karşı toplumsal direnme etkinliğine sahip olmaları gereken odalar ve sendikalar gibi meslek örgütleri ile, vatandaşlar tarafından çeşitli amaçları gerçekleştirmek üzere kurulan derneklerin ve vakıfların da, kahir ekseriyetle iktidarın ve/veya belediyelerin güdümüne girdikleri, kendi başlarına faaliyet yapma kabiliyetlerinin olmadığı görülüyor.

Türkiye’de artık, iktidarlar üzerinde, toplumsal denetim etkisi bakımından güçlü bir muhalefetin oluşması imkanı kalmamıştır. Bu durumda ise, halkın “ülke kaynaklarının millet için kullanılıp kullanılmadığı” hususunu sorgulaması imkansız hale gelir. Halkın etkili denetim gücünü hissetmeyen hiçbir iktidar, ülke kaynaklarını gerektiği şekilde doğru olarak kullanmaz ve kullanamaz!.. Tarih, bunun böyle olduğunu defalarca göstermiştir. Yerel ve ulusal konvansiyonel medya organları (gazeteler, TV’ler, radyolar vs.) ile internet mecralarını kontrol altına alarak, halk içinde ortaya çıkması gereken “doğal muhalefet” duygu ve düşüncelerini engellemek elbette mümkündür ki, yakın tarihte bunun en önemli örneği Hitler Almanya’sıdır.

 

ÜLKEMİZ, İKTİDAR İÇİN DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ GİBİ!

Son 20 yıldır, maalesef Türkiye’deki tüm medya sektörü, iktidarın kesin kontrolü ve denetimi altındadır. Bu nedenle, halk içinde doğal olarak ortaya çıkan muhalif düşünceler ve fikirler için ifade imkanı kalmamıştır. Bu durum şimdilik iktidarın lehinde sonuçlar doğursa da, hiçbir ülkenin ve hiçbir milletin sahip olduğu imkanlar sonsuz olmadığından, bu gibi yönetimler, daima bir kayaya toslamaktan kurtulamazlar. Ne var ki, böyle bir durumun da faturasını yine halk öder. Çünkü, o duruma sebep olanların ödedikleri bedel, ortaya çıkan büyük zararı karşılamaya yetmez! Nitekim, II. Dünya Savaşı’nın bedelini, sadece Hitler ve arkadaşları ödemediler, ya da onların ödediği bedel yeterli görülmedi; Almanya, o bedeli hâlâ ödemeye devam ediyor.

Türkiye, çağdaş batı uygarlığının rayından çıkarılmış, çağın yüzyıl gerisinde olan Ortadoğu istikametinde bir raya oturtulmaya çalışılıyor. Millet olarak bunu görmemiz ve engellememiz gerekiyor. Yoksa, ülke olarak kayaya tosladığımızda, her şey için çok geç olacak! Ki, bu konuda, önümüzde fazla bir zaman da yok gibi görünüyor!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.